GEÇEN birkaç ay içinde
ismimden daha fazla duyduğum bir kelime varsa, o da muhtemelen “medeniyet”
kelimesi olsa gerektir. Her yanımdan adeta medeniyet fışkırıyor; gazete
başlıklarında, üniversite kulüplerinin isimlerinde, sağda solda verilen
konuşmaların başlıklarında, dostlar arasında yapılan entelektüel düzeyi ortanın
üstündeki muhabbetlerde, köşe yazılarında, e-postalarda ve hemen hemen her
yerde, bir şekilde bir “medeniyet” sözüne rastlayabiliyorsunuz. Garip olduğu
kadar, düşündürücü de bir durum.
Yeni
bir medeniyet kurmak arzusu, şu üzerimize kurulan “uygarlık” tasarımının
başlangıcından beri farklı mahfillerde kendisine yer bulmuş bir tartışma
meselesi gibi görünüyor. Üzerimize son dönemlerde, yani geçtiğimiz yüzyılı
aşkın bir süredir giydirilmeye çalışılan elbiseyi belli ki pek sevmedik; onun
yerine yeni libasların, farklı aksesuarların hayalini kuruyoruz. Bu hayal bazen
öyle alevli noktalara çıkıyor ki, sanki aklımızda dört başı mamur bir medeniyet
tasavvuru mevcutmuş yahut binlerce yıllık bir medeniyet tecrübesinin birikimine
bizzat sahipmişiz gibi aşırı bir özgüven içinde “Nasıl bir medeniyet?” konulu
görüşleri bolca okuma imkânı buluyoruz.
Tüm
kelimelerimizde olduğu gibi, medeniyet de artık “afazik”. Afazi, konuşma ve
anlama yeteneğinin kaybı ile kendini gösteren tıbbî bir durumun adı. Fakat
bunun bir de toplumsal türü var. Aynı kelimeleri kullanmamıza rağmen,
muhayyilemizde yahut kurgumuzda bu kelimelere binlerce farklı anlam
takabildiğimizden, çoğu zaman kelimeler, irtibat kurmamıza ve anlaşmamıza
yetmeyebiliyor. Bir dönem “modern”, “çağdaş”, “dindar”, “yobaz”, “laik”,
“devlet”, “cumhuriyet” gibi kelimeler böyleydi, hatırlarsınız. İleri düzeyde
afaziden mustarip olan bu tip kelimelerin havalarda uçuştuğu kavga ve
tartışmalar hiç bitmeyecek gibiydi. Hâlâ devam ediyor elbette ama dozu da
zamanla azalıyor, zira şimdi daha “medenî” afazilerimiz var.
Medeniyetten anlaşılanlar pek muhtelif gibi görünüyor. Kimi dünya tarihinde görülmemiş bir ilim ve kültür medeniyetini inşa edebileceğimiz ön kabulünden hareketle oldukça geniş bir fantezi dünyası inşa edebiliyor. Bazısının medeniyetten anladığı ise muhayyel, çoğu zaman gerçeklikten kopuk bir “kadim zamanlar” algısı. Bazısı bu kadim zamanları Osmanlı mefkûresi içinde resmederken, bazı başkaları da Emevi-Abbasi dönemlerine kadar gidip ilmen bir Beytü’l-Hikme geleneğini dünümüzden günümüze taşıma derdinde. Bazısına göre Asr-ı Saadet her detayı ile günümüze getirilmeden medeniyetten bahsedilemezken, bazısı bizzat bugün içinde yaşadığımız şeyi “medeniyet” olarak algılayıp dünyaya nizam vermenin imkânları üzerinde kafa yoruyor. Kısacası “medeniyet” sözü, adeta bir panayır gibi ve isteyen, istediği oyuncakla hoşça vakit geçirip heyecanlı zihnî maceralar deneyimleyebiliyor.
Mensubu olduğumuz inanç sistemi hayatın her alanına dair düzenlemeler ihtiva etmesiyle diğer dinî akımlardan temelde ayrılmasına rağmen, bunun hayatımızda neredeyse hiçbir izini bulamazsınız.
