Topluma sunulan ideolojik bilim anlayışı ve “Evrim”

Biyoloji neredeyse tümüyle bir ideolojiye dönüştürülmektedir. Antropoloji, psikoloji, etoloji, fizyoloji ve moleküler biyoloji gibi bütün biyoloji dallarından üretilen bilimsel bilgiler, bu ideolojinin dogmalarını doğrulamak için kullanılmaktadır. İdeolojik düşünen bilim adamlarının en büyük hataları, “hayat” gerçeğini indirgemeci bir mantıkla alabildiğine basitleştirmeleri ve tesadüflerin eseri olarak tanımlamalarıdır. Güya bunların inandıkları tek şey bilimdir; ama onu da ateist ideolojilerini meşrulaştırmada kullanırlar.

YAPISAL bakımdan bilimle ideoloji arasındaki temel ayrılıkları en iyi bilenler bilim adamları olduğu hâlde, bilimi topluma “ideoloji” gibi sunanlar da onlar arasından çıkmaktadır. Bilimsel bilgi, bilimsel metotla üretilen bilgidir. Somut gözlemsel ve deneysel verilere, bilim adamının özgün ve nesnel olduğuna inanılan yorumlarına dayanır. Bu yorumlar ya bir doğa olayının ya da bir problemin çözümüne dair açıklamaları içerir. Bu açıklamanın veya yorumun “bilimsel bilgi” kategorisine girebilmesi için bilim topluluğunun acımasız eleştirilerinden de başarıyla çıkması ve genel bir kabul görmesi gerekir.

Her bilimsel araştırma büyük bir teori ile sonuçlanmaz; ama büyük teorilere giden yolda küçük adımları oluştururlar. Bilim tarihinde paradigma değişikliği yaratan büyük teoriler de, geçerliliklerini sonsuza kadar koruyamazlar. Gerçeklerle çelişen teorilerin yerini, gerçekleri daha iyi açıklayan yeni teoriler alır. Oktay Sinanoğlu’nun dediği gibi, “Bazen bilimde, ‘Her şey artık anlaşıldı, hayatın sırları çözüldü’ denilirken, mevcut kuramlara ters düşen gözlemler, deneyler, deliller birikir de birikir; mevcut anlayışın yapısı çatırdamaya başlar. Yeni kuramlar, yeni bir anlayış dizgesi (paradigma T.G.) gerekmektedir[i].

Bütün bunlar bize, bilimin bir “süreç” olduğunu, devamlı yenilendiğini ve hiçbir zaman bitirilemeyeceğini göstermektedir. Yani bilimde son söz söylenmez; bilimsel bilgiler devamlı değişir ve güncellenir. Bilim, insanın hayatını etkiler ama tıpkı hayatın kendisi gibi dinamik bir süreçtir.

Yukarıda sıralanan yapısal özelliklerin hiçbiri ideolojilerde yoktur. Her şeyden önce ideoloji, “ideolog” denilen bir kişinin kafasından çıkmıştır. Evren, dünya, insan ve toplumsal yapılar, ideoloğun görüp yorumladıklarından ibarettir. İlkel insanların kendi elleriyle yaptıkları heykellere gün gelip taptıkları gibi, ideologların da kendi düşünce ve fikirleri karşısındaki tutumları tıpkı böyle olmuştur. İdeolojiler dogmalar üzerine inşa edilirler ve doğaları gereği bu dogmalar sabittir, hiç değişmezler. Bir ideolojiyi benimsemiş kişi, bir dine girmiş gibidir; ideolojinin tüm dogmalarına inanmak zorunludur. Dogmaları eleştirmek, ideolojiye en büyük ihanet kabul edilir.

Özetlemek gerekirse, bilim ile ideoloji arasında taban tabana zıt ve uzlaşmaz bir yapısal çelişki vardır. Bilim bir “ideoloji” gibi topluma sunulduğunda, bütün bilimsel araştırma sonuçları ve teoriler ideolojik dogmalara dönüşürler. Bu da bilimin gelişmesi için gerekli olan eleştiri geleneğinin bitmesi anlamına gelir.

Günümüzün bilim topluluğu içinde bazı insanlar, bilimsel teorileri zaman ve mekân üstü bilgiler gibi savunarak, güya bilime hizmet ettiklerini sanırlar. Oysa gerçek bilim adamları bilimsel teorilerin ateşli savunucuları değil, itidâlli ve nesnel eleştiricileri olmalıdırlar. Nitekim bilimin önünü açanlar da bu eleştirileri yapan bilim adamları olmuştur. Teorileri, akıl ve mantık dışı yorumlarla ideolojik bir dogma gibi savunanlar ise, bilimin doğasına aykırı hareket etmektedirler. Bu da sadece gerçeklerin anlaşılmasını geciktirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Biyoloji özelinde bunun en önemli örneğini “Evrim Teorisi” oluşturmaktadır.

Evrim Teorisi, ateist bilim adamları tarafından akıl ve mantık dışı yorumlarla neredeyse modern biyolojinin ideolojisi hâline getirilmiştir. Bütün biyolojik çalışma sonuçları bu teoriye eklemlenerek biyoloji neredeyse tümüyle bir ideolojiye dönüştürülmektedir. Antropoloji, psikoloji, etoloji, fizyoloji ve moleküler biyoloji gibi bütün biyoloji dallarından üretilen bilimsel bilgiler, bu ideolojinin dogmalarını doğrulamak için kullanılmaktadır. İdeolojik düşünen bilim adamlarının en büyük hataları, “hayat” gerçeğini indirgemeci bir mantıkla alabildiğine basitleştirmeleri ve tesadüflerin eseri olarak tanımlamalarıdır. Güya bunların inandıkları tek şey bilimdir; ama onu da ateist ideolojilerini meşrulaştırmada kullanırlar.

