Türkü dinleme temrinleri

Niyetim, türkülerin taşıdığı melâl sofrasında ehl-i dille sohbet etmektir. Sonunda söylenmesi gereken sözü baştan söylemekte yarar var: Türkülerin muhatabı olan kalabalıklara söylenecek bir sözüm yok. Ben, sanatçılarımıza ve özellikle şairlerimize meram anlatmaya çalışıyorum. Dinlediğiniz ve telezzüz ettiğiniz için de reklamını yaptığınız yabancı müziğin hiçbir sesi, bizim toprağımızın bir fısıltısı kadar bile değerli olamaz. Müzik evrensel değildir, insandır evrensel olan.

TÜRKÜYÜ müzikle karıştıranlar, türkünün, Anadolu insanının bağrından koptuğuna dair velveleli sözlerle kafa bulurlar. Haklıdırlar. Türkü, onu yakan mustaribin bağrından kopar. O anda kopar, söyler, geçer... Çünkü türküye medar olan mesele neyse, önce söyleyeni yakar, yanan da döner, türküyü yakar.

Yukarıdaki bağır (sine) meselesinin biraz daha açılması gerekir. Şöyle ki, türkü kendini söyletirken, söyletenin halinden haberdar olunmaz. Aslında haber verdiği acıyı yaşayan, kendi acısının türküye konu edildiğinden haberdar bile olmayabilir. Mevlana’nın hikâyesindeki “Her bereft, her bereft (Eşek gitti, eşek gitti)” diye eğlenen kalabalıkla birlikte kendi eşeğinin satıldığından haberi bile olmayan saf eşek sahibi gibi...

Müzik değil, insandır evrensel olan

Uzun zamandır zihnimi ve gönlümü meşgul eden bu yazılar, artık burada yayınlanacak. Bu yazıların uydurma türkü hikâyeleriyle bir ilgisi yoktur. Niyetim, türkülerin taşıdığı melâl sofrasında ehl-i dille sohbet etmektir. Sonunda söylenmesi gereken sözü baştan söylemekte yarar var: Türkülerin muhatabı olan kalabalıklara söylenecek bir sözüm yok. Ben, sanatçılarımıza ve özellikle şairlerimize meram anlatmaya çalışıyorum. Dinlediğiniz ve telezzüz ettiğiniz için de reklamını yaptığınız yabancı müziğin hiçbir sesi, bizim toprağımızın bir fısıltısı kadar bile değerli olamaz. Müzik evrensel değildir, insandır evrensel olan.

Bir şiir programı sırasında fon müziği olarak kullanılan bir yabancı parçaya itirazımdan sonra yetkili arkadaş, “Müzik evrenseldir” gibi şeyler söyledi. Benim itirazım da şuydu: “Ben Türk şiiri okuyorum. Benim şiirimin arka sesinde beklediğim de toprağımın sesi olmalıdır. İmdi şu soruya cevap arıyorum: Bu yabancı parçaları dinlerken içinizde bir gurbet hissi doğuyor mu? Ana babanızdan ve memleketinizden ayrı iseniz, ana babanızı, evinizin ekmeğini, bahçenizin ağacındaki meyveyi, kümesten elinizi uzatıp tavukların gaga darbeleri arasında aldığınız yumurtanın sıcaklığı gönlünüzden geçiyor mu? Kendi memleketinizde iseniz, zamanın kutbu Abdürrahim Reyhan Hazretleri’nin “Allah’ı özlüyor musunuz?” sorusunu hiç kendinize sormayı akıl ediyor musunuz?” Hayli karışık bir durum. Türküden neredeyse şiire geçeceğiz. 

Müziğin idrak edilebilmesi, o müziğin icat ve icra edildiği cemaat, kabile ve millete ait hususiyetleri taşıyor bulunması ile anlaşılabilir. 

