Sıradan hayatlar

“Sıradan olmamak lazım” argümanını onaylayan birçok insanla birlikte sıradanlaşmak pahasına bunu yaptığınızı bile fark etmezsiniz çoğu zaman. Sıradışı olmanın gerekli bir şey olduğu algısı, en sıradan algı tiplerinden biridir hâlbuki. Neden? Belki de sıradanlığın zıddının sadece “farklı olmak” değil, aynı zamanda ve hemen her zaman “başarılı olmak” gibi algılanmasından dolayıdır. Hâlbuki hiç de öyle değildir mesele.

İNSANOĞLUNUN şaşırtıcı başarıları her daim gözlerimizi kamaştırıyor; hatta kimi zaman adeta bizi bizden alıyor. Bir opera sanatçısının sesi ile dalıp çıktığı derinlikler, bir piyano virtüözünün akıllara ziyan performansı, bir ressamın renklerle şiir yazışı, dünyanın tepelerinden korkusuzca kendini bırakan “basejumper”ların tüyleri diken diken eden cesareti, hattatların göz yaşartan desenleri, hafıza şampiyonlarının şaşırtıcı becerileri ve daha nice akıl almaz insanî başarılar, hayretten ağzımızı açık bırakıp bizi kendilerine hayran ederler.

Bir şeyler yapacağımız zaman onlar gibi olmak isteriz. Mükemmelleri örnek alır, onlar gibi olma yolunda kimi zaman yıllarımızı harcarız. Bir kısmımız mesela –bencileyin-, sevdikleri müziği sadece dinlemekle yetinemezler; onu aynen, hayran oldukları kişiler gibi, hatta onlardan da iyi yapmaya heves ederler. Çoğunluğu bunu başaramaz elbet, yolun bir yerinde vazgeçer geriye boşa harcanmış aylar, yıllar, mali kaynaklar bırakarak…

Diğer insanların başarılı oldukları alanlar, kalıplar vardır. Kimi konuşmada, kimi sporda, kimi bir sanat dalında, kimi de politikada parıldar. Önce bu kişilere, sonra yaptıkları işlere ilgi duyarız genelde. Onların yaptığı işi onlar gibi yapmak, hatta onlardan daha iyi yapmak, en azından hayatımızın bir döneminde neredeyse ana odaklanma noktası haline gelir. Ama bu odaklananların kahir ekseriyeti, “hayran oldukları o iş için doğmamış” olduklarını bir süre sonra anlarlar.

“Sıradan olmamak gerek” desem size, çoğunuz benimle aynı fikirde olursunuz. “Sıradan olmamak lazım” argümanını onaylayan birçok insanla birlikte sıradanlaşmak pahasına bunu yaptığınızı bile fark etmezsiniz çoğu zaman. Sıradışı olmanın gerekli bir şey olduğu algısı, en sıradan algı tiplerinden biridir hâlbuki. Neden? Belki de sıradanlığın zıddının sadece “farklı olmak” değil, aynı zamanda ve hemen her zaman “başarılı olmak” gibi algılanmasından dolayıdır. Hâlbuki hiç de öyle değildir mesele.

Sıradan olmamak için, hayatında sıradan gördüğü her şeye sırtını dönen ve böylece yıllar boyu gözünün önündeki imkânlardan, hatta mucizelerden bihaber yaşayan insanları tanısanız, sıradışı olmaya çalışırken kaçırdıklarınızı daha iyi anlayacaksınız; anlayacağız belki...

Başarılı ve usta insanlara dikkat edin! Biz, onları genellikle hep başarılı oldukları işlerle ve o işler bağlamında tanırız. Başka bir hayatları olduğu, hayatlarının diğer alanlarında neler yaşadıkları pek aklımıza gelmez. Onlar gibi olamayışımıza içten içe hayıflanırız bazen. Ama acaba o hayranlık uyandıran görüntü ne pahasına karşımızda arz-ı endam eder, bunu bilebilir miyiz? Bir enstrüman virtüözü, bir sahne sanatçısı, bir politikacı, bir bilim adamı, bir sporcu, bir söz ustası, bir romancı, medyada karşınıza çıkan her “haber değeri taşıyan” insan, kendini tam anlamıyla gerçekleştirmiş midir acaba? Her zaman mutlu mudurlar? Hayatlarından doyum hissederler mi? Yaptıkları onları tatmin eder mi?

