“Kapı
açılır, sen yeter ki vurmayı bil./ Ne zaman bilemem,/ Yeter ki o kapıda durmayı
bil.” (Hazreti Mevlâna)
***
PEK Muhterem Kari,
Efrasiyab ile karşılaştığım o günden bugüne dek kendimi dev bir fanusun
içerisinde hissederek, “Yine başıma neler gelecek?” diye diye yaşadığım ve
yaşadıkça şaşırmamaya alıştığım, kâh gerçeğin, kâh hayâlin sınırlarında, kimi
zaman da her ikisinin arafında dolaşırken karşılaştığım onca tuhaflık, onca
garabet, onca macera, onca meczup, onca ermiş, onca iblis bu kardeşinize her
olayı hayır, her geceyi Kadir, her geleni Hızır bilmesini öğretti.
Öğrenmek zahmetli bir mecra ve mutlaka bir bedeli oluyor. Her öğrendiğiniz
şey karşılığında hayat ya da felek bunun bir şekilde bedelini alıyor aslında.
Son iki üç yılda kendimi yirmi otuz yaş birden yaşlanmış hissediyorum; belki
yaşadıklarımın ağırlığından, belki zihnimde biriken ve çözülmesi gereken bunca muammadan
ve belki de yapmış olduğum tayy-i zaman seyahatlerinden, bilemiyorum.
Bu da benim tahsilimin tahsilatı işte!
Kim bilir, belki bir gün bu macera sona erer ise kendimi yeniden gençleşmiş
hissederim. Bunu ümit etmeli miyim, bundan emin değilim elan.
Gürül gürül akan bir nehirde kafamı gözümü yarmamaya, bir yerlerimi kırmamaya
ve daha da mühimi boğulmamaya gayret ederek akışa bırakmış gibiyim kendimi. Bir
gün bu nehir önce sakinleşecek, sonra durulacak ve nihayetinde engin bir deniz
maviliğinde hitama erecek. Bunu ümit etmeli miyim, bundan da emin değilim
henüz.
Öyle hissediyorum ki, bir gün o denize vasıl olursam ve kendimi sağ salim kıyıya
atabilirsem, karaya çıktığımda üzerimin bir damla olsun ıslanmamış olduğunu
göreceğim hayretle. Şaşırmamaya alıştığım için yeterince, buna şaşırmayacağım
muhtemelen.
O kıyıda kuvvetle muhtemel Efrasiyab beni bekliyor olacak ve bu sergüzeştin
hikmetinden bahsedecek. Henüz “Neden ben?” sorusunun cevabını
bulamamışsam, elbette cevabını vermeyecek, yeni bir ipucu takdim ederek gri
cübbesini savura savura uzaklaşacak ve az ileride gözden kaybolacak, sırra
kadem basacak.
Arada bir uzunca bir rüyanın içindeymişim de rüya içerisinde rüyalar
görüyormuşum gibi geliyor bana. Bir sabah uyanacağım ve her şey normale dönmüş
olacak. Ve ben hemen elime kâğıt kalemi alıp, unutmadan bu rüyayı yazmaya
başlayacağım.
Belki de bu anlattıklarım işte o sabah yazdıklarımdır da parça parça
sizlerle paylaşıyorumdur. Neden olmasın?
Bu karmaşık zaman labirentinde nerenin başlangıç, nerenin son, neyin evvel,
neyin ahir olduğunu epeydir karıştırmış durumdayım zira. Medet Yâ Evvel! Medet
Yâ Âhir!
Muhterem
Dostlar,
Bu ayki seyahatimizde koskoca bir imparatorluğun kader çizgisinin kırıldığı
küçücük, mütevazı bir telgrafhaneye götüreceğim sizleri. Tarih çarkının -belki
de zembereğinin- geriye sarışına şahitlik edeceğiz birkaç saat içerisinde.
Hazırsanız sefinemiz çalışsın, deveran başlasın. Yâ Allah, yâ bismillah!
Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…
Takvimler 17 Eylül 1918’i gösteriyor. Hava sıkıntılı Şeria’da. Havada
kahredici bir ihanet kokusu ve yaklaşmakta olan bir kum ve barut fırtınası var.