Ve türküler(imiz)

İnsanlığın başından beri meramını ifadede kullandığı yöntemlerin en eskisi -dil dışında- müzik olmalıdır. Müzik, bir unsuru dil, diğeri de insan sesi olan ve kayda ilk zamanlar pek ihtiyaç göstermeyen vasfı dolayısıyla sürekli değişime maruz bulunmaktaydı. Ses veren aletlerinse nasıl bir süreçte ortaya çıktığına dair bilgimiz sınırlı. Müziğin kayıt altına alınması, yani nota dediğimiz müzik elifbasının icadının tarihi hakkında da pek fazla bilgimiz yok. İnsanlığın gelişim ve değişim seyri içerisinde önce kabileler, sonra kavimler ve milletler olarak birbirini etkilemesinin bu iddiaya mesnet teşkil ettiği düşünülebilir. Bu, ayrı bir tartışma konusudur. Ancak günümüzün iletişim imkânları göz önüne alındığında ortaya konulan ürünlerin daha çabuk yayılması, bunun sonucu olarak da kitlelerin daha çabuk etkilenmesi bu iddialara bir haklılık sağlayabilir.

Netice itibariyle her sanat dalı, insanlığın ortak malı olması hasebiyle evrenseldir. Ancak yazılı kültürle müziği neşet ettikleri insanî alanlar, hitap ettikleri aklî ve ruhî sahalar itibariyle birbirinden ayrılan bazı hususiyetleri göz önünde tutarak ele almak gerektiği kanaatindeyim. Diğer sanat eserleri, aklın ve zihnin tabiî melekeleriyle idrak ve fehmedilseler bile müziğin hitap ettiği sahada bizzat müziğin talep ettiği ruhî alâkayı fazla nazar-ı itibara almazlar. Yine müziğin insanda hedeflediği kalbî inkılap ve ihtilâl, o eserler için fazla ehemmiyet arzetmeyebilir. Şöyle denebilir: Biri muhatabının alâkasını, aklını ve anlayış kabiliyetini; diğeri de kalbî hassasiyetlerini tahrik ederek temin ve ihata etmeye çalışır. Birbirinin zıddı olan iki tesir tarzıdır bunlar. Müzik, ifade edebildiklerinden kalbî ve hissî cevaplar talep eder. Diğerinin bu manada beklediği bir cevap bile olamayabilir. Daha doğrusu, cevap konusunda daha zaman tanıyıcıdır. Çünkü aklın kavramasına, idrakine muhtaçtır.

Çok ciddî bir sorumluluk alanı

Bu bakımdan müziğin idrak edilebilmesi, o müziğin icat ve icra edildiği cemaat, kabile ve millete ait hususiyetleri taşıyor bulunması ile anlaşılabilir. Muhatabının da bu hususiyetlerden haberdar olmasını, bir de bu hususiyetlerden neşet eden telezzüz, kahassüs ve tahazzüz gibi hassalardan nasibdar bulunması ile mümkün olmaktadır. Bu, her insanın büyüyüp gelişirken ekmeğini yiyip suyunu içtiği toprağın kendi varlığı üzerinde birtakım haklarının bulunduğuna dair şuurlu bilgisi ile bir bediî kalp ve duygulanma yeteneği geliştirmesi meselesidir. Çok ciddî bir sorumluluk alanıdır. Bu sahanın gerektirdiği kişiliği bina ve imar hususu, milletlerin fertleri olma hakkının asıl unsurlarından biri sayılmalıdır.

Evrensel olmak için önce “kendi” olmalı

Sanat ve edebiyat sahasında görülen verimsizliğin de yerli değerlere uzak ve bigâne tavırdan kaynaklandığını söylemek gerekiyor. Bu, bahs-i diğer. Ancak birçok sanat erbabının bu hususta gösterdiği ilgisizlik, şahsî ve yerlilikten yola çıkılarak bina edilecek mükemmel bir sanatın önündeki en büyük engel sayılmalıdır. Bu durum, ağızlardan düşürülmeyen evrensel olma yolunu da kapatmaktadır. Çünkü sanatçı, evrensel olabilmek için önce kendi olmalıdır.

