HER sanatçı gibi
kendi çağının çocuğu olan Ahmet Hamdi Tanpınar, küçük zaafların ama büyük
duyuşların sahibidir. Doğu’dan daha çok Batı’yı seven ve ona hayran olan
Tanpınar, inançsız, korkak ve silik bir tiptir. Kendi çağını yaşayamadığından,
özlem olarak geçmişe sığınmış ama gözünü ve gönlünü Batı’dan ayırmamıştır.
Elli
küsur yaşında Paris’e gittiğinde geç kaldığının idrakine varmış ve bu geç
kalıştan dolayı büyük bir pişmanlık duymuştur. Çünkü kendine göre sanatı ve
düşüncesiyle Paris’te yaşaması gereken, evrensel bir yazar olmaktı. Aslında Batı
hayranlığı, inançsızlık ve bohemlik, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk aydınına
miras bırakılmış bir hastalıktır. Bu dönemin birçok aydını gibi Tanpınar,
sıkıntılı ve huzursuzdur. O ve çağdaşları, gerçekte dağılan koca bir İmparatorluğun
toz duman olmuş yıkıntıları altında çıkış yolu arayan zavallılardır.
İmparatorluğun bu son kuşağının çelişkileri, trajedileri ve sanatları birbirine
benzer.
Cemil
Meriç’in Tanpınar için söylediği “Camiden
içeri girmemiş adam” ifadesini alıp, İmparatorluğun son kuşak yazar ve
sanatçılarına uyarlayabilirsiniz. Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Ahmet Haşim,
Peyami Safa, Necip Fazıl… Bütün bunların hepsi de yalnız, bohem ve trajik
tiplerdir. Yıkılış dönemi ile kuruluş dönemi arasında sıkışıp kalmışlardır.
İnanç
bağlamında zayıf, kişilik olarak korkak, pısırık ve silik olan Tanpınar,
kişiliği gelişmemiş, daha doğrusu çocukluğunu tamamlayamamış biridir.[i]
Tanpınar için Batı, ulaşmak istediği ideal, Doğu ise mazide kalmış bir
hatıradır. Bu yüzden hayal, hülya ve rüyaların adamı olmuştur. Eserlerinde ne kadar mükemmeliyetçi ise,
gerçek hayatta o denli kişilik eksiklikleri vardır.
Cemal
Meriç’e göre Tanpınar
Bu
zaaflarına rağmen Tanpınar, çok iyi bir edebiyatçı ve romancıdır. Türk
edebiyatının bu büyük yazarını sanırım en güzel yine Cemil Meriç tanımlar.
Meriç, sohbetlerinde, “Tanpınar da samimi, dürüst, mütecessis bir müsteşriktir.
Maddi sıkıntı çekmedi. Babası kadıydı. Halk Partisi’ne yalvardı mebus seçilmek
için. Ahmed Kudsi’ye çok yalvardı ihsan için. Zaafları olan bir insandır
Tanpınar. Batı’yı bilir. Doğu bilgisi ise dekoratiftir, plastiktir. Renan dahi
bir cami karşısında ürperir ki Tanpınar’ın Ali Milâni Sultanahmet Camii
penceresinden içeri bakarken ağladığını görmüş. Tanpınar içine girmez caminin.
Tanpınar’ın üslubunu sevmem. Bir bayırı çıkan katarlardan müteşekkil bir trene
benzetmiştim üslubunu bir yazımda. (…) Tanpınar arayan adamdır. Ve küçük
tatminlerin adamıdır. Hamdi Bey, küçük hesaplar için avuç açan ve ayak öpen bir
şahsiyettir”[ii]
şeklinde bir yorum kullanır.