İki katlı taştan telgraf binasının giriş katındayız. Artık rengi siyaha çalmış
olan ahşap dolaplarla ve raflarla çevrili odanın kireçle boyanmış duvarları
sigara dumanından neredeyse tamamen kahverengiye dönmüş, yer yer duvardaki
sıvalar dökülmüş. Duvarların bu hâli, içerideki sigara dumanı ile birlikte ağır
bir kasvet havası veriyor mekâna.
Telgraf makinasının başındaki Hüsam Efendi, bir taraftan sarma tütününü
içerken, diğer taraftan da burnunun ucuna kadar indirdiği yakın gözlüğü
yardımıyla Mors alfabesi ile gelen telgrafları okuyor, deşifre ediyor,
tasnifliyor ve arkasındaki küçük gözleri bulunan -yine kararmış vaziyetteki-
raflara yerleştiriyor.
Telgrafların kahir ekseriyeti askerlerden anne babalara ya da anne
babalardan askerlere yazılmış, hâl hatır soran yahut iyi olduklarını bildiren
mesajlardan ibaret.
En az altmış yaşında olmalı Hüsam Efendi. Kollarında dirseklerine kadar
uzanan kolluğu ve arkadan bağlı önlüğü, yine de mürekkep lekelerinden korumaya
yeterli olmamış beyaz gömleğini. Kafasındaki fes bir numara büyük olmalı ki
başının her hareketinde düzeltme ihtiyacı duyuyor Hüsam Efendi.
Ağzında sarma tütünü hiç eksik olmuyor. İşini artık mekanikleşmiş hareketlerle
gayr-i ihtiyârî biçimde icra ediyor. Birazdan koca devletin kaderinin emektar
makinasının başında şekilleneceğinden bîhaber.
Yaptığı işi sevip sevmediği anlaşılmıyor Hüsam Efendi’nin, lâkin ciddiyetle
yaptığı aşikâr. Sanki kendisi hep buradaydı da üzerine önce binayı dikmişler, sonra
da önüne telgraf makinasını koymuşlar gibi hissediyorum Hüsam Efendi’yi izlerken.
Ben Hüsam Efendi’ye, Hüsam Efendi de işine dalmışken ahşap kapı hışımla
açılıyor, her ikimiz de yerimizden sıçrıyoruz. Vakit geldi! Nefes nefese içeri
giren Yüzbaşı Cevat Rıfat, Filistin Cephesi Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın yaveri…
Hüsam Efendi, elleri önünde bağlı vaziyette, “Emredin Kumandanım!”
diyor. Yüzbaşı, asker adımlarıyla direkt olarak telgraf cihazının başına geçip
oturuyor, “Şifreyi bizzat geçeceğim Hüsam Efendi” diyor. Zira az evvel
Mersinli Cemal Paşa telgraf metnini Yüzbaşı Cevat Rıfat’a vermiş, “Bunu
bizzat şifre et. Elinle ve makine başında Enver Paşa’ya çek ve cevabını hemen
beklediğimizi yaverlerine söyle. Bütün diğer telgraflar beklesin, yalnız
bununla meşgul ol!” şeklinde emretmiş.
Yüzbaşı, gerginliği eline, yüzüne, hatta tüm azalarına aksetmiş şekilde
telgrafın manyetosuna basmaya başlıyor. Çekilmesi yaklaşık beş dakika sürecek bu
telgrafın metni aynen şöyle:
“İstanbul’da Harbiye Nazırı (Genel Kurmay Başkanı) Enver Paşa
Hazretleri’nin şahsına mahsus gayet mühim ve aceledir.
Emir Faysal’ın mektup ve tekliflerine verilecek cevap hakkında her an ve
her dakika emr-i devletlerine heyecan ve ehemmiyetle intizardayım (beklemedeyim).
Şimdi cepheden aldığım mevsuk (sağlam) malûmata nazaran bir
kumandanımızla General Allenby (İngiliz generali) arasında bazı
muhaberat (haberleşme) cereyan etmekte olduğu anlaşılmaktadır. Yıldırım
Ordular Grubu Kumandanlığı Erkân-ı Harbiye Reisi Kâzım Paşa ile mezkûr
kumandanlık Levazım Reisi Miralay Merzifonlu Ömer Lütfi Bey’e de bu kumandan tarafından
İngilizlerle anlaşılarak bir terk-i muhasama (düşmanlığı bırakma) teklifinde
bulunulduğu anlaşılmaktadır.