Bu kadar sözün sonunu türkülere getirmek niyetindeyim. Bir şairimizin “Büyük şiir, çoğu zaman trajik olandan çıkar” tespitinden yola çıkarak şöyle sorulabilir mi? Trajik olan neyse -bir hayatın tamamı veya bir ömür, bir an-, hangi taşıyıcı varlık üzerinde tetkik edilecek ki üzerinde bir hüküm verilebilsin? “İnsanın” denilecektir şüphesiz. Peki, insan hayatının trajik olan yanı üzerinde fikir beyan edilirken, mekân olarak ona nereyi tayin edeceğiz? Demek bir mekân sorunu çıkıyor ortaya. O zaman trajik olan, insanın mekânla tanışması, hatta mekân değişimi yaşamasıyla başlamış olmuyor mu? Yaratıcının insana verdiği ve nasip ettiği mekânın, bize itinayla taşımamız emredilerek verilmiş en büyük nimet olan can ile münasebetini tanzim edecek hangi hayatî hususiyet kesbedilecek? Yahut bu hususiyet, kaynağını nereden alacak?


Toprağın üzerimizdeki hakkı

Bu soruya verilecek en makul karşılık, sanırım asıl trajik olana verilecek en uygun cevap olacaktır. İnsan topraktan yaratıldı. Kendisine beden olmadan önce o toprak, birtakım hassalarla beslendi, bezendi. Sonra can verildi. Bundan felsefî bir netice çıkarıp toprağın candan önce insanda hakkı var denilebilir mi? Eğer denilebilirse, insanın canı alındıktan sonra geriye yine toprağın kaldığı hakikati, bana türkülerin (bizim türkülerimizin) sesle toprağın birleşmesinden meydana geldiğini iddia etmek hakkını verir mi? Hayli karışık bir durum bu. “Türkü dinleme temrinleri” diye tesmiye ettiğim hareketin, bu karışıklığı izale etmek gibi bir niyeti yoktur. Ancak türkülerimizi besleyen ana hassasiyetin, her yaratılmış insana yaratıldıktan sonra Rabbi tarafından sorulan soruya verdiği “Evet” cevabına cemile olarak ihsan ettiği bir histen söz etmek, meseleyi izah ve fehmetmekte belki biraz kolaylık sağlayabilir bize.

Melâl

Sözünü ettiğim his, “melâl” hissidir. Lügatler, “sıkıntı, usanç, bıkkınlık” manasını veriyorlar. Kelime olarak karşılığı bu olsa da biz, “ıstılah” manasına bakıp değerlendirmeye çalışacağız. Melâl, her millete Allah tarafından bütün ruhların “Belâ” demesi üzerine ihsan edilmiş hususî bir hâldir. Duygu değildir. Allah, bu hâl mucibince kullarına yaklaşır. “Uzaklaşmaz” denilemez; çünkü O, her an kuluna yakındır. İnsan uzaklaşır. Giderek de O’nu inkâr ettiği macerada yeniden kapısına dönmek niyet ve imkânından mahrum kalır.

Melâlin ortaya çıkması bir sebebe mebnî değil, kendiliğindendir. Söze ve kaleme sığmaz. Yani ümmîdir, hâl olarak Allah Resulü’nün sünneti üzeredir. Diğer hassasiyetler melâl üzerinden doğarlar. Yani ana rahmi (mekân) ruh; yumurta (meni) ise hâldir. Hâlin sıhhatine göre diğer hassasiyetler zuhur eder. Yani sanatçının kelime ve manaları çamur gibi yoğurup ortaya bir ceset hâlinde koyduktan sonra ona ruhundan üflemesiyle ortaya çıkacak eserlerdeki ahvâle sırasıyla “hüzün, gam, keder, kasavet ve kasvet” denir. Yani insanın, yeryüzündeki halifesi olarak Allah’tan aldığı yaratma kabiliyeti kadar ortaya çıkarabildiği hâldir bunlar. Temelleri melâldir. Ortaya çıkan bütün hassasiyetler bozulmayı ifade eder. Yani ümmîlikten bilgiye geçişi ve bilginin insana vereceği kibrin, sanki yaratma gücü kendisindenmişçesine içini diğer duygular kaplar.

