Yüz yıllık yelda

Bundan yüz yıl kadar mukaddem Mondros Limanı’nda batan güneşle başlayan yeldanın şafağını yaşıyoruz yeniden. Elan masamızda yeni harekât plânları var; yarım kalan hesap tamamlanacak inşallah ve biiznillah.

Perdeleri örtük

Lambaları sönük

Sırtında yıllar yük

Hatıraları kırık dökük

Bir yer olacak orada

Adı Kerkük.”

(Kerkük, Arif Nihat Asya)

***

PEK Muhterem Kari,

Artık demir alma vakti geldi zamandan ve birazdan meçhule giden bir sefine kalkacak benim garajdan. Lâkin bu gidiş, öncekiler gibi olmayacak. Keyfe keder, sadece temaşa eylemeye yahut tarihin kırıldığı bir ana şahitlik etmek için, etliye sütlüye karışmadan, ona buna bulaşmadan, boyumdan büyük işlere karışmadan gidip geldiğim seyahatlere benzemeyecek bu.

Bu sefer yerine getirmem gereken bir vazifem, almam gereken riskler ve tehlikeli kişilerin eline düşmek, beş asır öncesinde mahsur kalmak, geriye dönememek, belki de doğumumdan beş asır önce ölmek, hatta ve hepsinden fenası, işin ucunda sefineyi kaptırmak gibi tüylerimi ürperten ihtimâllerim var bu yolculukta bana refakat edecek olan.

Bu seyahate hazırlanırken, gitmek ile vazgeçmek arasındaki arafta gidip geliyorum mütemadiyen. “Gitme” diyen ve göğüs kafesimi sıkıştıran korku ve endişe hissi ile “Gitmek zorundasın Kahraman!” diye fısıldayan Efrasiyab’la olan hukukum, yaşadığım onca normal üstü hâdiseden hâsıl olmuş vefa ve gönül borcum sadece kalbimde ve beynimde değil, vücudumdaki her hücrede ölümüne cenk ediyor adeta.

Kimsenin bulamayacağı bir deliğe saklanmak ve orada kalan hayatımı tamamlamak bile geçiyor zihnimden fakat nereye saklanırsam saklanayım, Efrasiyab’ın beni mutlaka bulacağından, hiçbir şey demeden gözlerimin ta içine bakacağından ve tek kelime etmeden içinden geçen hayâl kırıklığı cümlelerini en içimde hissedeceğimden ve dahi bu sessiz konuşmanın hayatımın sonuna dek derunumda yankılanıp duracağından da bir o kadar eminim.

Dönüşü olmayan tek şeritli bir yoldayım, biliyorum. Deşifre ettiğim muammayı bir kez daha okuyorum: “Vuslata erdiğinde şems ile kamer/ Diyar-ı ecnebide ol şehr-i ahmer…”

Ellerim titreyerek mekân nişangâhını şehr-i ahmere, o kızıl şehre kuruyorum. Zaman nişangâhını ise (…) senesine ayarlıyorum. Sefine yola çıkmaya hazır, peki ya ben?

Sefinenin karşısında oturup belki de saatlerce ilk günden bugüne kadar yaşadığım tüm serencamı hafızamda yeniden canlandırıyorum. Tecrübe ettiğim onca macera, işte bu son yolculuk içindi.

Sefine çiziminin çevresindeki nokta ve çizgilerden mürekkep bir muammayı çözmüş, bu sefer de şiir şeklinde yeni bir muamma ile yüzleşmiştim. Muamma içindeki muammada ne zaman, nerede, neyi yapmam gerektiği anlatılıyordu: “İki kat altında bekliyor talibin/ İki parmaklı yed-i ehl-i salibin…”

Yerine getirmem gereken vazifeden “talibin” diye söz edilmesi ne kadar da manidar! Ben değil, bu görev bana talip, beni istiyor, beni çağırıyor yani.