Hatta
bu konuşması sırasında, Tanpınar hakkında “içtimai bir adam vasfıyla değil de
psikolojik olarak ve korkan, hisseden, duyan, seven adam olarak” yazmayı
düşündüğünü söyleyen Ümit Meriç’e şöyle cevap verir: “Sen, Ahmet Hamdi üzerine
şiir yazıyorsun!” Ümit Meriç’se buna karşılık “Ben gerçek Ahmet Hamdi’yi değil,
romanlarındaki adamı yazıyorum. Onu sevdirmeye çalışıyorum. Sevilecek bir adam
çünkü. Amiel’e de onun için çok benzetirim” der. Babası, “Amiel jurnaliyle
meşhur” diye cevap verince Ümit Meriç, “Tanpınar eğer günlük tutsaydı Amiel
gibi yazardı” der. Bunun üzerine Cemil Meriç şöyle bir cevap verir:
“Yazamazdı.
Çünkü Amiel, devrinin Alman kültürü ile doludur. Güzel bir şey edebiyatımızdaki
hassasiyet temayüllerini incelemek. Düşünce tarihi, edebiyat tarihi bakımından
Türkiye’de iki isim var romancı olarak: Peyami ve Yakup. Yeniçağda aynı çevrede
yaşayan insanların birbirine benzer çok tarafları vardır.
Ahmed
Hamdi’yi tanımak için İsmail Habib’i, Necip Fazıl’ı, Ahmed Kudsi’yi iyi bilmek
lazım. Bunlar Ağaç dergisinde yazmışlardır. 1936’larda çıkan Ağaç dergisi,
diğer materyalist dergilere karşı bir aksülameldi. Fakat hepsi Batıcıdır.
Türkçe konuşan Fransızlardır. Bunlar, bir fetret devri insanları. İkinci
Meşrutiyet’te doğdular, mütareke ve inkılâp devirlerinde yetiştiler. O zaman,
bizde Avrupa idealar dünyası telkin ediyordu. Avrupa tesirine rağmen Tevfik
Fikret’te çok kuvvetli bir dil vardır. Hamid hakeza, Osmanlıdırlar. Osmanlılık
ve Türkçe Fecr-i Atî’de biter. Bunlar da onlardan gelir.
Tanpınar’ı
iyi anlamak için önceki nesli iyi bilmek lazım. Mevcut düzenle bu nesil
arasında hiçbir zıtlaşma yok. O devirde Necip Fazıl da Müslüman değildir,
Tanpınar hiç olmadı. O devir adamları Batı’nın sefahate düşmüş taraflarını
aldılar, bunlar da sürrealizmi. Bunlar ‘metafizik ürperti’ diye tutturmuşlar.
Ben Batı’nın bütün filozoflarını okudum. Beni hiçbiri, hiçbir zaman imana
götürmedi. Voltaire ‘Metafizik, inanmayanların meydanıdır’ der. Ben Allah’ı
Spinoza’dan mı öğreneceğim? Metafizik, imanla inkârın arasında bocalayan
insanın çırpındığı, sallandığı, sürüklendiği bir sahadır. Necip yazdı, ‘Edebiyatımızda metafizik ürperti yok’ dedi.
Canım niye olsun? Metafizik Aristo’dan, Heraklitus’tan beri hiçbir şüpheye
cevap vermemiştir. Kapalı kapıyı tekrar açmaya ne lüzum var.”[iii]
“Huzur”un
yazarındaki huzursuzluk
Tanpınar,
maddi ve manevi bağlamda sıkıntılı ve huzursuzdur. Ne inanabileceği bir tanrısı,
ne de dünyada mutlu olabileceği kadar parası vardır. Kumar ve borçları bir
yandan, hastalığı öbür yandan onun huzurunu kaçırmaktadır. Tıpkı Necip Fazıl’ın
bohemlik yıllarında maça kızına sığınması gibi o da kumara sığınmıştır. Aslında
ne Necip Fazıl’ın, ne Peyami Safa’nın, ne de Tanpınar’ın, bohem yaşadıkları
yıllarda toplumsal bir ağırlıkları vardır. Necip Fazıl ve Peyami Safa, sonraki
yıllarda farklı mecralara yöneldiklerinden, kendilerini bu bohemlikten
kurtarabilmişlerdir.