Son tahlilde, bunlar bilimi topluma bir ideoloji gibi sunarlar. Sanki her bilim adamı ve düşünür, nesnel dünyaya ait gözlemsel ve deneysel verileri ateist ideologlar gibi yorumlamak zorundaymış gibi bir dayatma içindedirler. Bilimi topluma bir ideoloji gibi sunanlar ile ideolojik saplantılarını meşrulaştırmak için bilimi kullananların bilime yaptıkları kötülük iki kelimede özetlenebilir: “Bilimin ideolojileştirilmesi”...

Bir hücrenin rastgele olaylarla mükemmel bir “biyolojik sistem” olarak inşa edilmesi için milyon yıllar yetmez, hatta dünyanın yaşı bile yetmez. Her nedense ateist evrimciler, insana özgü biyolojik, ruhsal ve zihinsel-entelektüel donanımları bir sistem bütünlüğü ile hiç değerlendirmemektedirler. 

Bilimin kuvvetlenmesi ya da güçsüz kılınması

Gerçek bir bilimsel teorinin ateşli savunuculara hiç ihtiyacı yoktur. Çünkü bilimsel teorinin gücü, ne onu destekleyenlerin sayısı, ne de bilime yapılan ateist-ideolojik montajlarla artar. Teorinin gücünü belirleyen şey, iç tutarlılığı ve gerçekle ilişki derecesidir. Yani bir teori ne kadar tutarlı ve gerçeğe ne kadar yakınsa, zamana karşı o kadar dayanıklıdır; gerçeği açıklamaktan ne kadar uzaksa, o kadar zayıf ve zamana dayanıksızdır.

Bilimsel gerçeklerin akıl ve mantık dışı yorumlarla nasıl çarptırıldığına birkaç örnek vermek öğretici olacaktır. Richard Dawkins, “Gen Bencildir” adlı eserinde evrimle ilgili şunları yazıyor: “Bir gezegendeki zeki varlıklar, gün gelir, kendi varlıklarının nedenini soracak yaşa gelirler. Eğer günün birinde uzaydan dünyaya üstün yaratıklar gelirse, uygarlığımızın düzeyini değerlendirmek için soracakları soru şu olacaktır: ‘Evrimi keşfettiler mi?’ Canlı organizmalar üç bin milyon yıldan (‘3 milyar yıl’ demek istiyor -T.G.-) daha uzun bir süre dünya üzerinde var oldular ve neden yaşadıklarını hiç bilemediler, ta ki güneş doğana ve ışınları bir tanesine ulaşana dek… Bu kişinin adı Charles Darwin’di… Dürüst olmak gerekirse, başkaları gerçeği belli belirsiz sezmişlerdi. Ancak ilk kez Darwin, neden var olduğumuzun tutarlı ve kabul edilebilir bir açıklamasını yapmıştır.”[ii]

Yazarın ortaya koyduğu düşünceler, baştan sona kadar ideolojik bir hezeyan olup, hiçbir cümlesi bilimsel bir bilgiye ve gerçeğe tekabül etmemektedir. Her şeyden önce, Evrim Teorisi’nin hayatın anlamını açıklamak gibi bir amacının olmadığını vurgulamak gerekir. Zira bu teorinin temel amacı, yeryüzündeki canlı çeşitliliğinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaktır. Sonra yazarın, biyoloji tarihini “Darwin öncesi ve sonrası” olarak ikiye ayırmasının da bilimsel ve mantıklı bir açıklaması yoktur. Dahası, Darwin’den önce yaşamış insanların dünyada neden yaşadıklarını idrak edememelerini söylemek, şümullü düşünceden yoksunluğun ve ideolojik dar kalıplara bağımlılığın bir sonucudur.


Burada, Dawkins’in Evrim Teorisi’ni bilimsel bağlamından ve özünden kopararak nasıl saptırdığını açıkça görüyoruz. Şimdi de aynı yazarın genlerle ilgili görüşlerine ve biyolojiyi topluma bir ideoloji olarak nasıl sunduğuna bir göz atalım. Yukarıda zikredilen eserin “İnsanlar Neden Var?” başlıklı bölümünde, Gen düzeyinde özverili olma kötü, bencillik ise iyi olmalıdır”, “(...) Gen, bencilliğin temel birimidir” diyor. Kitabında savunduğu fikirleri de şöyle özetliyor: “Bu kitaptaki tez, bizim, diğer bütün hayvanlar gibi genlerimiz tarafından yaratılmış makineler olduğumuzdur... Ben başarılı bir gende baskın özelliğin acımasız bir bencillik olduğunu savunacağım. Genin bu bencilliği, bireyin davranışlarında da bencil olmasına yol açacaktır.”

Başka bir bölümde de, “(...) Bir beden gerçekte bencil genleri tarafından körlemesine programlanmış bir makinedir[iii] demektedir.

Dawkins, bu görüşleri ile biyolojik determinizmin veya nörogenetik determinizmin ateşli bir savunucusu olduğunu göstermektedir. Saplanıp kaldığı materyalist bataklıktan çıkamadığı için, aklı, iradesi ve özgürlüğü olmayan, kendini inşa edemeyen, sadece biyolojik donanımının esiri olan edilgen bir insan tanımı yapmaktadır. Onun gözünde insan, organik kütlesi ile uzayda yer dolduran sıradan bir varlıktır. Bugünün materyalist paradigması, insanı sadece biyolojik donanımı ile değerlendirmekte, zihinsel ve ruhsal donanımını (akıl, irade, özgürlük, ruh gibi) yok saymaktadır. İnsanın biyolojik donanımı önemlidir; ama bu donanım aysbergin sadece görünen kısmıdır.