Bir an kendinizi yerime koyunuz dostlar, bir daha geri dönememe ihtimâli olan tehlikeli bir yolculuğa çıkıyor olsanız neler hissederdiniz? Hele bu seyahat bir de beş yüz küsur sene evvele ise? İşte bu karmakarışık hislerle sefinenin koltuğuna oturuyorum lâkin elim bir türlü sefineyi çalıştırmaya gitmiyor. Öylece ne kadar kaldığımı bilmiyorum; belki on dakika, belki on saat…

Sonunda gözümü karartıp, Yaradan’a sığınıp, “Ya Hakk!” diyerek sefineyi çalıştırıyorum ve kasnaklar dönmeye başlıyor…

Bu “Kuvay-i Milliyecileri” Mehmetçik’in kelle koltukta mücadele ettiği sınıra bırakacak olsanız, “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” marşını söyleyerek ta Ankara’ya kadar ricat ederler. Üstelik kimseye haber bile vermeden…

Muhterem Dostlar,

Bugünkü tayy-i zaman serüvenimizde sizleri 30 Ekim 1918’e, Çanakkale Boğazı’nın çıkışında bulunan ve -inanmayacaksınız ama- Lozan Antlaşması’nda metne ismini yazmayı unuttuğumuz için elimizden kayıp giden Limni adasına götüreceğim inşallah. Tüm kontrolleri tamamladık; yağımız suyumuz, yakıtımız tamam. Yola çıkmaya hazırız. Motör çalışsın, kasnaklar dönmeye başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

Adalar Denizi’nde yaklaşmakta olan kışın habercisi sert rüzgârlar esmeye başlamış çoktan ve açık deniz ziyadesiyle dalgalı. Lâkin yirmi kadar balıkçı teknesi ile birlikte bir Osmanlı gemisi ve Britanya Krallığı’na ait bir dretnot zırhlısının demirlemiş olduğu bu koyda deniz nispeten sakin diyebiliriz.

Bu zırhlı için bu koy tanıdık sayılır; zira üç yıl öncesinde Çanakkale Savaşı’na katılan ve zoru görüp boğazın girişinden tornistan etmek suretiyle batmaktan kurtulan bu gemi, güç belâ yine bu limana sığınmıştı. Zırhlının burnunda, “HMS Agamemnon” yazıyor.

Agamemnon, Truva Savaşı’nda Truvalılara karşı Yunanlara liderlik eden Yunan kralın ismi. Son Truva Savaşı diyebileceğimiz Çanakkale Savaşı’nda bu geminin de yer alması ne kadar manidar.

Ve burası, Mondros koyu… Ne için burada olduğumuzu anlamış olmalısınız dostlar. Mondros koyu her ne kadar nispeten sakin görünse de dört gündür Agamemnon zırhlısının içerisinde fırtınalar kopuyor. Mütareke imzalamak için Bahriye Nazırı Rauf Bey riyasetinde bu zırhlıya gelen Osmanlı heyeti, dört gündür soğuk terler döküyor ve muhtemelen heyettekiler hayatlarının en zor günlerini geçiriyorlar.

Filistin ve Suriye Cephelerinde Osmanlı Ordusunu hezimete uğratan Birleşik Krallık, bu zaferini mütareke masasında da taçlandırmak istiyor ve burnundan kıl aldırmıyor. Mütarekenin şeraiti Osmanlı için son derece ağır; ortada dağılmış bir ordu ve karşılarında zinde ve moralli İngiliz birlikleri var. Masadaki şartlar kabul edilebilir değil lâkin maalesef Rauf Bey’in elinde pazarlık edecek hiçbir kozu yok. Sefinemizi on gün öncesine kurup Filistin Cephesine gidecek olsak (ki bunu daha önceki bir seyahatimizde yapmıştık), Osmanlı Ordusunda yaşanan hezimete yeniden şahitlik edebilirdik.

Osmanlı Devleti için fiilî olarak sonun başlangıcı olan bu hezimet, 4 ve 8’inci Ordulara haber vermeden 7’nci Ordunun ricat etmesi ile yaşanmıştı. 7’nci Ordunun bıraktığı boşluktan tek kurşun atmadan ilerleyen İngiliz birlikleri, 4 ve 8’inci Orduları arkadan muhasara etmiş, daha kısa bir süre önce Kut’ül Amare’de ve Selmani Pak’ta ve hatta Çanakkale’de hezimete uğradığı Osmanlı Ordusuna ancak bu şekilde galebe çalabilmişti. İşte bu hezimet, Osmanlı Devleti’ni Mondros masasına oturmaya icbar eylemişti.