Oysa
Tanpınar, bulunduğu çukura saplanıp kaldığından hiçbir zaman huzurlu olamamış,
hatta toplum nezdinde bir itibarı da olmamıştır. Necip Fazıl ve Peyami Safa,
kendilerini bohemlikten kurtardıkları için Tanpınar’a nazaran daha huzurlu ve
daha saygın olabilmişlerdir. Tanpınar, verem hastalığı, korkaklığı, kumarı ve
ezilmişliğiyle dünya edebiyatında Kafka ve Dostoyevski’ye benzer. Özellikle
günlüklerinde yazdıklarıyla bu iki büyük sanatçıyla örtüşür. Tanpınar, korkaklığı
ve ezilmişliğiyle silik bir Kafka; kumarı, kadına karşı iştiyakı, parasızlığı,
borçları ve yine kumarıyla da Dostoyevski’dir.
Tanpınar’ın
yaşamı ve kaderi de bunlarla örtüşür. Karanlık ve gizli dünyasını anlattığı “Günlükler”i,
Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ında kafa yorduğu varoşsal arayışına
benzer. Zira günlükleri yayınlanmamış olsaydı, sanırım onun gizli kalmış ruh
dünyasını belki bu denli açık bir şekilde göremeyecek, zavallılığını idrak
edemeyecektik. Gerçi daha önce yayınlanmış olan mektuplarında zaaflarının izi
sürülmüş olsa da günlüklerinde olduğu gibi açık değildir.
“Günlükler”,
bana göre Dostoyevski’nin “Ölü Evinden
Notlar” a benzer. Dostoyevski, o romanında, hapis hayatında gördüğü
katilleri, hırsızları, serserileri, tecavüzcüleri anlatır. Tanpınar ise
çevresindeki yazar, şair, ressam ve aydınlara yer verir. Dostoyevski o karanlık
ve yalnız ortamda mahkûmların ruh halini ortaya koyarken, Tanpınar’sa aydınlık
bir ortamda, çevresindeki aydın ve sanatçıları yerin dibine batırarak kendi ruh
halini anlatır. Dostoyevski katilleri, canileri, hırsızları dahi severek ve
acıyarak anlatırken, kendisi acınmaya muhtaç olan Tanpınar, en yakın
arkadaşlarına dahi kin ve nefret kusar, onları kıskanır ve sevmez.
Kafka,
mıymıntılığını, korkak ve zavallılığını kabullenerek “Dönüşüm”ü yazar,
böcekleşen Samsa’yı yaratarak zavallı biri olduğunu göstermiş olur. Dostoyevski
ise hastalığına, zavallılığına, kumar borçlarına, parasızlığına isyan ederek “Suç
ve Ceza”daki Raskolnikov’u yaratır. Raskolnikov, tefeci kadını öldürmezden önce
kendine göre tarihten birtakım çıkarsamalar yapar, Napolyon’un ve Muhammed’in
savaşarak insanları öldürdüğünü ve böylece zafer kazanarak kahraman olduklarını
aklına getirir; bundan kendine bir paye çıkararak, böcek olarak algıladığı
tefeci kadını öldürür ve kahraman olduğunu düşünür.
Kendiyle
hesaplaşamayan adam
Kafka
ve Dostoyevski’nin sorunu, insanı böcek
gibi görmeleridir. Kafka böcekliği kabul ederek dönüşür, Dostoyevski ise böcekliği
başkasına layık görüp kendi üzerinden atmaya çalışır. Tanpınar, bu iki ruh
ikizinin özelliklerini taşır. Hem Kafka’nın böcekleşen Samsa’sı[iv] gibi
silik ve zavallı bir tiptir, hem de Dostoyevski’in Raskolnikov’u gibi
kahramanlığa özenir. Ama cinayet işleyecek gücü kendinde bulamaz ve yalnızca 27
Mayıs Darbesi olunca kızdığı, kıskandığı herkesin tutuklanmasını, hatta idam
edilmesini ister.[v]
Raskolnikov’un
cinayet işleyecek cesareti vardır, ama Tanpınar’ın yoktur. Burada Tanpınar’ın
cinayet işleyerek kahraman olmasını elbette beklemiyoruz, ama onun bastırılmış
duygularını harekete geçirecek cesareti de göremiyoruz. Tanpınar, bu ruh halini
bir eserle rahatlatabilirdi. Şöyle ki, “Goethe, ‘Genç Walter’in Acıları’ adlı
romanında kahramanını intihar ettirmemiş olsaydı kendi intihar ederdi” diye
anlatılır. Zira yazar, intihar duygusunu kahramanı aracılığıyla
gerçekleştirerek kendini kurtarmıştır.