Medenî
olmak, medeniyet kurmak
Medeniyet
kurma hayallerinin bence en önemli eksikliği, hâlihazırdaki gerçeklikten çoğu
zaman ciddi bir kopukluk arz etmesi. Muhayyel medeniyet tasavvurları, bir
şekilde bugüne dokunmaktan uzak duruyor. Laboratuvar koşullarında veya
düşüncenin steril galerilerinde belki de çok fiyakalı duran birçok fikir, bugün
sokağa çıkıp yahut aynaya bakıp bizzat kendi insanınızla yüz yüze geldiğinizde
absürt ve komik kalabiliyor. Binlerce yıllık bir devlet ve medeniyet
geleneğinin varisleri olmakla övünmek bizde yaygındır; hâlbuki yaşayan bireyler
olarak bu mazinin ne kadarına sahip olabildiğimiz, ne kadarını içselleştirebildiğimiz
sorusunu pek sormayız. Zira genel istatistikler açısından cevaplar çok da iç
açıcı değildir çoğu zaman.
Kuş
bakışı bir göz attığımda bugünkü medeniyetimizin hali, Nasreddin Hoca’nın kuşa
benzesin diye bacağını ve gagasını budadığı leyleğin durumuna benziyor. Sadece
Cumhuriyet dönemi değil, ondan çok öncesinden başlayan bir “kendinden
memnuniyetsizlik hali” var işin altında. Dönemlerin seçkinleri ve imtiyazlı
sınıfları dışında büyük bir kitlenin nahoş nazarlarla baktığı, elinden
geldiğince değiştirmeye gayret ettiği, bunun için de sıklıkla deformasyona
maruz bıraktığı bir sistem ve o sistemin kültürü var bugün elimizde. Bu
hoşnutsuzluğun altında yatan mekanizmayı iyi anlamadan, bugün hâlâ devam eden
bu yaygın hoşnutsuzluğun da meyveli bir sonuca dönüşmesi bana pek mümkün
görünmüyor.
Neden
yeni bir medeniyet arzusu bu denli yaygın acaba? İlk sebebi açık: Eldekinden
memnun değiliz. En net olarak bildiğimiz tek şey bu! Bugünkü hal ve konumumuzu
kendimize yakıştıramıyoruz. Mevzu üzerinde derinleşmiş birkaç rafine zihni bir
kenara koyarsak, sizin ve benim gibi ekser ve sıradan insanların algısını
şekillendiren temel unsur, “mevcuttan memnuniyetsizlik” halidir aslında. Neden
memnun olmadığımızı bile objektif olarak tam bilmeden, memnuniyetsizlik
ekseninde yeni bir şeyler arzulamaya devam ediyoruz. Hâlbuki eldekinden şikâyetçi
olmak, yenisini ve daha iyisini yapabileceğimiz anlamına hiçbir zaman gelmez.
Zira yenisini inşa edebilmek, en başta o inşası düşünülen şeyin “tastamam bir
tasavvuruna” sahip olmayı gerektirir. Düşlenen o “hedef medeniyet”in unsurları,
en azından hayal edilebilmeli ve bugünün dünyasında, sıradan insanın hayatında
nasıl bir fark yaratabileceğinin temel düzeyde de olsa ön görülebilmesi,
tahayyül edilebilmesi elzem olmalı.
Ancak
iş bununla da bitmez! Tahayyül edilen şeyin en azından kişi ve aile düzeyinde
yaşanabilir bir pratiğinin hayata geçirilebiliyor oluşu da önemlidir. Hayal
edilen şey eğer bir gün gerçekleşecekse, bir yerlerden gerçekleşmeye
başlamalıdır. Hep verdiğim bir örnek var: Günümüzde Türkiye’de yaşayan
insanların önemli bir bölümü İslam inancına sahiptir; bunların da önemli bir
oranı, değişik derecelerde dinî pratikleri hayatı içinde uygulamaktadırlar.