Bu teklifi şiddetle reddetmiş olmasına rağmen Kâzım Paşa hakkında şahsî bir
fikrim yoktur. Ömer Lütfi Bey ise son derece temiz bir asker ve fedakâr bir
vatan evladıdır. O da bu fikri işitmek bile istemediğini beyan etmiştir.
Emir Faysal’ın tekliflerine kat’i bir cevap veremediğimiz şu dakikada
Suriye ve Garbî Arabistan’da bir Hidiviyet tesisiyle Kavalalı Mehmed Ali
Paşa’ya imtisal etmenin (benzemenin) vatana getireceği azim felâketleri
düşünülerek işe âcilen vaz’ıyet buyurmalarını ve bu hususta taraf-ı âciziye
icab eden emirlerin verilmesini ehemmiyetle arz ve istirham ederim.”
Mersinli Cemal Paşa, bu telgrafla Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya iki konuyu
arz ediyor ve emirlerini en acil şekilde beklediğini bildiriyor.
İlki, Emir Faysal’a verilecek cevap… İki üç gün evvel Emir Faysal ile gizli
bir görüşme yapılmış, Emir Faysal, kendilerine bir çeşit özerklik verilmesi hâlinde
İngilizlere karşı Osmanlı Ordusu yanında savaşmaya hazır olduklarını
bildirmişti ve cevap bekliyordu.
İkinci konu ise, karargâhtan birilerinin (kim olduğu Cemal Paşa’nın malûmudur)
İngiliz tarafı ile görüştüğü ve savaşmamak üzere anlaştığı yönünde aldığı
sağlam istihbarat.
Bu iki hususta zamanın Genelkurmay Başkanı Enver Paşa’dan cevap ve
emirlerini sual etmişti Mersinli Cemal Paşa.
Yüzbaşı Cevat Rıfat, telgrafı çektikten sonra gergin şekilde beklemeye koyuluyor.
Dakikalar geçmek bilmiyor. Kâh parmaklarını çıtlatıyor, kâh kalkıp odada volta
atıyor, kâh tekrar gelip makinanın başına oturuyor, kâh sakalını sıvazlıyor,
bıyıklarını dişliyor, kâh oturduğu koltukta istemsizce bacaklarını sallıyordu.
Böyle kaç saat geçti bilmiyorum. Arada telgraf makinası çalışıyor,
makinadan gelen tıkırtılar odaya kelimeler getiriyordu. O anda kumandan ok gibi
fırlayıp makinanın başına geçiyor, nokta ve çizgilerden oluşan şeridi okuyor,
önemsiz bir telgraf olduğunu görünce Hüsam Efendi’ye uzatıyor, hayâl kırıklığı
ve öfke ile kendi kendine söyleniyordu.
Bu gergin bekleyiş devam ederken, ben sizleri iki gün sonrasına, 19 Eylül
sabahına götüreyim dostlar, buyurunuz…
Nablus’taki cephe hattımızda bir gece öncesinden 4, 7 ve 8’inci Ordular
savunma hattını teşkil etmiş, İngilizlerin saldırısına hazır bekliyorlardı. Sabah
henüz gün ışımadan 04:30 sularında beklenen saldırı başladı. Ancak 4 ve 8’inci
Ordu’yu (ve Mersinli Cemal Paşa’yı) bekleyen tatsız bir sürpriz vardı. Tam da
Enver Paşa’ya gönderilen telgrafta bildirilmiş olduğu gibi, 7’nci Ordu kimseye
bilgi vermeden Bisan istikametine ricat etmiş (geri çekilmiş), 7’nci Ordu’nun
bıraktığı boşluktan tek kurşun dahi yakmadan geçen İngilizler 8’inci Ordu’ya
arkadan saldırarak bozguna uğratmıştı.
8’inci Ordu dağıldıktan sonra 4’üncü Ordu da kolay lokma hâline dönüşmüştü.
Birkaç saat içerisinde Filistin Cephesi çökmüş, Osmanlı Ordusu ağır bir mağlûbiyet
almış ve Kudüs (ve çok daha fazlası) İngilizlerin kontrolüne geçmişti. Bu
hezimet sonrası Osmanlı Devleti, kendisini Mondros Mütarekesi masasında
bulmuştu.
Hani resmî tarihin “Almanlar yenildiği için yenik sayıldık” masalı
var ya, unutunuz onu lütfen! 7’nci Ordu’nun habersiz ricatı ile savunma hattı çökmüş
ve bal gibi yenilmiştik.