En büyük hüzün, Allah’tan uzaklaştığının telaşına kapılmaktır. İşte Allah Resulü’nün, ümmetinin hâlleri açısından telaşı da budur, Hüzün Peygamberi olmaları da bundandır. İnsanın da melâl meselesi kalben, ruhen, idraken ve irfanen ümmî olması meselesidir. “İlim beldesi” olan Allah Resulü’nün ümmîlikleri de böyledir. O’nu Hira dağına çeken hâl, melâlidir. Gözlerinin ve gönüllerinin Allah’tan başka her şeye kapalı bulunmasıdır. Miraç sırasında geçtiği bütün makamlarda kendisine gösterilen dünya ve cennet nimetlerinin hiçbirine göz ucuyla bile bakmamış olmaları zahir ümmîliklerindendir.

Ümmetin içindeki telaşın gizli sebebi de melâldir. Yani Allah’la dirsek dirseğe olmak. Bu hâli kaybeden insanın hüznü de bu melâlden neşet eder. Allah, kendisiyle kavilleşen her kuluna melâli ilk hediye olarak vermiştir. Kulunun sözünde durması veya durmaması, irfanıyla ve aşkıyla mütenasip bir terbiyeyi ifade eder. Müslümanların bu hali daha çok yaşamasının sebebi ise bu melâlin Muhammedî olmasından kaynaklanır.

İnsan topraktan yaratıldı. Kendisine beden olmadan önce o toprak, birtakım hassalarla beslendi, bezendi. Sonra can verildi. Bundan felsefî bir netice çıkarıp toprağın candan önce insanda hakkı var denilebilir mi? 

Türküler ümmî ve melüldürler

Türküler bu yüzden hem sesleri, hem de sözleriyle ümmî ve melüldürler. İrticalen oldukları için kalbin tam aynasından çıkarlar. Musiki ile aralarındaki fark ise ima ettikleriyledir. Musiki, genellikle haber verir, hesaplı kitaplıdır; hesaplı kitaplı olduğu için de sadece bir heyecanı uyandırır. Türkü ise hesap kitap yapmadığı için cezbeyi uyandırır. Buna en iyi örnek olarak Bayburtlu Zihnî’nin Kerem ayağında okunan türkü haliyle birlikte sarayda, Şehnaz makamında bestelenmiş şarkısı gösterilebilir. Anlatmakla olmaz, dinlemek lazım. Şehnaz makamındaki hâli “hüznü”, Kerem ayağında okunanı da “melâli” ima eder. Türkü halinde dinlendiğinde kalbin derinliklerindeki hassasiyeti şarkı halinde görmek pek mümkün olamamaktadır. Birinde gam, kasavet ve kederi ifade eden şiir, şarkıda sadece bir şarkı sözü haline gelmektedir. Kadim Arap şiirinde Kâbe duvarına asılan şiirlerin şairlerinin okuryazar olanlarına fazla itibar edilmediğinin sebebi de bu batinî ihlas olmalıdır.

Cim cime düştü

Alvarlı Efe Hazretleri’nin işaret buyurdukları zülüf tuzağını bu hakir, şiir derslerimizde şiirimizin temel meselesi olan gönül kuşu ve sevgilinin tuzağı meselesiyle ele almıştı. Şöyle diyor Ercişli Emrah: “Celâli cehennem, cemâli cennet/ Bugün cism ü cânda cim cime düştü…”

Cimlerin kuyruklarını, yârin zülüf telleri olarak yanağına düştüğünü hayal edelim. Kuyruklar tabiî olarak birbirlerinin arasına girmek zorundadırlar. Noktaları da gönül kuşuna uzaktan dâneler olarak görülür. Gönül kuşu bu dâneleri almak için konduğunda zülüflerin tuzağına düşer. Bizim şiirimizin temel kaynağı budur: Sevgiliye giden yolda bilmeden tuzağa düşmek. Sonra o tuzaktan kurtulma yahut kovulma korkusunu yaşamak. Bedeni ile halkın arasında olsa da gönlünü o tuzakta bırakmak.