Osmanlı Devleti için en az bu yenilgi kadar ağırdı işte Mondros Mütarekesi’ndeki şartlar da.

Amiral Calthrope’nin dikte ettirdiği maddelere göre Osmanlı Ordusunun muharip askerleri terhis edilecek, ufak tefek gemiler dışındaki bütün Osmanlı Donanması ile birlikte Arabistan Yarımadası ve Afrika’daki bütün Osmanlı subayları İtilaf Devletlerine teslim edilecek, Boğazlar serbest geçişe açılacak, telsiz, telefon ve telgraf haberleşmeleri İtilaf memurlarınca denetlenecektir.

Bitmedi…

Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu tüm demiryolları ve limanlar İtilaf kuvvetlerine devredilecek, İttifak Devletleri ile bütün münasebetler kesilecek, Alman subay ve memurlar derhâl sınır dışı edilecekti.

Bitti mi? Hayır!

Bütün bunlardan daha fenası ise, mütarekenin 7 ve 24’üncü maddeleri idi. Bu maddelere göre, güvenliklerini tehdit edecek bir durum söz konusu olursa İtilaf Devletlerinin ülkenin herhangi bir stratejik noktasını işgal etmelerine imkân veriliyordu ve İngilizce metinde “Ermeni Vilâyetleri” şeklinde kaydedilen Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki altı vilâyette (Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis) herhangi bir karışıklık çıkması hâlinde İtilâf kuvvetlerinin işgal hakkı bulunduğu hükme bağlanıyordu.

Bu maddeler gereğince müttefikler anında güvenliklerini tehlikede hissetmişler(!), İzmir Bölgesi Yunanlar, Antalya Bölgesi İtalyanlar ve Antep Bölgesi de Fransızlar tarafından derhâl işgal edilmişti. İngiliz gemileri de kısa süre içerisinde, hezimete uğradıkları Çanakkale Boğazı’ndan bu kez güvenle geçip Dolmabahçe Sarayı önünde demir atmışlardı.

Koca bir devletin yıkımına yol açan domino etkisi, işte o 7’nci Ordunun kimseye haber vermeden ricat etmesi ile tetiklenmişti. O gün, sadece Filistin ve Suriye’yi değil, aslında koca bir devleti de kaybetmiştik. İşte o gün, cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmişti.

Ben limanda Adalar Denizi’nin iyot kokan serin havasını teneffüs ederken, Rauf Bey zırhlıdan iniyor. Elindeki kadife kaplı dosyanın içerisinde karşılıklı imzalanmış mütareke metni var. Sanki bir dosyayı değil de sırtında altı yüzyıllık bir çınarı taşıyor gibi… Ha yıkıldı, ha yıkılacak Bahriye Nazırı…

Sarsak adımlarla Osmanlı gemisine geçiyor; gözlerindeki kahrı ve nemi görebiliyorum bulunduğum yerden. Gemi demir alıyor, koyun çıkışına doğru nazlı nazlı yol almaya başlıyor. Fanaraki burnundan iskele yönüne dümen kırana kadar arkasından izliyorum. Önce gemi kayboluyor, sonra arkasında bıraktığı köpükten izler ve dalgalar. Birazdan batacak olan güneş sadece bugünün değil, şanlı bir tarihin de sonunun geldiğinin habercisi.

Böylesi buruk seyahatlerimden aşina olduğum kahredici bir hüzün ile dönüş yoluna koyuluyorum.


Pek Muhterem Kari,

Tarihimizde ender görülen bir hezimetle yüz yıl evvel terk etmek zorunda kaldığımız coğrafyalar yine bizi çağırıyor.