Genler ve genlerin sağladığı “biyolojik donanım”, insan davranışlarında sadece bir altyapı oluşturur. Ünlü genetikçi Lewontin, Dawkins’in bu yaklaşımını şöyle değerlendiriyor: “Richard Dawkins’in deyişiyle biz, bedenleri ve zihinleri DNA’ları tarafından yaratılan hantal robotlarız. Fakat doğuştan gelen iç kuvvetlerimizin insafına kaldığımız görüşü, ‘indirgemecilik’ denilen derin bir ideolojik bağlılığın parçasıdır. (...) Öncelikle, hiç kuşkusuz bizi etkileseler de ne olacağımıza genlerimiz karar vermez. (...) Bir organizmadaki her genin bütün moleküler özelliklerini bilsem dahi organizmanın nasıl bir şey olacağını öngöremem. (...) Bu bağlamda, biyolojik determinizm ideolojisinin tamam olması için, genlerimizde kodlanmış değişmez bir insan doğası kuramına sahip olmamız gerekmektedir.[iv]

Lewontin böyle söyleyerek insan davranışlarının modası geçmiş “biyolojik determinizm” ile açıklanamayacağını vurgulamaktadır.

Moleküler biyolojideki “gen” kavramı, bir protein bilgisine sahip belirli uzunlukta bir DNA parçası olarak tanımlanır. “Genom” kavramı ise, bir hücrenin veya bir organizmanın sahip olduğu tüm DNA varlığı veya tüm DNA’daki genetik bilgidir. Bu genetik bilgi önümüze konulmuş olsa (yani DNA’nın tüm dizilerini bilsek) bile, elimizde bir referans yoksa, bunun hangi canlıya ait olduğunu kestiremeyiz. Kaldı ki, bu genetik bilginin ete kemiğe bürünüp karşımıza nasıl bir canlı olarak çıkacağı konusunda bir tahminde bulunmamız mümkün değildir.

Son tahlilde, insanlığın bütün biyolojik sırlarının DNA’da şifrelendiğini söylemek gerçeği yansıtmadığı gibi, biyolojinin topluma bir ideoloji gibi dayatılması anlamına gelmektedir.

İdeolojiler, 19’uncu yüzyıldan 20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar, yaklaşık 200 yıl insanlığın zihinsel ve entelektüel yeteneklerini dondurmuş, “insan” gerçeğinin algılanmasında ciddî boşluklar yaratmıştır. Darwinizmin de biyolojiye böyle bir körlük yaratarak itibar kaybettirdiğine şahit oluyoruz. 

Bilim kılıfı giydirilmiş bir ideoloji: Darwinizm

Bilim dünyasında “Evrim Teorisi” ve daha da özel olarak biyolojide “canlıların evrimi” denildiği zaman ilk akla gelen kişi Darwin’dir. Zamanımızdan yaklaşık 190 yıl önce (1831 yılında) yaptıklarına ve yazdıklarına baktığımızda, gerçekten bunu hak eden kişilerden biri odur. İngiltere Krallığı’na ait “Beagle” adlı bir gemiyle gittiği Güney Amerika’nın batısındaki volkanik Galapagos adalarında bitki örtüsü ve hayvan çeşitliliği (özellikle sürüngenler ve kuşlar) üzerinde gözlemler yaptı. Beş yıl süren araştırma ve yolculuğun sonunda İngiltere’ye döndü (1836) ve topladığı örnekleri biyo-sistematikçilerle değerlendirerek bunların Galapagos adalarına özgü türler olduğunu öğrendi. Bu adalarda yaptığı dikkatli gözlemlere ve elindeki diğer verilere dayanarak canlı çeşitliliği ile ilgili fikirlerini 22 yıl sonra “Türlerin Kökeni” (The Origin of Species) adlı kitabında derli toplu bir araya getirdi.

Darwin, hayvanlar âlemi ile ilgili gözlemlerini yorumlarken, 19’uncu yüzyılda Batı dünyasına hâkim olan kapitalizm ideolojisinden bağımsız düşünemiyordu. “Aslında Darwin’in doğal seçilimle evrim kuramı, İskoç ekonomistlerce geliştirilen erken dönem kapitalizmin siyasî iktisat kuramıyla olağanüstü bir benzerlik taşır.”[v] Zaten Darwin de, iktisatçı ve istatistikçi Thomas R. Malthus’un “Nüfus İlkesi Üzerine Deneme” adlı çalışmasından etkilendiğini inkâr etmemektedir. Böylece hayvanlar âlemi üzerinde yapılan gözlemler, sosyo-ekonomik, politik ve dinî unsurlar içeren bir ideolojinin (Darwin’in kitabında “The Doctrine of Malthus” diye geçer) bakış açısıyla yorumlanarak biyolojik bir teorinin omurgası (doğal seçilim) oluşturulmuştur.

Darwin’in “Malthus Doktrini” dediği ideolojik bakış açısına göre, dünyadaki gıda üretimi aritmetik dizi, doğal nüfus artışı ise geometrik dizi ile artmaktaydı. Malthus Doktrini, yakın zamanda insanların besin maddesi için kıyasıya bir ölüm kalım savaşı içine gireceklerini öngörüyordu. Gerçekten de daha sonraki yıllarda insanlık büyük ölüm kalım savaşları yaşadı ama bu savaşların hiçbirinde temel sebep gıda üretimindeki daralma değildi. Savaşların başlıca sebebi, herkese yetecek kadar bol olan dünya nimetlerinin adaletli bir şekilde paylaşılamamasıydı. Bir başka ifadeyle, insanların açgözlülüğü ve dünyaya hâkim olma hırsıydı.

