EN
son ne zaman geçtim o sokaklardan, hatırlamıyorum bile. Yıllar sonra bir gün
adımlarınız sizi oraya çektiğinde, aslında pek de yabancılık hissetmediğiniz
şeyler yaşarsınız bir anda. Duvarlarında eskimiş boyaları, dökülmüş
sıvalarıyla, yayılan rutûbet kokularıyla Kayalı Park ile Arapoğlu makası
arasında kalan sokaklar, sanki çocukluktan gençliğe yürüdüğünüz zamanları taşır
o an hafızanıza. Aslında tarihe çok yakın bir muhitte, tarihî değeri olmayan,
biçimsiz, plânsız ve çirkin binaların omuz omuza verdiği sokakların arasında
keşfedilen, belki de sadece kendi mâziniz, tarihinizdir.
Çok partili hayatla birlikte yapılmaya başladığını
sandığım yan yana dizilmiş ve birbirini gölgeleyen üç beş katlı binalar, eğri
büğrü sokakları dolduran yapılar, şimdi peyderpey yıkılmaya başlamış, boş kalan
kimi binalara ise şehrin yeni sakinleri Suriyeli
göçmenler yerleşmişler. Yanımızdan
berimizden geçerken Arapça konuşmalarına kulak misafiri olduğumuz muhacirler,
bu şehrin 1915 sonrası da Kafkaslardan ve Balkanlardan gelen göçmenlerle
geçmişte benzer bir tecrübe yaşadığını nerden bilebilirlerdi ki?
Sahiplerinin geleceğinden
vazgeçtiği bu çöküntü mekânlar arasından ağır adımlarla yürüyoruz. “Balıklı Rum
Çeşmesi’ne rastlar mıyım?” ümidiyle gördüğüm her çeşmenin önünde duruyor, bir
yandan da “İyi ki değilmiş!” diye hayıflanıyorum. Belki de o çeşmeyi gördüğümde
hafızamdaki nostaljik imajın hüsrana uğramasından endişeliyim.
Çeşmeyi bulsam, bu sefer
de hemen ilerisinde Ziya'ların kaldığı o ahşap evi arayacak gözlerim. Öyle ya,
eğer o da yıkılmışsa, sınav haftalarında İzzet, Ziya, Mustafa Sabri, Murat, Ali
Murat ve Seydi’lerle birlikte sabahladığımız, kâh benim, kâh Murat'ın, kâh bir
diğerimizin okurken uyuyakaldığı günlerin mekânsal ölümüne mi tanık olacaktım?
Sokaklar can çekişiyor,
yorgun ritimleriyle bir sükûta doğru koşuyor hayat burada. Surları târumâr
olmuş bir dünyanın eşiğinde bizleri kutlu bir ağacın gölgesine toplayan
zamanları da mı yitiriyoruz acaba?
Nereden bilecektik ki
aynı sınav gecelerinde şehrin yine dışarıdan gelen öğrencilerine kiralanmış
başka evlerinde benzer hikâyeler yaşandığını? Ama biz en çok kendi
yaşadıklarımızın hafızalarımıza kazıdığı bir Konya resmiyle yaşlanacaktık.
Dönüp geriye baktığımızda ise giderek soluklaşan, giderek betonlaşan sokakların
arasında hayatın ritimlerinin de can çekiştiğini görmek ne acı!
Oysa biz kış gecelerinde
ders çalışma bahanesiyle ihyâ olurduk kapısı bacası yıkılmaya yüz tutmuş harâbe
evlerde. Ziya’nın evinde nice sınav gecelerinde başlayan derin muhabbetler,
devlet, millet ve memleket meselelerini konuşmaktan, daha elimize kitabı bile
alamadan kavuştuğumuz sabahlar... Burada sokakların ritmiyle can bulurdu şehir.
Uykunun gâlip gelmesine fırsat vermeyen derin mevzular eşliğinde, birkaç parça
odunun verdiği sıcaklıkla ortamı ateşleyen kuzine sobası, bazen açlık
sorunumuzu hâlleden pratik yemeklere de fırsat veriyordu. Tabiî uykuya yenik
düşüp tencerenin dibini tutturarak yanık kokularıyla uyanmak da vardı bu
güzelim muhabbetlerin sonunda.
Ama biz nereden
bilebilirdik ki şehrin birçok yerinde benzer hikâyeler yaşandığını ya da hiç
bizimkine benzemeyen hayatların sürdüğünü? Balıklı Rum Çeşmesi… O bir labirente
düşmüş gibi kaybolduğumuz sokaklarda bizi menzile ulaştıran uğrak yeriydi.
Şimdi yönünü kaybetmişler nasıl yol bulacaklar çeşmelerin bile taşındığı bu
dünyada?
Keşke yalnızca taşınsaydı hafızamdaki o tarihsel mekânlar, keşke bir sokağı, mahallesi içinde beni tarihe taşısaydı mekânlar… Şimdi ancak, yalnızca bir sütununun eşiğinde sükût etmek, derûnî bir Alaattin vaktinde Selçuklu esintisini yalnızca, evet yalnızca bir sütuna dayanarak hissetmek ne acı!