Cemal Paşa’nın şifresi

Türkiye, bir ayağı Mağrib’de, bir ayağı Asya’nın göbeğinde, bir ayağı tâ Yemen’de, diğeri Bosna’da, Karabağ’da olan bir devdir. Ve o dev, uyanıyor. “Yurtta sus, cihanda sus” devri sona erdi.

Kapı açılır, sen yeter ki vurmayı bil./ Ne zaman bilemem,/ Yeter ki o kapıda durmayı bil.” (Hazreti Mevlâna)

***

PEK Muhterem Kari,

Efrasiyab ile karşılaştığım o günden bugüne dek kendimi dev bir fanusun içerisinde hissederek, “Yine başıma neler gelecek?” diye diye yaşadığım ve yaşadıkça şaşırmamaya alıştığım, kâh gerçeğin, kâh hayâlin sınırlarında, kimi zaman da her ikisinin arafında dolaşırken karşılaştığım onca tuhaflık, onca garabet, onca macera, onca meczup, onca ermiş, onca iblis bu kardeşinize her olayı hayır, her geceyi Kadir, her geleni Hızır bilmesini öğretti.

Öğrenmek zahmetli bir mecra ve mutlaka bir bedeli oluyor. Her öğrendiğiniz şey karşılığında hayat ya da felek bunun bir şekilde bedelini alıyor aslında. Son iki üç yılda kendimi yirmi otuz yaş birden yaşlanmış hissediyorum; belki yaşadıklarımın ağırlığından, belki zihnimde biriken ve çözülmesi gereken bunca muammadan ve belki de yapmış olduğum tayy-i zaman seyahatlerinden, bilemiyorum.

Bu da benim tahsilimin tahsilatı işte!

Kim bilir, belki bir gün bu macera sona erer ise kendimi yeniden gençleşmiş hissederim. Bunu ümit etmeli miyim, bundan emin değilim elan.

Gürül gürül akan bir nehirde kafamı gözümü yarmamaya, bir yerlerimi kırmamaya ve daha da mühimi boğulmamaya gayret ederek akışa bırakmış gibiyim kendimi. Bir gün bu nehir önce sakinleşecek, sonra durulacak ve nihayetinde engin bir deniz maviliğinde hitama erecek. Bunu ümit etmeli miyim, bundan da emin değilim henüz.

Öyle hissediyorum ki, bir gün o denize vasıl olursam ve kendimi sağ salim kıyıya atabilirsem, karaya çıktığımda üzerimin bir damla olsun ıslanmamış olduğunu göreceğim hayretle. Şaşırmamaya alıştığım için yeterince, buna şaşırmayacağım muhtemelen.

O kıyıda kuvvetle muhtemel Efrasiyab beni bekliyor olacak ve bu sergüzeştin hikmetinden bahsedecek. Henüz “Neden ben?” sorusunun cevabını bulamamışsam, elbette cevabını vermeyecek, yeni bir ipucu takdim ederek gri cübbesini savura savura uzaklaşacak ve az ileride gözden kaybolacak, sırra kadem basacak.

Arada bir uzunca bir rüyanın içindeymişim de rüya içerisinde rüyalar görüyormuşum gibi geliyor bana. Bir sabah uyanacağım ve her şey normale dönmüş olacak. Ve ben hemen elime kâğıt kalemi alıp, unutmadan bu rüyayı yazmaya başlayacağım.

Belki de bu anlattıklarım işte o sabah yazdıklarımdır da parça parça sizlerle paylaşıyorumdur. Neden olmasın?

Bu karmaşık zaman labirentinde nerenin başlangıç, nerenin son, neyin evvel, neyin ahir olduğunu epeydir karıştırmış durumdayım zira. Medet Yâ Evvel! Medet Yâ Âhir!


Muhterem Dostlar,

Bu ayki seyahatimizde koskoca bir imparatorluğun kader çizgisinin kırıldığı küçücük, mütevazı bir telgrafhaneye götüreceğim sizleri. Tarih çarkının -belki de zembereğinin- geriye sarışına şahitlik edeceğiz birkaç saat içerisinde.

Hazırsanız sefinemiz çalışsın, deveran başlasın. Yâ Allah, yâ bismillah! Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

Takvimler 17 Eylül 1918’i gösteriyor. Hava sıkıntılı Şeria’da. Havada kahredici bir ihanet kokusu ve yaklaşmakta olan bir kum ve barut fırtınası var.