Abdest, namaz, oruç, hac gibi ibadetler, bu topraklarda yaygın uygulamalardır.
Yeni bir medeniyet tasavvuru ile kafasını yoran birçok insanımızın evlerine
gidip bakınız, her gün belki beş vakit abdest alan insanların banyoları, bu
temizlik ritüeline uygun hiçbir tasarım emaresi içermez. Avrupa ve Amerika
kıtalarında gayrimüslim insanların kullandığı tüm hijyenik donanım, aynen bizim
banyolarımızda da vardır. Birçoğumuzun banyosunda yer alan lavabolar, tuvalet
ihtiyacını gidermekte kullandığımız alanlar, okuduğumuz, dinlendiğimiz,
tefekkür ettiğimiz yaşam alanı bölümleri, çoğu zaman özel ihtiyaçlara binaen
geliştirilmiş yahut uyarlanmış değildir. Bunlara dair hazır tasarımları parayla
almak isteseniz bile ulaşmanız neredeyse imkânsızdır.
Müslüman
yaşamına uygun bir lavabo, tuvalet, oturma grubu, masa, sandalye, kitaplık
nasıl bir şeydir, bilen var mı? Mensubu olduğumuz inanç sistemi hayatın her
alanına dair düzenlemeler ihtiva etmesiyle diğer dinî akımlardan temelde
ayrılmasına rağmen, bunun hayatımızda neredeyse hiçbir izini bulamazsınız. Çok
az sayıda örneği bir kenara koyarsak, camilerimizde bile bu alanlar hijyenden,
kullanım kolaylığından ve özgünlükten alabildiğine uzak, basmakalıp ve
kullanıcısıyla uyumsuz karakterdedir. Yeni yapılan konutlara, yaşam alanlarına,
park ve bahçelere ne kadar bakarsanız bakın, özgün bir dokunuş, medenî bir imza
göremeyeceksiniz. Batı kökenli faydacı (pragmatist) yaklaşım dışında estetik
bir telaş hiçbir yerde emaresini göstermiyor gibidir.
Binalarımızın
dış görünüşünü ancak belediyelerin talimatları doğrultusunda güzelleştirmeye (!)
razı oluruz mesela. Binlerce yıllık bir yerleşim yeri olan İstanbul’u ne yönde
değiştirdiğimize bakın ara sıra. Bize miras kalan bir medeniyet nişanesine
nasıl muamele ettiğimiz, medeniyet anlayışımıza dair kuvvetli işaretler taşır.
Yahut daha güzeli, Türkiye Cumhuriyeti’nin doksan yıllık Başkenti olan
Ankara’yı gezin bir gün ve doksan yıldır yönetim merkezi olan bir şehre nasıl
bir estetik miras bırakabildiğimizi, etrafımıza nasıl bir ayak izi bırakmaya
meyilli olduğumuzu kendi gözlerinizle, siyasî bakışlarınızdan mümkün mertebe
arınmaya gayret ederek bir izleyin. Bu kısa gözlem, her birimize medeniyet
tasavvurumuzun detayları hakkında ciddi fikirler verecektir.
Ne
kadar seçim özgürlüğü söz konusu olursa olsun, giyim kuşamımız, kıyafetlerimiz
ve aksesuarlarımız, “bize” ait hiçbir renk ve hiçbir fikir vermiyor. Dilimizde ise
dünyaya nizam verecek bir çeşitlilik ve nezahet, birincil dertlerimizden
değildir. Dünyayı bilmek, anlamak, onun dertlerine kafa yormak, bizim aslî
işlerimizden olmadı ve hâlâ ilk 10’a dahi giremeyecek bir mesabede. Çevremizin
temizliği, doğal kaynaklarımızın durumu, bize emanet edilen tabiata
ettiklerimiz, sanayileşmemizin etkileri, büyümenin bedelleri, zenginliğin
faturası gibi konular bugün kahir ekseriyetimizi ilgilendirmediği gibi,
birçoğumuz bunları dert edinenleri rahatsız edici bulmaya devam ediyor.