Tanpınar’ın
günlüğünde, en büyük zaafı olarak kadın ve parasızlık öne çıkar. Hatta
günlüğünün bir yerinde erotik bir şiir yazarak seksi tanrısallaştırmaktan
bahseder. Ama ne o şiiri yazar, ne de o duygusunu gerçekleştirebilir. Bundan
dolayı da hep kendi kendisiyle hesaplaşır.
Ölümden
korkar ama günlüklerinde bunu hiç dışa vurmak istemez. Yalnızca Yahya Kemal’in
son halini gördüğünde ölümü tanımlar, anlamaya çalışır. Korkuları olan adamdır
Tanpınar ve hep korkuyla yaşar. Günlüklerinde birçok Avrupalı yazar ve
sanatçıdan bahseder, Camus öldüğünde onun Başkaldıran
İnsan ve Sisiyphos kitabından
etkilendiğini ve üzüldüğünü belirtir. Ama Camus’un Mutlu Ölüm adlı kitabına değinmez. Çünkü Mutlu Ölüm’de roman kahramanı, Tanpınar gibi inançsız ve
veremlidir. Sonra Tanrı’nın kendisini öldürmesini beklemeyip intihar ederek
meydan okur. Tanpınar da inanmaz, ama meydan okuyacak cesareti yoktur. Bundan
dolayı kendini bulduğu eserlere pek iltifat etmez. Çünkü insan, kendi zaaf ve
korkularıyla yüzleşmek istemez. Tanpınar, kendi kendisiyle yüzleşecek
eserlerden korkmuş ve kaçınmıştır.
Bu
bağlamda Tanpınar’ın ruh haliyle örtüşecek bir anekdotu burada nakletmek
istiyorum:
Uzun süre hapis yatmış bir arkadaşım vardı. Müthiş kitap okuyordu. Özellikle de klasikleri. Kendisine Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar ve Ölü Evinden Manzaraları verdim okuması için. Kitapları uzatır uzatmaz, ani bir refleksle geri çevirdi: “Ben bu kitapları okuyamam.” Beklemediğim bu durum karşında hayrete düştüm. Bu hareketine anlam veremediğimi görünce de durumunu açıklamak zorunda kaldı: “Yanlış anlama dostum! Ben kitap okumayı çok severim. Ama Dostoyevski’nin özellikle de bu iki kitabını, hele hele Ölü Evinden Manzaralar’ı kesinlikle okumak istemem. Çünkü cezaevinde, her iki kitabı da okumaya başladığımda bir sıkıntı bastı, okuyamadım. Boğdu beni bu kitaplar” dedi. “Niçin?” diye sordum. “Niçin olacak, Yer Altından Notlar varoluş kaygısı yaratıyor, Ölü Evinden Manzaralar ise yaşadığım hapishane hayatının kasvetini taşıyor. Kim bu marazi ve ruh sıkıcı eserde kendini görmek ister ki… Ben bu eserleri okuduğumda hapishane günlerimi yaşıyorum, geçmişim nüksediyor; korkuyorum okumaya bunları…”
Eserlerinde
Tanpınar
Her
roman yazarının, bir sinema filminde olduğu gibi yarattığı iyi ve kötü
karakterleri vardır. Yazar, bazen gerçek hayattan ilhamını alarak yaratır
kahramanlarını, bazen de kendi kişiliğini iki veya daha fazla kişiliklere
bölerek. Aslında iyi veya kötü her karakter, yazarın kişiliğinin yansımasıdır.