Darwin, Malthus Doktrini’nden etkilenerek canlıların tabiatta kıyasıya bir “hayatta kalma savaşı” verdiklerini düşündü. Bu savaşta güçlü olanlar hayatta kalıyor ve nesillerini devam ettiriyor, biyolojik donanım bakımından ortama uyum sağlayamayan, beslenme ve üreme rekabetinde güçlü olmayan bireyler ise eleniyordu. Tabiatın gerçekleştirdiği bu olaya Darwin, “doğal seçilim” (natural selection) adını vermişti. Yani Darwin’e göre tabiat her zaman güçlüden yanaydı. Darwin’in kuzeni Francis Galton, Türlerin Kökeni kitabında öne çıkan “doğal seçilim” ve “en iyilerin hayatta kalması” (the survival of the fittest) fikrinden ilham alarak, bunu “soy ıslahı” anlamına gelen öjenik (Eugenics) bilimine eklemledi.

Bu fikre göre mademki doğal seçilimle canlıların zayıfları elenip güçlüleri yaşıyor, o zaman neden zihinsel ve fiziksel özellikler bakımından üstün olan insanlardan “yapay seçilim”le (artifical selection) bir üstün ırk oluşturulmasındı. Uygun kalıtsal özellikleri taşıyan ebeveynlerin daha büyük aileler hâline gelmeleri cesaretlendirilirken (buna “positive eugenics” diyorlardı), uygun olmayan kalıtsal özellikleri taşıyan ebeveynlerin çocuk sahibi olmalarının engellenmesi gerekirdi (buna “negative eugenics” diyorlardı).[vi] Galton öyle ileri gitmiş olmalı ki, Darwin, 1871 yılında yazdığı “İnsanın Türeyişi” (Descent of Man) adlı eserinde kuzeninin bu fikirlerine karşı çıkmıştır.[vii] Buradan da görüldüğü gibi, “Toplumdan bilime nüfuz eden çoğu ideolojik etki hemen göze çarpmaz. Bu ideolojik etkiler, bilim insanlarının da henüz farkında olmadıkları, açıklama biçimleri üzerinde büyük etkileri olan ve bunun sonucunda her şeyden önce kendilerini doğuran toplumsal tavrı desteklemeye yarayan temel varsayımlar şeklinde ortaya çıkarlar[viii].

Modern bilim ve teknolojinin insanlık için nasıl bir yıkım aracı hâline getirildiğinin arka plânında, Batı toplumlarının önyargılı ideolojik zihin yapısı yer almaktadır. Cemil Meriç’in dediği gibi, “Emperyalist kültür, emperyalist ülkelerin kültürüdür; bu kültürün amacı yayılmak ve sömürmek… Daha doğrusu, bu kültürün içinde bazı kollar, meselâ siyasî ideolojiler, içtimaî ideolojiler emperyalisttir. Çok yerinde bir tespit! Kültürün bütününe emperyalist diyemeyiz. Saldırganlık kültürlerin değil, ideolojilerin vasfı”dır[ix].

İdeolojiler, 19’uncu yüzyıldan 20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar, yaklaşık 200 yıl insanlığın zihinsel ve entelektüel yeteneklerini dondurmuş, “insan” gerçeğinin algılanmasında ciddî boşluklar yaratmıştır. Darwinizmin de biyolojiye böyle bir körlük yaratarak itibar kaybettirdiğine şahit oluyoruz.

Evrim konusunda hiç kimse, birey ve popülasyonlardaki değişimi (varyasyon, polimorfizm), genlerde meydana gelen mutasyonları, belli bir derecede doğal seçilimi yok saymıyor. Tartışmalar “edilgen canlı” modeli ve varyasyon birikimi ile yeni tür oluşumu üzerinde yoğunlaşıyor. Dahası, yarım bir kafatası fosilinden plastik sanatlarla üretilmiş hayâl ürünü maymunsu insanların müzelerde sergilenmesinin hiç de bilimsel olmadığı tartışılıyor. “Piltdown adamı sahtekârlığının” nasıl unutulmaya terk edildiği tartışılıyor. Mademki evrim devam eden bir süreçtir, o zaman bu süreçte ara formların neden doğada görülmediği tartışılıyor. Bir grup ateist bilim adamı, bu zorlu sorunları ve çelişkileri görmediği gibi, Evrim Teorisi’nin mutlak bir gerçeği açıkladığını ve her yeni bilginin de bu teoriyi doğrulamak zorunda olduğunu düşünüyor. Böyle olunca, ortaya “Darwinizm” denilen bir ideoloji çıkıyor. İçine biraz da bilim sosu katılmış olması, ateist ideoloji mensuplarının rahat hareket etmelerini sağlıyor.

Evrim Teorisi’nin içeriğine dair

Evrim Teorisi, bugünkü içeriği ile insanın, hayatın, dünyanın ve evrenin “amaçsız varoluşunu” savunur. Her şey tesadüflerin ve rastgele olayların bir eseridir; “doğa yasaları” dedikleri şeyin de ne olduğunu bugüne kadar açıklamış değillerdir. Meselâ “Doğa yasalarını kim koymuştur, bu yasaların çok az salınımlarla belirli sınırlar içinde devamlılığını sağlayan kimdir?” gibi soruları zihinlerden kovmakla sorunların hâllolmadığını biliyoruz.

Darwincilere göre, her bilim adamı biyosferi, biyosferdeki hayatı ve hayatın çeşitliliğini onlar gibi anlamak, algılamak ve yorumlamak zorundadır. “Hayat” denilen karmaşık ve mükemmel gerçeği basite indirgedikleri yetmezmiş gibi, bir de bu ideolojiyi topluma ve insanlığa “hayat felsefesi” ve “bilim” diye dayatmaya çalışmaktadırlar. Evrim Teorisi, ateist ve din karşıtlarının (Batı’da Hıristiyanlık, Doğu’da Müslümanlık) bilimsel bir kılıfla insanlara sundukları bir ideolojinin adıdır.

Günümüzün ateistleri, pozitivistleri ve materyalistleri Evrim Teorisi’ne can simidi gibi sarılmaktadırlar. Güya bu teori, varlık âleminin en önemli bir parçası olan canlıların tarihsellik boyutunu ve bugünkü çeşitliliğini açıklayarak ateizme büyük bir bilimsel destek vermektedir.