İki katlı taştan telgraf binasının giriş katındayız. Artık rengi siyaha çalmış olan ahşap dolaplarla ve raflarla çevrili odanın kireçle boyanmış duvarları sigara dumanından neredeyse tamamen kahverengiye dönmüş, yer yer duvardaki sıvalar dökülmüş. Duvarların bu hâli, içerideki sigara dumanı ile birlikte ağır bir kasvet havası veriyor mekâna.

Telgraf makinasının başındaki Hüsam Efendi, bir taraftan sarma tütününü içerken, diğer taraftan da burnunun ucuna kadar indirdiği yakın gözlüğü yardımıyla Mors alfabesi ile gelen telgrafları okuyor, deşifre ediyor, tasnifliyor ve arkasındaki küçük gözleri bulunan -yine kararmış vaziyetteki- raflara yerleştiriyor.

Telgrafların kahir ekseriyeti askerlerden anne babalara ya da anne babalardan askerlere yazılmış, hâl hatır soran yahut iyi olduklarını bildiren mesajlardan ibaret.

En az altmış yaşında olmalı Hüsam Efendi. Kollarında dirseklerine kadar uzanan kolluğu ve arkadan bağlı önlüğü, yine de mürekkep lekelerinden korumaya yeterli olmamış beyaz gömleğini. Kafasındaki fes bir numara büyük olmalı ki başının her hareketinde düzeltme ihtiyacı duyuyor Hüsam Efendi.

Ağzında sarma tütünü hiç eksik olmuyor. İşini artık mekanikleşmiş hareketlerle gayr-i ihtiyârî biçimde icra ediyor. Birazdan koca devletin kaderinin emektar makinasının başında şekilleneceğinden bîhaber.

Yaptığı işi sevip sevmediği anlaşılmıyor Hüsam Efendi’nin, lâkin ciddiyetle yaptığı aşikâr. Sanki kendisi hep buradaydı da üzerine önce binayı dikmişler, sonra da önüne telgraf makinasını koymuşlar gibi hissediyorum Hüsam Efendi’yi izlerken.

Ben Hüsam Efendi’ye, Hüsam Efendi de işine dalmışken ahşap kapı hışımla açılıyor, her ikimiz de yerimizden sıçrıyoruz. Vakit geldi! Nefes nefese içeri giren Yüzbaşı Cevat Rıfat, Filistin Cephesi Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın yaveri…

Hüsam Efendi, elleri önünde bağlı vaziyette, “Emredin Kumandanım!” diyor. Yüzbaşı, asker adımlarıyla direkt olarak telgraf cihazının başına geçip oturuyor, “Şifreyi bizzat geçeceğim Hüsam Efendi” diyor. Zira az evvel Mersinli Cemal Paşa telgraf metnini Yüzbaşı Cevat Rıfat’a vermiş, “Bunu bizzat şifre et. Elinle ve makine başında Enver Paşa’ya çek ve cevabını hemen beklediğimizi yaverlerine söyle. Bütün diğer telgraflar beklesin, yalnız bununla meşgul ol!” şeklinde emretmiş.

Yüzbaşı, gerginliği eline, yüzüne, hatta tüm azalarına aksetmiş şekilde telgrafın manyetosuna basmaya başlıyor. Çekilmesi yaklaşık beş dakika sürecek bu telgrafın metni aynen şöyle:

İstanbul’da Harbiye Nazırı (Genel Kurmay Başkanı) Enver Paşa Hazretleri’nin şahsına mahsus gayet mühim ve aceledir.

Emir Faysal’ın mektup ve tekliflerine verilecek cevap hakkında her an ve her dakika emr-i devletlerine heyecan ve ehemmiyetle intizardayım (beklemedeyim).

Şimdi cepheden aldığım mevsuk (sağlam) malûmata nazaran bir kumandanımızla General Allenby (İngiliz generali) arasında bazı muhaberat (haberleşme) cereyan etmekte olduğu anlaşılmaktadır. Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığı Erkân-ı Harbiye Reisi Kâzım Paşa ile mezkûr kumandanlık Levazım Reisi Miralay Merzifonlu Ömer Lütfi Bey’e de bu kumandan tarafından İngilizlerle anlaşılarak bir terk-i muhasama (düşmanlığı bırakma) teklifinde bulunulduğu anlaşılmaktadır.