Shakespeare’in Hamlet’i, Dostoyevski’nin Öteki’si, Kafka’nın Dönüşüm’ü de bu
kişilik bölünmelerinin edebiyattaki yansımalarıdır. İyi bir romancı, birden çok
karakter yaratabilir eserlerinde. Sanatçı olmanın belki de kaçınılmaz ve en
belirgin özelliği, böylesi bir ruh haline sahip olunmasıdır.
Romanlarında
kendini anlatmış ama bu günlüklerdeki zaafları olan Tanpınar’ı değil, duyan,
hisseden, seven ve medeniyet tasavvuru olan Tanpınar’ı anlatmaya çalışınca…
Tanpınar,
günlük veya anıları sebebiyle keskin çizgilerle kendisinden ayrılır ve kişilik
bölünmesi pek olmaz. Edebiyatımızın usta romancısı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
ölümünden otuz yıl sonra yayınlanan günlüklerine baktığımızda, zengin bilgi
birikimi, estetik duyarlılığı yüksek bir ruh ile küçük hesapların peşinde,
cinsel açlık çeken, mıymıntı, korkak ve silik bir karakterin iç içe geçtiğini
görürüz.
Günlüklerini
okuduğunuzda, “Böylesine ucuz hesapların adamı olan bir insandan nasıl büyük
bir sanatçı çıkmış?” diye hayret etmemek elde değildir. Ayrıca bu adamın,
yaşadığı dönemde silik ve ezik değil de şöhretli bir sanatçı olarak kendini
kabul ettirmiş olsaydı, acaba yazdığı eserlerin seyri nasıl olurdu? Ona o
güzelim eserleri yazdıran bu küçük hesapları korkak ve silik ruh yapısı mı,
yoksa bütün bunların ötesinde güçlü bir sanatsal ruh mu?
Tanpınar,
zaaflarını çekinmeden günlüklerine yazmıştır. Örneğin Yahya Kemal, kendisinin
hocası ve idolüdür. Hatta onun hakkında en güzel biyografik eseri yazan
adamdır. Ama günlüklerinde anlattığı Yahya Kemal bambaşkadır. “Dün Yahya
Kemal’in hatıralarını bir daha okudum. Nihat Sami’nin (Banarlı) bu büyük adamı
kepaze edişine bir daha hayran oldum. Fakat unutmamalı ki Yahya Kemal, onu
kendisi seçmişti”[vi]
diye yazar. Oysa bu, ikilemli ve hastalıklı bir ruh halidir. Aslında o,
çevresindeki şöhretli herkesi kıskanmıştır; büyüklüğünün farkında olmasına
rağmen kıskançtır.
Belki
de kıskançlığı yüzünden insanî ilişkilerinde sorunlar yaşamıştır ve hayatı
boyunca Yahya Kemal ne kadar rahatsa, Tanpınar o kadar huzursuzdur. Yahya Kemal
ne kadar talihliyse, Tanpınar o denli talihsiz ve zavallıdır. Yahya Kemal ne
denli şöhretliyse, Tanpınar o denli itilmiş, kakılmış ve Kırtıpil Hamdi olmuştur. Ve kıskançlığı, hocasından arkadaşlarına
kadar herkesi kuşatır.
Tanpınar,
iyi bir yazar, iyi bir kültür ve estetik adamıdır. Onun, özellikle Batı
kültüründeki derinliği göz ardı edilemez. Yaşadığı dönemdeki yalnızlığı, bir
tek kişiliğinden değil, aynı zamanda onun kültürel birikiminden de kaynaklanmıştır.