Darwincilerin bilim dünyasında papağan gibi tekrar ettikleri bir şey daha var ki, o da Evrim Teorisi’ni eleştiren biyologları, canlılardaki “değişimi” anlayamayan insanlar olarak göstermeleridir. Oysa Evrim Teorisi’ni eleştiren biyologlar, iki konuya vurgu yapmaktadırlar. Birincisi, bir organizmanın tesadüflerle meydana gelemeyecek kadar mükemmel ve karmaşık yapısıdır. İkincisi ise, organizmanın sınırsız bir değişebilirlik özelliğine sahip olmadığı gerçeğidir. Modern biyolojinin ortaya koyduğu deney ve gözlem verilerinin hiçbiri Darwincilerin tanımladığı bir evrime işaret etmemektedir. Dahası, bir türün bireyleri arasındaki farklılıkların (varyasyon) uzun zaman içinde birikerek başka bir türü oluşturma potansiyeli tartışmalı bir konudur.


“Yeni tür” diye tanımlanan canlı, daha önce tanımlanmış yaşayan türün bireylerindeki varyasyonlardan başka bir şey değildir. Meselâ bir fare türünü ele alalım; bu türün bireylerindeki varyasyonlar ne kadar birikirse biriksin, kanatlı bir canlı türüne farklılaşma olmayacaktır. Çünkü varyasyonlar tür içi küçük değişimlerdir; türün sahip olduğu biyolojik donanımın müsaade ettiği yere kadar değişirler. Biyolojik donanımı zorlayacak ve ötesine geçecek bir “varyasyon birikimi” diye bir şey yoktur. Türleşme (speciation) veya sıçramalı biçimde yeni türlerin meydana gelmesi hipotetik bir fikirdir, tabiatta gözlemlenen bir olgu değildir. Temel hayat olayları (enerji üretimi-dönüşümü, protein sentezi, üreme, kontrollü biyolojik sistem) ve yapısal benzerliklere (anatomik-morfolojik, hücresel ve moleküler düzeyde) bakarak bugünkü canlı türlerinin ilkel bir ortak atadan evrimleştiğini iddia etmek, bilimsel bir yaklaşım değildir.

Yeryüzündeki hayatın çeşitliliği ve karmaşıklığı görmezden gelinerek basite indirgenmesi, olayı gerçek bağlamından koparmak anlamına gelir.

Gerçekten Darwinci ideolojinin evrene, dünyaya ve hayata başka hiçbir ideolojide olmayan bir indirgeyici bakışı vardır. Yani onların tanımladığı dünya, bugün içinde yaşadığımız dünyadan çok daha basit ve gerçek dışıdır. Bu indirgemeci bakış, hiçbir zaman hayatın anlaşılmasını sağlayan gerçekçi ve bilimsel bir bakışı yansıtmamaktadır. En büyük yanılgıya insanı tanımlarken düşmektedirler.

Batı’nın insanı ne denli değersiz gördüğüne dair notlar

Ateist evrimci biyologlar, insanı sıradan bir canlı türü olarak tanımlamaktan neredeyse büyük bir zevk duymaktadırlar. Onlara göre insanın ilk atası, bir zamanlar ağaçlarda böcek yiyerek hayatını sürdüren bir organizmaydı. Bu ata organizma, milyonlarca yıl süren bir “doğal seçilim” yoluyla evrimleşti ve tesadüfler, bugünkü modern insanı ortaya çıkardı. Eğer her şey onların dedikleri kadar basit olsaydı, şimdiye kadar bilimin sonu gelmiş olurdu. Biyoloji ve antropolojinin verilerinden ancak bu kadar çarpık bir açıklama çıkarılabilir!

En basit bir canlıyı tanıyan bir biyoloğun, “insan” denilen karmaşık bir varlığın ilkel bir hayvansal atadan doğal seçilim ve tesadüflerle inşa edildiğini söylemesi, aklı ile bir problemi olduğunu gösterir. Bu, ancak hayat hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan birilerinin saçmalıkları olabilir. “Zigot” denilen hücreden (yumurta ve sperm çekirdeklerinin yumurta içinde birleşmesi ile oluşan hücre) belli bir program ve düzen içinde ardışık bölünmelerle insanın hücre hücre nasıl inşa edildiğini gören birinin bu olup bitenleri tesadüfle açıklaması, onun aklından zorunun olduğunu gösterir. Bırakınız insan gibi karmaşık bir varlığın tesadüflerle inşasını, ondan daha basit bir DNA ve protein molekülünün bile tesadüfle ortaya çıkması imkânsızdır.

Bir hücrenin rastgele olaylarla mükemmel bir “biyolojik sistem” olarak inşa edilmesi için milyon yıllar yetmez, hatta dünyanın yaşı bile yetmez. Her nedense ateist evrimciler, insana özgü biyolojik, ruhsal ve zihinsel-entelektüel donanımları bir sistem bütünlüğü ile hiç değerlendirmemektedirler. Sadece kaba bir biçimde biyolojik donanım üzerinde durmaktadırlar.

Batılı ateist bilim adamlarının, insanın “verili” özelliğe sahip olmadıklarını, yani Allah tarafından yaratıldığını hiç dile getirmediklerini biliyoruz. Yaratılışa inanmanın bilimsel düşünce ve araştırmaların önünü keseceğini söylerler. Oysa “İnsanı doğal seçilim inşa etmiştir” aforizması, “İnsanı Allah yaratmıştır” ifadesinden daha güçlü ve ileri bir söz değildir.