Bu teklifi şiddetle reddetmiş olmasına rağmen Kâzım Paşa hakkında şahsî bir fikrim yoktur. Ömer Lütfi Bey ise son derece temiz bir asker ve fedakâr bir vatan evladıdır. O da bu fikri işitmek bile istemediğini beyan etmiştir.

Emir Faysal’ın tekliflerine kat’i bir cevap veremediğimiz şu dakikada Suriye ve Garbî Arabistan’da bir Hidiviyet tesisiyle Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya imtisal etmenin (benzemenin) vatana getireceği azim felâketleri düşünülerek işe âcilen vaz’ıyet buyurmalarını ve bu hususta taraf-ı âciziye icab eden emirlerin verilmesini ehemmiyetle arz ve istirham ederim.

Mersinli Cemal Paşa, bu telgrafla Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya iki konuyu arz ediyor ve emirlerini en acil şekilde beklediğini bildiriyor.

İlki, Emir Faysal’a verilecek cevap… İki üç gün evvel Emir Faysal ile gizli bir görüşme yapılmış, Emir Faysal, kendilerine bir çeşit özerklik verilmesi hâlinde İngilizlere karşı Osmanlı Ordusu yanında savaşmaya hazır olduklarını bildirmişti ve cevap bekliyordu.

İkinci konu ise, karargâhtan birilerinin (kim olduğu Cemal Paşa’nın malûmudur) İngiliz tarafı ile görüştüğü ve savaşmamak üzere anlaştığı yönünde aldığı sağlam istihbarat.

Bu iki hususta zamanın Genelkurmay Başkanı Enver Paşa’dan cevap ve emirlerini sual etmişti Mersinli Cemal Paşa.

Yüzbaşı Cevat Rıfat, telgrafı çektikten sonra gergin şekilde beklemeye koyuluyor. Dakikalar geçmek bilmiyor. Kâh parmaklarını çıtlatıyor, kâh kalkıp odada volta atıyor, kâh tekrar gelip makinanın başına oturuyor, kâh sakalını sıvazlıyor, bıyıklarını dişliyor, kâh oturduğu koltukta istemsizce bacaklarını sallıyordu.

Böyle kaç saat geçti bilmiyorum. Arada telgraf makinası çalışıyor, makinadan gelen tıkırtılar odaya kelimeler getiriyordu. O anda kumandan ok gibi fırlayıp makinanın başına geçiyor, nokta ve çizgilerden oluşan şeridi okuyor, önemsiz bir telgraf olduğunu görünce Hüsam Efendi’ye uzatıyor, hayâl kırıklığı ve öfke ile kendi kendine söyleniyordu.

Bu gergin bekleyiş devam ederken, ben sizleri iki gün sonrasına, 19 Eylül sabahına götüreyim dostlar, buyurunuz…

Nablus’taki cephe hattımızda bir gece öncesinden 4, 7 ve 8’inci Ordular savunma hattını teşkil etmiş, İngilizlerin saldırısına hazır bekliyorlardı. Sabah henüz gün ışımadan 04:30 sularında beklenen saldırı başladı. Ancak 4 ve 8’inci Ordu’yu (ve Mersinli Cemal Paşa’yı) bekleyen tatsız bir sürpriz vardı. Tam da Enver Paşa’ya gönderilen telgrafta bildirilmiş olduğu gibi, 7’nci Ordu kimseye bilgi vermeden Bisan istikametine ricat etmiş (geri çekilmiş), 7’nci Ordu’nun bıraktığı boşluktan tek kurşun dahi yakmadan geçen İngilizler 8’inci Ordu’ya arkadan saldırarak bozguna uğratmıştı.

8’inci Ordu dağıldıktan sonra 4’üncü Ordu da kolay lokma hâline dönüşmüştü. Birkaç saat içerisinde Filistin Cephesi çökmüş, Osmanlı Ordusu ağır bir mağlûbiyet almış ve Kudüs (ve çok daha fazlası) İngilizlerin kontrolüne geçmişti. Bu hezimet sonrası Osmanlı Devleti, kendisini Mondros Mütarekesi masasında bulmuştu.

Hani resmî tarihin “Almanlar yenildiği için yenik sayıldık” masalı var ya, unutunuz onu lütfen! 7’nci Ordu’nun habersiz ricatı ile savunma hattı çökmüş ve bal gibi yenilmiştik.