Nitekim Erzurumlu Emrah Hazretleri, bu duruma karşı (tabiî ki dünyevî olanına) nefislerini uyarma ihtiyacı duyar: “Ey Emrah aldanma sen bû lâneye/ Düşer dâm-ı dehre kanan dâneye/ Külbe-i gam derler bu kârhâneye/ Yüz bin hiyle var inceden ince…”

Cimlerin kuyruklarının birbirine girmesi ile hâsıl olan tuzak “dâm-i dehr”dir. Tuzağa çağıran da dânelerdir. Yani cimin noktalarıdır. Karlı kış günlerinde benim de yaptığım gibi atkuyruğu düğümünden yapılmış tuzakla kuş avlamış olanlar bilirler…

Sümmanî Baba’nın ise telaşı Harputlu Hacı Hayri’nin,

“Zülfün görenlerin hep bahtı siyâh olurmuş/ Tek zülfünü göreydim bahtım siyah olaydı” dediği gibi tuzağa bilerek düşmektir. “Sümmânîyem ya Rab, gönlüm hoş eyle/ Ya sabır ver, ya bağrımı taş eyle/ Ya bir çift kanat ver ya da kuş eyle/ Tez yetişem, dost bağında talan var…”


Türküdeki cezbe

Hakir, bu şiirdeki (aslında türküdeki) cezbeyi Sümmanî’nin tarik-i Nakşibendî’ye intisabından sonra, Nakşibendî’de önemli bir yeri olan ve şeyhin, müridlerinin kalblerinin pasını sildiği bir ameliyeye (teveccühe) yetişmek için ettiği dua olarak kabul etmek niyetindeyim. Yaşayanlar bilir ancak…

Yukarıda arz etmeye çalıştıklarım, bir sohbetten arkadaşların zor belâ çıkardıkları eksik gedik sözlerdir. Hem biraz duaya vesile teşkil eder, hem de ukalalık olur diye takdim edilmiştir. 

Türkünün arka sokaklarını gezme hevesim de Trabzon’da geçen bir hadiseyle ilgilidir. Şöyle: Her Ecevit iktidarında sürgün yerim olan Trabzon’dayım. Gece, radyo haber nöbeti tutuyorum. Karşımda gece bekçisi İsmail. Radyonun arşivinden türkü bantları çıkarıp Nagra teypte dinliyoruz. “Karadeniz türküleri” diyeceksiniz, değil… Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Turan Engin ve özellikle Talip Özkan. Devr-i câhiliyemde bana belalı saatler yaşatan bir türkünün son kıtasının son iki mısraı. Tamamı şöyle son kıtanın: “Burma da burma duman tüter dağın belinden/ Okunmamış fermanım var düşman elinden/ Bunu yazan yanlış yazmış serhoş halinden/ Gönder a kuzum ben yazayım zülfün telinden…” Bela, bu son mısradan çıkmaktadır.

Türkü faslı bitti. İsmâil’den bir söz: “Abi vuracaasın bu türküleri sırtına, çıkacaasın Boztebeye…” Şiveyi değiştirmeden yazdım ki vecdi nakledebileyim. Ben, ilkin teybi sırtlayıp gitmekle ilgili bir şey söylüyor zannettim. Biraz deşince, türkünün bizâtihi yükünü sırtlamayı ifade ettiğini anladım. Bu hadise, türkünün mücessem bir hâlet-i ruhiyeye işaret ettiğini ve bu hadisenin de ancak melâlle izahının mümkün olabileceğini gösterdi. İşte durup durup işaret etmeye çalıştığım da budur… Nasip olursa, sonraki yazıda bu hâli yaşayan gönlün ara sokaklarında dolaşmaya çalışacağız.