Kısacası bir anafor içinde yaşıyoruz ve buna rağmen görebildiğimizi iddia ettiğimiz “ufuk”larda bir medeniyet tasavvur ettiğimizi zannediyoruz.
Medeniyet
yaşamdır
Medeniyet
inşası, bir mimarlık yahut mühendislik ofisinde yapılan ve sonrasında uygulanan
bir proje değildir. Ne kadar konuşursanız konuşun, onu “ihdas” edemezsiniz.
Yapabileceğiniz, ancak gündelik yaşama ve işleyişe bakarak muhtelif tespitler
yapabilmektir. Tepeden dayatılan medeniyet projelerinin tutmadığını ve
tutmayacağını en yakından deneyimleyen topluluklardan biriyiz. Ama bu acı
tecrübeleri hızla unutma, yok sayma, kendimize ders çıkartamama gibi arazlardan
da derin bir biçimde mustaribiz.
Medeniyet,
yaşamakla ortaya çıkan bir şeydir. Bir insan, o medeniyetin doğal bir ferdine
şahsî olarak inkılap etmeden, tahayyülünde bile canlandıramaz o “medeniyet”i.
Bireyler olarak ne yapıyor, nasıl yaşıyor, yalnız ve bağımsızken nasıl bir
tarz-ı hareket izliyorsak, inşa edebileceğimiz medeniyet de işte ondan
ibarettir. Sırf sizi yansıtan, el emeği ile tüm örneklerden farklı üretilmiş,
sizi diğerlerinden farklı kılan, sokağa çıktığınızda meraklı bakışları
üzerinizde toplayacak özgün tasarım ve marjinal bir elbiseyi giyerek sokakta
gezinmek zorunda kalsanız kendinizi nasıl hissederdiniz? Yeni bir medeniyeti de
aynen böyle düşünebilirsiniz. Kıyafet, siz ona hazır olduğunuzda, zaten
üzerinizde şekillenen bir şeydir; sizin kültürel bir uzantınız, bir nevi şahsî
ve medenî “bildirge”nizdir. Başka taklit, tek tip ve seri üretim bir kılık kıyafet
tercihi ile tekstil ürünleri tasarımcısı olmak arasındaki uçurum gibidir
bahsettiğim.
Bireysel
olarak emek verilmeden konuşulanların birçoğu da maalesef boştur ve bu boşluk,
belki de en nadide kavramlarımızdan biri olması gereken “medeniyet”in de içini
hızla boşaltmaktadır.
Ortada
sözlü olarak gezinen bu “medeniyet” arayışları elbette kökten boş ve kötü
değil. Bir arzu ve isteğin, kadim bir özlemin dillere düşmüş halidir aslında.
Bence sorun, medeniyetin ele alınışındaki aceleci, bodoslama, düşüncesiz ve
telaşlı gidiştir. Sadece aklımıza geleni söyleyebilme özgürlüğünün yeni bir
medeniyet kurmaya yetmeyeceğini anlamamız ve anlatmamız gerekiyor. İhtiyacımız
olan, akıllara gelemeyenleri akıllara düşürebilecek düşünceli bir yüreğe sahip
olmaya gayret etmektir belki de.
Evet,
dünya sıkıntıda ve evet, tarihte daha önce bu topraklarda birçok yenilik çıktı.
Evet, bugün tüm insanlığa yeni bir nefes gerekiyor… Ama bu gerekliliklerin
farkında olmak, tedavide uzman olmayı otomatik olarak getirmiyor. Önce kendi
hayatımıza bir medeniyet gözlüğü ile bakalım ki bunun hemen ardından
“Medeniyet” bizi takip etmeye başlayacaktır.
Yarın
sabah, daha önce bir türlü selam veremediğiniz o komşunuza, otobüs şoförüne,
kurumdaki hizmetli çalışanınıza, öğrencinize, komşunuzun liseli genç oğluna bir
selam verip hal hatır sormayı deneyin. Medeniyet inşası, konferans salonlarında
yahut siyasî nutuklarda değil, aslında bizzat orada başlıyor.