Oysa aynı ordu, çok daha güçlü ve zinde İngiliz ordusunu 1915’te Selman-ı Pak’ta, 1916’da Kut’ül-Amâre’de bozguna uğratmıştı. Hattâ binlerce İngiliz askerini esir almıştı. Ve hattâ 1915’te yedi düvelle birlik olup saldıran İngiliz ve Fransızlara Çanakkale’de, dünya durdukça unutamayacakları bir hezimet yaşatmıştı. Nereden nereye?

Tekrar telgrafhanemize dönelim…

Yüzbaşı Cevat Rıfat, saatler sonra beklediği telgrafın gelmeyeceğine kani oluyor ve gitmeye hazırlanıyor. Hüsam Efendi’yi sıkı sıkıya uyarıyor. Harbiye Nazırlığından telgraf gelirse deşifre etmeden ve vakit kaybetmeden kendisine getirmesini tembihliyor. Ve telgrafhaneden çıkarken kapattığı o ahşap kapı, sadece o kasvetli odaya değil, sanki bir devrin üzerine de kapanıyor.

Bazı şeylerin değişmesi için birkaç nokta, birkaç çizgi yeterli olabilirdi o birkaç saat içerisinde. Lâkin mukadderat işte, insanlar gibi ülkelerin de bir kader çizgisi var.

Dönme vaktidir dostlar! Zira odadaki kasvet dalga dalga tüm Filistin’i sarmakta elan...

***

Pek Muhterem Kari,

Tam 103 yıl evvel bugünlerde tarihin ve coğrafyanın kapıları üzerimize ağır şekilde kapanmıştı. Kapanan bu kapılar koca Osmanlı Devleti’ni Anadolu’ya hapsetmişti. Hattâ Anadolu’nun özellikle güneye ve Batı Trakya’ya bakan pencerelerine dışarıdan tahtalar bile çivilenmişti.

Yüz yıl boyunca içimize kapanmış, komşularımızla ilişkilerimizi koparmış, tahtalar çivilenerek kapatılan pencerelerimizin diğer tarafını İstiklâl Harbi’nde galip geldiğimiz ülkelere teslim etmiştik. Oysa oraların bir Diyarbakır’dan, bir Kars’tan, bir Edirne’den farkı yoktu bizim için.

Geçen yüz yıl boyunca, galebe çaldığımız devletler evimizin içinde bizleri meşgul edecek bir şeyler buldular mütemadiyen. O kadar ki, evimizin içi ile uğraşmaktan pencerelerimizdeki tahtaları söküp atmak aklımıza bile gelmedi. Zamanın İlâhî sarkacı (ya da zembereği) ise şimdilerde geri dönüyor. Yüz yıl önce kapanan tüm kapılarımız ve pencerelerimiz yeniden açılıyor. Tarih, coğrafya ve medeniyet, Osmanlı evlâtlarını yeniden çağırıyor.

Sadece kapıları ve pencereleri değil, çevremize örülen duvarları da yıkıyoruz birer birer. Çünkü Türkiye, Türkiye’den büyüktür. Bunu bizlerden daha iyi biliyor hasımlarımız ve tehlikenin farkındalar. Türkiye, bir ayağı Mağrib’de, bir ayağı Asya’nın göbeğinde, bir ayağı tâ Yemen’de, diğeri Bosna’da, Karabağ’da olan bir devdir. Ve o dev, uyanıyor. “Yurtta sus, cihanda sus” devri sona erdi. Libya’da, Suriye’de, Irak’ta, Karabağ’da, Afganistan’da, Bosna’da, Karadağ’da, Akdeniz’de, hattâ Ukrayna’da, Gürcistan’da atılan adımları yeni bir diriliş ve yeni bir kıyamın habercisi olarak değerlendirmek yerinde olacaktır.

Hak ile bâtılın savaşı kıyamete kadar devam edecektir şüphesiz. Ancak devin kıyamı, kıyamete kadar bâtılın kâbusu olacaktır. Cebinde Türk kimliği taşıdığı hâlde bâtılın bu kâbusuna iştirak edenleri ve bu kıyamdan ürkenleri de Allah’a havâle edelim.

Allah hidayet versin inşallah. (Âmin!)

Kalınız sağlıcakla efendim…