Yağmurla giden

Şehir ve yağmur, uzun bir hasretin akabinde kavuşmanın, yitip gitmiş bir sevgiliyi yeniden bulmanın mekânsal senfonisi… Kimine sesi, kimine kokusu, kimine rüzgârı, kimine de pencere arkasından izlemesi ilham verir. Ama aslında toprağa düşemediği şehirlerde yağmur, en iyi cam arkasından hissedilir. Gafletteki şehirli için yağmur, daha çok bir kaçıştır. Oysa muhabbetiyle yağmura şemsiye açanların adımlarını hızlandırmaya niyeti olmaz.

HERKESİN beklediği, sevdiği ya da tecrübe ettiği bir yağmur vardır. Belki de bu yüzden yağmurun kişisel dünyalarda müşterek anlamını bulmakta zorlanırız. Yağmurla durulan/dirilen zihne ve duygulara göre anlam da değişir. Bulutsuz gökyüzüne alışmış insanlar için yağmura duyulan hasret ile güneşi unutanların özlemi de aynı değil zaten. Bu yüzden gelişi için duâlarla yolunu açar kurak yüzlü insanlar ve ancak gidişini bekler diğer yanda günlerce evlerine kapananlar.

Şehir ve yağmur, uzun bir hasretin akabinde kavuşmanın, yitip gitmiş bir sevgiliyi yeniden bulmanın mekânsal senfonisi… Kimine sesi, kimine kokusu, kimine rüzgârı, kimine de pencere arkasından izlemesi ilham verir. Ama aslında toprağa düşemediği şehirlerde yağmur, en iyi cam arkasından hissedilir. Gafletteki şehirli için yağmur, daha çok bir kaçıştır. Oysa muhabbetiyle yağmura şemsiye açanların adımlarını hızlandırmaya niyeti olmaz. Zaten bir şemsiyenin birleştirdiği gönüllerin üzerine yağan ne zamandır, ne de yağmur...

Yağmurun şehirle buluşmasında dile gelmeyen bir vuslat, ritmini bulamamış bir akış vardır. Aslında kendisinden kaçan bir şehrin yağmurla ne ilişkisi olabilir ki? “Bu kadar yağmura hangi şehir dayanabilir?” diye geçiriyordum içimden ta iliklerime kadar ıslanmışken...

Şemsiyemiz yok, bu yüzden kaldırımların binalarla birleştiği en kenarlarından yürüyoruz babamla. Minibüslerin geçtiği güzergâha kadar çok yolumuz var. Şemsiye, bizim gibi yağmurlu iklime yabancı kalanların hep unuttuğu bir ayrıntı.

Terminale gidiyoruz babamla sicim gibi yağan bir yağmur altında hızlı adımlarla. Zor atıyoruz kendimizi Topkapı minibüslerinden birine. Belki de içe yağan bir hüznü gizlediği için sırılsıklam olmaktan müştekî değiliz. Sanki yollar bizimle birlikte akıyor, biz yollarda akıyoruz. O zamanlar çok salaş olan otobüs garajına geldiğimizde, yan yana dizilmiş firma yazıhaneleri yağmurdan içeriye sığınan ve otobüs saatlerini bekleyen insanlarla doluydu. Sonunda babamın bineceği otobüsün yazıhanesine geldiğimizde, içeride boş olan koltuklara oturduk. Belki ıslanmış saçlarımı peçetelerle silmeye çalıştığım için, belki de yazıhanede yanan sobanın etrafa yaydığı sıcaklığın rehavetiyle birden babamın yanımda olmadığını fark ettim. Yaklaşık bir on dakika sonra, elinde bir kapüşonlu kaban ve bir şemsiye ile yüzü gülerek geldi: “Ben seni bu şekilde bırakır gidersem, aklım geride kalacak. Bunları az ilerideki dükkânlardan aldım.”

Kabanı sırtıma geçirdiğimde yüzüne yayılan rahatlama ifâdesi ve sesinde yükselen mutluluk tonu, bir gencin babasında görebileceği en son güzel şeydi belki. Vedâlaştık...

Ve yağmur, köklerinden kopan, medeniyetinden kaçan şehrin yüzüne her dâim uyarıcı bir fiske gibi iniyor. Mekânın uyanamayacağını bile bile, sokaklarından caddelerine, parklarından meydanlarına kadar sıvazlıyor âdetâ. Sonra sanki kentin bütün kirlerini ve mahmurluğunu üstlenerek, yeni bir dönüşe hazırlık için bırakıyor kendini derinlere. Yağmurun bütün derdi uyandırmaktır oysa. Onun seslerine gizlenmiş ritim, varoluşa çağıran derûnî bir şarkının notalarını içerir duyan kulaklar için. Daha çok yok etmeye, bertaraf edip denetlemeye yönelmiş insanın, sürekli var etmeye ve uyandırmaya coşup gelen yağmurun sesinden mustarip olup silkinmesi gerekmez miydi?

Yurtta bazen geçmeyen hafta sonlarında, Kocamustafapaşa’dan Aksaray’a kadar yürümek, sağlı sollu eski binalar, evler ve tarihî eserlerin arasından süzülmek, bütün ağırlığını alıyordu genç bir bedene yüklenen gurbetin. Yine böyle bir hafta sonunda, aslında yağmaya meyilli bir havada, babamın Topkapı garında bana son anda aldığı şemsiyeyle birlikte yürüyüşe geçtim. Daha yolun başında eşlik etti rahmet bütün coşkusuyla seyrüseferime. Ama bu sefer şemsiyemin tel uçlarından süzülürken yaşadığım yağmur, telâşeli adımlara fırsat vermiyordu. Her ne kadar kollarımın ıslanmasına mânî olmasa da, sesini ve kokusunu sindire sindire yürümek ayrı bir keyifti.

Meydana indiğimde, sağda solda bir şeyler satmaya çalışan, koşuşturan insanların aralarından her zamanki gibi Vâlide Câmiî’ne doğru yol almaya çalışıyordum. Birden önümde siluet gibi beliren küçük bir kız çocuğu, sanki saçları yüzüne şemsiye olmuş gibi, hiçbir ıslanma kaygısı içinde olmaksızın elini açtı. Daha düşüncelerim bir düzene girmeden, avucunun suyla dolduğuna tanık oldum. Yok, para değildi o anda elinin içine sıkıştırılması gereken. Zaten şemsiyem dışında verecek bir şeyim de yoktu. Zaman geriye sardı sanki ve çocuğun arkasından bakarken, babamın otogarda bana bıraktığı bakışlar o siluetin yerini almıştı. Vâlide Câmiî’nde bir kubbe altında içime yağıyordu yağmur…