Harvard Üniversitesi’nden Robert L. Trivers, Richard Dawkins’in “Gen Bencildir” adlı eserine yazdığı bir önsözde şu görüşlere yer veriyor: “Şempanze ve insanın evrimsel geçmişlerinin yaklaşık yüzde  99,5’i ortaktır; yine de birçok mantıklı insan şempanzeye eğri büğrü, insanla ilişkisiz, tuhaf bir yaratık olarak bakar ve kendisini mutlak yaratana erişme yolunda bir basamak taşı olarak görür. Evrimci için böyle bir şey olamaz. Bir türü diğer bir türden üstün kılacak hiçbir nesnel dayanak yoktur. Şempanze ve insan, kertenkele ve mantar, hepimiz, üç milyar sene kadar önce doğal seçilim olarak tanıdığımız bir süreç içerisinde evrimleştik. (…) Bizi doğal seçilim inşa etmiştir ve eğer kendi kimliklerimizi kavrayabilmek istiyorsak anlamamız gereken de bu doğal seçilimdir.”[x]

Biyolojide önemli bir bilimsel keşfin sahibi olan Mahlon B. Hoagland, “Hayatın Kökleri” adlı kitabında, hayatın bir “rastlantı” ile meydana geldiğini her bölümde tekrarlıyor ve şu fikirlere inanıyor: “ (…) Evrimde her adım rastlantıya dayanan bir olaydır, bu nedenle önceden bilinemez. İnsanlar dâhil bütün canlı yaratıklar, son derece rastlantısal olayların ürünüdür. Denebilir ki, insanlar olarak bugün kendimizi tanıdığımız biçimimiz, son derece ender bir rastlantıdır. (…) Değişme ve doğal seleksiyonun insan varlığını açıklamak için ‘yeterli’ olduğunu söyleyerek bitiriyoruz.”[xi] Sanırım bu bilim adamı, bilinemezlik ve öngörülemezlik gibi kavramları “rastlantı” kavramı ile karıştırıyor olmalı.


Clifford T. Morgan, “Psikolojiye Giriş” adlı meşhur kitabının “Evrim, Genetik ve Davranış” bölümünde insanı şöyle tanımlıyor: “Kendimizi meleklere çok yakın bir düzeyde görsek bile hayvan türünden olduğumuzu unutmamamız gerekir. Adımız Homo Sapiens’tir. Evrim sürecinde binlerce yıl boyunca biçimlenmiş psikolojik yetenekleri ve beden yapıları olan ilginç yaratıklarız. (…) Dolayısıyla hayvan yanımızın veya genetik ana yapımızla ilgili davranışların da araştırılması gerekmektedir.”[xii] Burada açıkça görüldüğü gibi, insan davranışlarının evrimsel süreçlerini inceleyen evrim psikologları da biyoloji ve antropoloji için ayrı bir problem yumağı oluşturmaktadır. Çünkü Susan McKinnon’un ifadesiyle “insanların toplumsal kurumları (evlilik, boşanma), değerleri (standartlar, tercihler), insan dışındaki türlere atfedilir; hayvan davranışlarını anlatan terimler insan davranışlarını betimlemek için kullanılır (evlilik ısrarla çiftleşmeyle bir tutulur) ve bu süreçte özellikle insan ilişkilerinin merkezindeki toplumsal kurumlar, değerler bütünüyle hasıraltı edilirler[xiii].

Biyolog davranış bilimcileri, özellikle Primatlar üzerinde çalışan etologlar, insanlardaki Tanrı inancının hiyerarşik Primat topluluklarındaki lidere tabasbus eden (yaltaklanan) bireylerin davranışlarından köken aldığını söyleyecek kadar ileri giderler. Bu yaklaşım, hayvansal davranış kalıplarını insan davranışlarının bozulmamış, doğal prototipleri olarak ele alan indirgemeci bir mantıktır. İnsan, içinde yaşadığı evrende çok sayıda soruna muhatap olan ve çok sayıda çözüm stratejileri geliştirebilen bir varlıktır. Böyle bir varlığı ideolojik kalıpların içine hapsederek yeteneklerini yok saymak ve canlılar âleminin sıradan bir üyesi gibi tanımlamak büyük hata olacaktır. Zaten Evrimcilerin temel yanılgılarından biri, insanı sıradan bir canlı olarak görmeleridir.

Yukarıda sıraladığım alıntılar, Batı medeniyetinin ve düşünce sisteminin insana bakışını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Böyle bir medeniyetin merkezinde hayvansal bir atadan evrimleşmiş ve her an bu hayvansal davranışlarına dönüş yapabilecek sorumsuz bir insan modeli bulunmaktadır. Bu insan, ancak dünyevî kanunlar, toplumsal baskılar ve organize olmuş güçlerle hizaya getirilebilir. İşte bizim medeniyetimizle Batı medeniyeti arasındaki temel fark, insana bakışta ve insanlık anlayışında ortaya çıkmaktadır! Nitekim bugün bilim ve teknoloji, Batı’nın elinde 20’inci ve 21’inci yüzyılın en kanlı savaşları için bir araç hâline gelmiştir.

Nükleer, kimyasal ve biyolojik silahları icat edip insanlar üzerinde ilk kullanan da Batı’dır. İşkencelere, soykırımlara ve toplu katliamlara (Almanya’da Holokost, Rusya’da Pogromlar) kalkışmaları ve insanlık dışı zulümlere duyarsız kalmaları, bu çarpık “insanlık anlayışına” dayanmaktadır. Batı’nın tek anladığı şey güçtür. Darwin’in “doğal seçilim” teorisi içine yerleştirdiği “Güçlüler yaşar, zayıflar elenir” şeklinde özetlenen fikirleri, Batı toplumuna büyük çapta hâkim olan hayat felsefesinin bilime yansımasından başka bir şey değildir.