Oysa aynı ordu, çok daha güçlü ve zinde İngiliz ordusunu 1915’te Selman-ı
Pak’ta, 1916’da Kut’ül-Amâre’de bozguna uğratmıştı. Hattâ binlerce İngiliz
askerini esir almıştı. Ve hattâ 1915’te yedi düvelle birlik olup saldıran
İngiliz ve Fransızlara Çanakkale’de, dünya durdukça unutamayacakları bir
hezimet yaşatmıştı. Nereden nereye?
Tekrar telgrafhanemize dönelim…
Yüzbaşı Cevat Rıfat, saatler sonra beklediği telgrafın gelmeyeceğine kani
oluyor ve gitmeye hazırlanıyor. Hüsam Efendi’yi sıkı sıkıya uyarıyor. Harbiye
Nazırlığından telgraf gelirse deşifre etmeden ve vakit kaybetmeden kendisine
getirmesini tembihliyor. Ve telgrafhaneden çıkarken kapattığı o ahşap kapı,
sadece o kasvetli odaya değil, sanki bir devrin üzerine de kapanıyor.
Bazı şeylerin değişmesi için birkaç nokta, birkaç çizgi yeterli olabilirdi
o birkaç saat içerisinde. Lâkin mukadderat işte, insanlar gibi ülkelerin de bir
kader çizgisi var.
Dönme vaktidir dostlar! Zira odadaki kasvet dalga dalga tüm Filistin’i
sarmakta elan...
***
Pek Muhterem Kari,
Tam 103 yıl evvel bugünlerde tarihin ve coğrafyanın kapıları üzerimize ağır
şekilde kapanmıştı. Kapanan bu kapılar koca Osmanlı Devleti’ni Anadolu’ya
hapsetmişti. Hattâ Anadolu’nun özellikle güneye ve Batı Trakya’ya bakan
pencerelerine dışarıdan tahtalar bile çivilenmişti.
Yüz yıl boyunca içimize kapanmış, komşularımızla ilişkilerimizi koparmış,
tahtalar çivilenerek kapatılan pencerelerimizin diğer tarafını İstiklâl Harbi’nde
galip geldiğimiz ülkelere teslim etmiştik. Oysa oraların bir Diyarbakır’dan,
bir Kars’tan, bir Edirne’den farkı yoktu bizim için.
Geçen yüz yıl boyunca, galebe çaldığımız devletler evimizin içinde bizleri
meşgul edecek bir şeyler buldular mütemadiyen. O kadar ki, evimizin içi ile
uğraşmaktan pencerelerimizdeki tahtaları söküp atmak aklımıza bile gelmedi.
Zamanın İlâhî sarkacı (ya da zembereği) ise şimdilerde geri dönüyor. Yüz yıl
önce kapanan tüm kapılarımız ve pencerelerimiz yeniden açılıyor. Tarih, coğrafya
ve medeniyet, Osmanlı evlâtlarını yeniden çağırıyor.
Sadece kapıları ve pencereleri değil, çevremize örülen duvarları da
yıkıyoruz birer birer. Çünkü Türkiye, Türkiye’den büyüktür. Bunu bizlerden daha
iyi biliyor hasımlarımız ve tehlikenin farkındalar. Türkiye, bir ayağı Mağrib’de,
bir ayağı Asya’nın göbeğinde, bir ayağı tâ Yemen’de, diğeri Bosna’da,
Karabağ’da olan bir devdir. Ve o dev, uyanıyor. “Yurtta sus, cihanda sus” devri
sona erdi. Libya’da, Suriye’de, Irak’ta, Karabağ’da, Afganistan’da, Bosna’da,
Karadağ’da, Akdeniz’de, hattâ Ukrayna’da, Gürcistan’da atılan adımları yeni bir
diriliş ve yeni bir kıyamın habercisi olarak değerlendirmek yerinde olacaktır.
Hak ile bâtılın savaşı kıyamete kadar devam edecektir şüphesiz. Ancak devin
kıyamı, kıyamete kadar bâtılın kâbusu olacaktır. Cebinde Türk kimliği taşıdığı
hâlde bâtılın bu kâbusuna iştirak edenleri ve bu kıyamdan ürkenleri de Allah’a
havâle edelim.
Allah hidayet versin inşallah. (Âmin!)
Kalınız sağlıcakla efendim…