Biliyorum, aklınıza hemen ünlülerin ancak aylar süren evlilikleri, bunalımları, intiharları, dağınık hayatları, magazin basınına malzeme olan abartılı yaşamları ve tepkileri geliyor. Bunlar, sadece basının cımbızladığı birkaç başıbozuk hadise mi, yoksa sandığımızdan çok daha mı yaygın bu tip insanlar arasında acaba?

İnsan gibi neredeyse sonsuz boyutlu bir varlığın bu dünyadaki herhangi bir alanda kalburüstü bir başarıya sahip olmasının bedelini biliyor muyuz? O başarıyı hepimiz istiyoruz belki, ama onun bedelinin farkında mıyız? Ödeyebilecek miyiz?


Kendi olarak sıradanlaşmak

Genel bir prensibi kabullenmekte pek zorlanmayız: Herkes bir şeyleri diğerlerine göre daha “rahat” yapar ve o işi yaparken -doğal olarak- çok daha üretken ve verimlidir. Gerek doğuştan, gerekse erken çevremizin sağladığı imkânlardan gelen yeteneklerimizin benzersiz bir kombinasyonuna sahip bireyler olarak birçoğumuz, diğerlerinden çok farklı ve yegâneyizdir.

Kimi minicik ses frekanslarını dahi birbirinden ayırabilecek bir işitme donanımıyla, kimi en karmaşık beden hareketlerini kolayca yapabilecek bir beden ve vücut yapısıyla, kimi de insanları bir bakışta anlayabilecek bir empati yeteneğiyle dünyaya gelmiş olabilir. Bu insanların, hayatlarında yapabilecekleri en kolay işler de işte bu hazır yeteneklerinden azamî düzeyde istifade edebilecekleri alanlardır.

“Bir şeyi yaparken mutlu ve verimli olabiliyorsanız, o iş için dünyaya gelmiş olma ihtimaliniz yüksektir” desek, herhalde çok yanlış bir çıkarım olmaz. Fakat birçoğumuz, özellikle eğitim ve sosyal etkileşim süreçlerinde, sınırlı sayıdaki seçeneklerden bir tanesine uyum yapmaya zorlanır, çoğu zaman bize hiç uygun olmayan alanlarda başarılı olmaya mecbur bırakılırız. Moda, medyatik pompalamalar ve geçici popüler heveslerin sevkiyle hiçbir zaman derinleşme imkânı bulamayacağımız nice uğraşla, nice bilgi biçimi ile zaman harcamak durumunda kalırız. Bu dünyadaki her insan gibi “benzersiz” olduğumuzu bize pek kimseler hatırlatmadığı için, şu sonsuz olasılıklar evrenini birkaç başarı formülüne indirgeyen hazırlop paketler yüzünden ekserimiz mutsuz ve sıkıntılı bir hayatın içinde bulur kendini. Heveslerimiz de böyledir; ne olduğumuzu bilmeden, ne olacağımızı hayal etmeye başlamış buluruz kendimizi...

Gördüğüm genel bir manzarayı sizinle paylaşayım: Bir tek işte en iyi olmak için hayatından büyük fedakârlıklar yapan çok insan var. Uzaya robotlar göndermekten tutun da elindeki müzik aletini neredeyse konuşturmaya varana kadar, insan kabiliyetlerinin sınırlarını zorlayarak elde edilen nice başarılar görürüz her gün. Bunların hepsi de insandır ve potansiyelleri içinden bir tanesini seçerek gerçekleştirme yolunda bir kader çizgisi takip etmişlerdir.

İnsan gibi neredeyse sonsuz boyutlu bir varlığın bu dünyadaki herhangi bir alanda kalburüstü bir başarıya sahip olmasının bedelini biliyor muyuz? 

Ödüllerden, konserlerden, alkışlardan, takdir ve teşekkürlerden sonra kendi yaşamına çekilen o “sıradışı” insan ne yapar peki? Ne yapacak, sizin, benim gibi her faninin dertleri onda da mevcuttur ve o dertleri ile baş başa kalır. Belki maddeten birçok sorunu -geçici bir zaman için de olsa- hallolmuş görünür, ama şimdi daha büyük bir derdi vardır onun: Yaşamının geri kalanı ile ne yapacaktır?