Darwin, canlıların evrimini ve yeryüzündeki çeşitliliğini iki temel fikir üzerinden açıklamaya çalışmıştı. Birincisi, “varyasyonların birikimi”; yani tür içindeki küçük bireysel farklılıklardı. İkincisi ise, doğal seçilimle en iyilerin hayatta kalmasıydı. Darwin’e göre varyasyonlar (ki bunların temelinde mutasyonlar ve genetik kombinasyonlar vardır) doğal seçilimle hayatta kalma ihtimâlini arttırıyor ve birikerek evrim ağacında yeni tür dallanmalarını oluşturuyordu. Darwin’in bu fikirleri halefleri (ardılları) tarafından bir dogma gibi benimsendiği ve tartışmasız olarak kabul edildiği için, Evrim Teorisi günümüzde ideolojik bir niteliğe sahiptir.

Bu açıklamalar, yeni tür oluşumu için yeterli ve ikna edici açıklamalar değildir. Ateist Darwinci bilim adamları, biyolojiye ait ne keşfedildi ve deneysel olarak ortaya ne konulduysa, hepsini Darwinci dünya görüşüne eklemlediler. Bunun en tipik misali de Neo-Darwincilerdir. Darwinciler, 20’inci yüzyılın başlarında keşfedilen mutasyon olayına balıklama atladılar ve “Mutasyonlar evrimin hammaddesidir” aforizmasını savurdular. “Neo-Darwinciler”, bu aforizmayla yaklaşık 50 yıl idare ettiler; ama biyolojideki büyük gelişmeler, mutasyonların oluşma hızının çok düşük olduğunu (10-6-10-9) ve çoğu mutasyonun da canlı için öldürücülüğünü ortaya çıkarmış ve daha da önemlisi, mutasyonları gideren DNA tamir mekanizması keşfedilmişti. İşte bütün bunlar, Neo-Darwincilerin sesinin kesilmesine ve mutasyonun ikinci plâna atılmasına sebep oldu!

Yaratılışa inanmanın bilimsel düşünce ve araştırmaların önünü keseceğini söylerler. Oysa “İnsanı doğal seçilim inşa etmiştir” aforizması, “İnsanı Allah yaratmıştır” ifadesinden daha güçlü ve ileri bir söz değildir. 

Sonuç

Son tahlilde, Evrim Teorisi bugünkü paradigma içinde kalarak canlı çeşitliliğinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışır. Ne yazık ki, yeni türlerin meydana gelmesi (türleşme, speciation) konusunda hâlâ tatmin edici bir açıklama yoktur. Hipotetik açıklamalar, henüz gözlemlerle desteklenmiş değildir. İnsanın evrimi için bulunan kafatası fosillerinin yetersizliği, şempanze ile insan arasındaki geçiş formlarının olmaması gibi zorlu sorunlar gündeme bile gelmemektedir. Evrimci ateistler, insan-maymun arası formların yokluğunu kapatmak için dünya çapında bir skandala imza atmışlardı. Bu skandal, evrim tarihinde “Piltdown adamı sahtekârlığı” olarak bilinir. İngiltere’de, Sussex’de bulunmuş olan Piltdown kafatası, dünyaya “insanla maymunun ortak özelliklerini taşıyan bir fosil” olarak tanıtıldı.

İnsan evrimi üzerinde sahada çalışan bilim adamları bu fosili incelemeye gittiklerinde, fosilin aslını değil, kalıbını inceleyerek kitaplarına yanlış bilgiler koydular. Bunlardan biri de L. S. B. Leakey’dir. Bu araştırmacı, “İnsanın Ataları” adlı kitabında nasıl aldatıldığını anlatırken, yeterince titiz ve sorgulayıcı olmadığı için kendini de suçlamıştır. Adı geçen eserinde Piltdown adamı kafatası fosiliyle ilgili olarak şunları yazmış: “Weiner, Oakley ve La Gros Clark’ın yaptıkları araştırmalar, Piltdown’un bir hile olduğunu artık kesinlikle ortaya koymuştur! Çenenin çağdaş gerçek bir maymuna, kafatasının ise modern tipte bir insana (muhtemelen neolitik) ait olduğu ve bunlarla birlikte bulunan fosil direyin de (hayvansal fosiller demek istiyor -T.G.-) buluntu yerine başka yerlerden getirildiği anlaşılmıştır.”[xiv]

Hayatını, Afrika’da insan fosili aramaya hasretmiş bu araştırmacı, bilim adamı titizliği ile hareket etmemesinin faturasını kendine çıkarmış, suçu oraya buraya atmaya çalışmamıştır. Bu konudaki fikirlerini şöyle ifade ediyor: “Önce, bu kitaptaki Piltdown kafatasını incelemiş olduğum sayfaları çıkartmayı ve yerine yenisini yazmayı düşündüm. Sonra bundan vazgeçerek Giriş’i yazmayı ve kitaptaki Piltdown kısmını olduğu gibi bırakmayı daha uygun buldum. Böylece bilinen bütün biyoloji kurallarına tümüyle aykırı bir kanıtı tartışmasız kabulün tehlikesini belirtmek istedim.[xv]

Yeryüzünde ilk canlının nasıl ortaya çıktığı konusunda da bilimsel spekülasyonların ötesinde bir şey yoktur.

Biyosferdeki her bir tür, yaşadığı habitatı kendisi seçmemiş, onun içinde yaratılmıştır. Canlı, bir taraftan çevrenin etkisine maruz kalırken, diğer taraftan da çevrenin organik ve inorganik kaynaklarını zihinsel yetenekleri ve biyolojik donanımı ölçüsünde kullanarak çevreyi değiştiren bir varlıktır. Yani canlı ile çevre arasında karşılıklı ve devamlı bir etkileşim söz konusudur. Darwinci Evrimciler ise, canlıyı şekillendiren ve hamur gibi yoğuran şeyin doğal seçilim, yani çevre olduğunu ima ederler. Bu da, biyosferde karşılığı olmayan “edilgen” bir canlı modeline tekabül etmektedir. İster ateist olsun, ister dindar, bütün biyolog bilim adamlarının üzerinde birleştikleri önemli konulardan biri, türlerin değişebilir esnek bir donanıma sahip olmalarıdır. Eğer böyle olmasaydı hiçbir canlı bugünkü dünya şartlarında yaşayamazdı. Çünkü her canlı, hemen her gün çevrenin farklı uyaranlarıyla karşılaşmakta ve gelişmişlik derecesine göre bu uyaranlara bir cevap oluşturmakta, uyum sağlamaktadır.