Terk etmek zorunda kaldığımız ve bugüne kadar sırtımızı döndüğümüz ve hatta “bataklık” olarak tesmiye ettiğimiz gönül coğrafyamız yüz küsur yıldır kan, gözyaşı, savaş, ölüm ve zulümden başka bir şey görmedi. Oysa Halep ve Şam’ın Antep’ten, Musul ve Kerkük’ün Urfa’dan, Süleymaniye ve Telafer’in Diyarbekir’den, Lazkiye’nin Hatay’dan, Kudüs’ün Konya’dan, Mescid-i Aksa’nın Ayasofya’dan bir farkı yoktu bizim için…

Birileri “Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü” diye fısıldamıştı kulağımıza kendileri tüm Arap coğrafyasının petrollerini hortumlarken. Biz de “Belî” demiştik!

Hatta, “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir” bile dediler (Winston Churchill). Ne kadar petrol sömürdülerse o kadar kan döktüler.

Sadece petrol ve zenginliklerine zenginlik katmak değildi gayeleri, bu coğrafyalar ile tüm alâkamızı kesmekti aynı zamanda. Yüz yıl boyunca başardılar da bunu.

Narkozdan uyanıp yeniden gücümüzü fark ettiğimiz, silkinip kendimize geldiğimizde ve sınırımıza ördükleri görünmez duvarları yıktığımızda yeni bir safhaya geçtiler bu kirli oyunda: Bu suni duvarları eli kanlı terör örgütleri ile tahkim etmek, güneyimizde boylu boyunca uzanacak bir “terör devleti” ile ülkemizi kuşatmak…

Mondros Körfezi’nin suları yüz yıldır deveran etti ve zamanın ilâhî sarkacı tersine doğru süpürmeye başladı tarihi ve coğrafyamızı. Bundan yüz yıl kadar mukaddem Mondros Limanı’nda batan güneşle başlayan yeldanın şafağını yaşıyoruz yeniden. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtları ile bu oyunu da bozduk ve hatta bölgede bizsiz ve bize rağmen bir masa kurulamayacağını gösterdik. Elan masamızda yeni harekât plânları var; yarım kalan hesap tamamlanacak inşallah ve biiznillah. Sınırımızda kanser hücresi gibi yayılmaya meyyal sarı bölgeler de haritadan temizlenecek yavaş yavaş.

Sonrasında buralara bölgenin gerçek sahipleri yani ülkemizde yaşayan Suriyeliler yerleştirilecek. Bu durumdan İtilaf Devletleri ve onların maşası terör örgütleri -hâliyle- son derece şekvacılar. Lâkin içimizde başkaca rahatsızlar da var.

Terörist yapılarla mücadele -çok şükür- bizim için büyük bir mesele olmaktan çıktı da, sınır ötesi bu harekâtlar için yapılan tezkereye “Hayır” oyu verenlerle, bu operasyonlarda görev alan kahraman Türk askeri için “satılmış, lejyoner” diyenlerle, Türk Devleti’nin bu haklı ve hayatî mücadelesini “yayılmacı politika” olarak görenlerle, coğrafyamızda savaşların paradigmasını değiştiren insansız hava araçlarımızı “damadın İHA’sı, SİHA’sı” diye -kendince- aşağılayanlarla mücadele etmek hiç de kolay değil işte!

Üstelik bunlar, hem de bu kafayla iktidara ve ülkeyi yönetmeye talipler… Ve bunlar, konuşunca, “Misak-ı Millî”, “Kuvay-i Milliye”, “Müdafaa-i Hukuk”, “Sınır namustur” diye mangalda kül bırakmayan değişik tipler… Bu “Kuvay-i Milliyecileri” Mehmetçik’in kelle koltukta mücadele ettiği sınıra bırakacak olsanız, “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” marşını söyleyerek ta Ankara’ya kadar ricat ederler. Üstelik kimseye haber bile vermeden…

Allah, ülkemizin hem içeride, hem dışarıda verdiği bu hayatî mücadelede yâr ve yardımcısı olsun. Devletimizi ve ordumuzu muzaffer eylesin inşallah. (Âmin.)

Kalınız sağlıcakla efendim…