Yaşama sanatı hakkında bilgi sahibi midir acaba o kimse? Kendi ile baş başa kaldığında, etrafındaki gerçek aile ve dost meclislerinde mutluluğu tadacak mecali kalmış mıdır? Eğer bunları yapabiliyorsa, biliniz ki çok nadir ve seçkin bir örnek ile karşı karşıyasınızdır. Zira günümüzün yaygın “Batı menşeli” toplumsal kabullerinden biri olan “başarı ve sıradışılık” ülküsü, hayatın erken dönemlerinde elde edilip yerleşmesi gereken o eşsiz “yaşam bilgisi”nin sarfını gerektirecek kadar derin bir yoğunlaşma ister. Ardından edinilen yeni yaşam ise, içinde hiç kimsenin nasıl yaşayacağını pek bilemeyeceği bir muammadır. Biyolojik olarak en fazla 150 kişilik bir çevreyle baş edebilecek bir zihinle bazen bütün ülkede, bazen bütün dünyada tanınan, bilinen biri olma arasındaki tezatı yenebilecek bir zihin bulabilmeniz işte bu nedenle çok zordur.


Kendini gerçekleştirebilmek

Olağanüstü yetenekler geliştirmek için harcanan zamana dikkat etmek gerek. Beş yaşında usta işi besteler yapmaya başlayan bir çocukla onlarca sene enstrüman icrası yapıp da ancak ustalaşabilen insanlar arasında temel bir fark vardır: İlki, doğuştan gelen altyapısı uyarınca hareket eder ve “mecrasını bulma”nın avantajından istifade eder. Diğeri ise belki de şartları baştan uygun olmasa da azim ve çalışma ile belli bir noktaya ulaşır.

Peki, bunlardan hangisi “kendini gerçekleştirmek”tir acaba? Bunun ölçülerinden bir tanesi olarak yaşamdaki “doyum ve mutluluk” bir ölçü olabilirdi. Ama ne yazık ki “çok geç” olmadan bu ölçekteki fark edilebilir işaretleri görebilme imkânımız olmuyor.

Yanlış tercihler yüzünden gün geçtikçe biriken mutsuzluk, bazen orta, bazen ileri yaşlarda vurur insanı. Mesela sırf yüksek puan alabildiği için üniversite tercihlerinde tıp fakültesi gibi bölümler kazanan ve tüm ömrünü aslında hiç sevmediği, mizacına hiç uygun olmayan bir meslekle geçiren nice insanımız var. Sırf yüksek puan alabilecek kadar çalışkan ve hızlı işlem kapasitesine sahip oldukları için adeta ömür boyu cezalandırılan nice insan…

İş garantisini veya diğerlerinin gözündeki prestiji öncelerken mutluluğu ikinci planda bırakmak ne büyük günahtır!.. Hâlbuki o yüksek puanlı teknik mühendislik bölümlerinde ne sanatçılar, ne edebiyatçılar, ne düşünce adamları vardır ve sırf “yüksek puan” alabildikleri için, insanlık, belki de ebediyen onlardan mahrum kalacak, kendileri de hiç öyle olmamalarına rağmen sıradan bir hayat süreceklerdir. Acaba bu kayıp, telafi edilebilir bir kayıp mıdır?

Yaşama sanatı

Jean Jacques Rousseau der ki, “Birçok insan matematiğin yasalarını bilir ve güzel sanatların birçoğunda beceri sahibidir. Fakat çoğu insan, yaşamı yöneten yasalarla, yaşama sanatı denen o güç hakkında az şey bilir. Bir insan bir uçak yapabilir ve onunla bütün dünyayı dolaşabilir. Fakat nasıl mutlu, başarılı ve memnun olunacağını öğreten o basit sanatın tamamen cahilidir. Sanatları öğrenirken, listenin en başına ‘yaşama sanatı’nı koymayı unutma”…

Çocuk yetiştirirken ne yapsak? Sıradışı ve başarılı bir kişi mi, yoksa gerçek ve sıradan bir insan mı yetiştirmeli? Karar sizin!..