Üzerinde anlaşıma sağlanamayan konu ise, türlerdeki değişebilirliğin sınırlarıdır. Darwinci Evrimciler, türlerin çevre etkisiyle sınırsız bir değişim potansiyeline sahip olduklarını söylerken, varyasyon birikimi ile bir türün başka bir türe dönüşmesini açıklamak çok kolay olmaktadır; ama bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Gözlemlerimiz, biyosferdeki her bir türün sınırlı bir değişebilirlik özelliğine sahip olduğunu göstermektedir. Bu “sınırlı değişebilirlik” kavramını teorik bir katsayı örneği ile daha iyi açıklamak mümkündür. Bu değişebilirlik katsayısının alt ve üst sınırlarını 0-1 olarak tanımlarsak, diyelim ki bazı türlerde bu katsayı “0,1”, bazı türlerde ise “0,9” gibi bir değerde olabilecektir. Hiçbir tür bu değişebilirlik sınırlarını aşacak bir değişim ve varyasyon göstermez.

Halkımızın “Bu hamur daha çok su götürür” dediği gibi, “Bugünkü Evrim Teorisi de daha çok tartışma götürür” diyerek bitirelim.

 

Kaynaklar

Dawkins, R. (2001). Gen Bencildir, (3. Baskı), TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları: 19, (Çeviri: Asuman Ü. Müftüoğlu).

Hoagland, Mahlon B. (1994). “Hayatın Kökleri” (3. Basım), TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları Dizisi: 1. (Çeviri: Şen Güven, Alev Serin).

Leakey L.S.B. (1971). İnsanın ataları (Tercüme: Güven Arsebük). Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara

Lewontin R.C. (1991). İdeoloji olarak biyoloji: DNA doktrini. (Tercüme: Cengiz Adanur, 2015). Kollektif Kitap Bilişim ve Tasarım Ltd.Şti. İstanbul

McKinnon S. (2010). Neo-liberal genetik: Evrim psikolojisinin mitleri ve meselleri (Tercüme: Mehmet Doğan). Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.

Meriç C. (1978). Mağaradakiler. Ötüken Neşriyat, İstanbul.

Morgan, C.T. (1991). Psikolojiye Giriş, (9.Baskı), H.Ü.Psikoloji Bölümü Yayınları, Yayın No: 1. (Çeviri: Sirel Karakaş ve arkadaşları).

Sinanoğlu O. (2009). Yeni Bilim Ufukları-3.: Hayatın örgüsü, elli yıllık moleküler biyolojinin temellerini

Snustad D. Peter & Simmons Michael J. (2000). Principles of Genetics. Second Edition. New York-Toronto  

Tort Patrick (2008). Darwin ve Evrimin Bilimi. Yapı Kredi Bankası Yayınları Genel Kültür Dizisi. İstanbul


[i] Sinanoğlu O. (2009). Yeni Bilim Ufukları-3.: Hayatın örgüsü, elli yıllık moleküler biyolojinin temellerini sarsan sorunlar. Bilim+Gönül Ltd. Şti. İstanbul

[ii] Dawkins R. (1976). Gen bencildir. Tercüme: Asuman Ü. Müftüoğlu. TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları

[iii] a.g.e

[iv] Lewontin R.C. (1991). İdeoloji olarak biyoloji: DNA doktrini. (Tercüme: Cengiz Adanur, 2015). Kollektif Kitap Bilişim ve Tasarım Ltd.Şti. İstanbul

[v] Lewontin R.C. (1991). İdeoloji olarak biyoloji: DNA doktrini. (Tercüme: Cengiz Adanur, 2015). Kollektif Kitap Bilişim ve Tasarım Ltd.Şti. İstanbul

[vi] Snustad D. Peter & Simmons Michael J. (2000). Principles of Genetics. Second Edition. New York-Toronto  

[vii] Tort Patrick (2008). Darwin ve Evrimin Bilimi. Yapı Kredi Bankası Yayınları Genel Kültür Dizisi. İstanbul

[viii] Lewontin R.C. (1991). İdeoloji olarak biyoloji: DNA doktrini. (Tercüme: Cengiz Adanur, 2015). Kollektif Kitap Bilişim ve Tasarım Ltd.Şti. İstanbul

[ix] Meriç C. (1978). Mağaradakiler. Ötüken Neşriyat, İstanbul.

[x] Dawkins, R (2001). Gen Bencildir, (3. Baskı), TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları: 19, (Çeviri: Asuman Ü. Müftüoğlu),.

[xi] Hoagland, Mahlon B. (1994). “Hayatın Kökleri” (3. Basım), TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları Dizisi: 1. (Çeviri: Şen Güven, Alev Serin).

[xii] Morgan, C.T. (1991). Psikolojiye Giriş, (9.Baskı), H.Ü.Psikoloji Bölümü Yayınları, Yayın No: 1. (Çeviri: Sirel Karakaş ve arkadaşları),.

[xiii] McKinnon S. (2010). Neo-liberal genetik: Evrim psikolojisinin mitleri ve meselleri (Tercüme: Mehmet Doğan). Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.

[xiv] Leakey L.S.B. (1971). İnsanın ataları (Tercüme: Güven Arsebük). Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara

[xv] a.g.e