Aydın yalnızlığı dediğimiz “fildişi kule”
dönemi de yaşamıştır. Bilgisi arttıkça toplumdan uzaklaşmıştır. Cemil Meriç’in,
onun hakkında “Ahmed Hamdi’nin (Tanpınar), şimdi, niçin yalnız kaldığını
anlıyorum. Ne Necip, ne Nazım bu adamla mukayese edilebilir. Diğerleri onun
yanında kapıcı dahi olamaz”[vii] ve bir
başka yerde de “Tanpınar, Batı’yı bildiği için İsmail Habib’e ilmi bir hüviyet
kazandırmıştır, o kadar. Tanpınar’dan ve İsmail Habib’den sonra edebiyat ve
fikir dünyamıza istikamet çizecek ne bir adam geldi, ne de bir yazı yazıldı[viii].
(…) Namık Kemal, Batı’nın çırağıdır. Ahmed Hamdi kalfadır ve sonra ustadır.
Daha sonra gelenlerde hiçbir şey yok” ”[ix] demesi
boşuna değildir.
Tanpınar,
yaşadığı güne değil, geleceğe yazan ve bunun farkında olan adamdır. Onun
hayatına ve eserlerine baktığımızda, zaaflarıyla küçük, eserleriyle büyük bir
sanatçı olduğunu görürüz. Kendi çağının çocuğu olarak, Doğu ve Batı arasına
sıkışmış, Kafka gibi silik ve korkak, Dostoyevski gibi coşkun, ezik bir yeraltı
insanıdır.
[i] Çocuk yaşta
annesinin vefat etmesi onda büyük bir
tesir bırakmış, ve geçmiş onun
için ölü anne imgesine dönüşmüştür. Aynı travma Yahya Kemal’de de vardır. O da
annesini küçük yaşta keybetmiş Kaybolan Şehir, kaybolan anne imgesine
dönüşmüştür.
[ii] Halil Açıkgöz,
Cemil Meriç ile Sohbetler, sh. 49-50, Doğu kütüphanesi yay. İstanbul, 2013
[iii] Açıkgöz, age.
sh.51, 52
[iv] Samsa bir sabah
uykudan uyandığında kendini tanımlayamadığı bir böcek olarak hisseder. Hikâye
boyunca okuyucu bu böceğin nasıl bir şey olduğunu bilmez. Böcekleşen samsa işe
gitmek istemez, yataktan kalkamaz, ama odanın duvarında asılı olan yarı çıplak
kadın resminin üzerine atlamak ister. Böcekleşen Samsa’nın cinsel açlığıdır bu.
Tanpınar’da gerçeklikte yaşayamadığı, yüz yüze söyleyemediği şeyleri günlüklerine
yazarak rahatlar. Onun Samsa ile örtüştüğü en belirgin özellik cinsel açlıktır.
Tanpınar gördüğü her kadın, seyrettiği her resim, gördüğü her rüya ona
cinselliği çağrıştırır. Ve bu anlamda müthiş bir zaaf yaşar…
[v] “Bence kansız ihtilal yapmaktansa hiç
yapmamak daha evladır”[v]
diyebilecek tıynette bir zavallı. Aslında onun bu hali, iğdiş edilmiş bir ruh
halidir. İdam edilen Menderes ve arkadaşlarının gazete fotoğraflarını
gördüğünde günlüğüne yazdıkları tam bir ruh bozukluğudur: Menderes için “Zavallı budala” diye yazdıktan sonra “ kaç defa İsmet paşa kendisine fırsat
vermişti. Başında o kadar sevilen adamdı ki bu sevgi yüzünden aziz olabilirdi.
Meğer bütün bu adamlar, bu iş, aç tahtakuruları, yer solucanları, kurtlar,
yılanlar gibi bekliyorlarmış.”[v]
Korkaklar, ortamı bulunca öfkeli ve cesur görünmeye çalışırlar. Hep ihbar
edilip tutuklanma korkusuyla yaşayan Tanpınar’ın asıp kesmesi, idam edilenler
için yürek soğutması oldukça anlamlıdır. Tanpınar’ın “Refik Koraltan’ı sevmediğim malum. Asılmasına şimdi imza ve karar
veririm” [v] cümlesi,
onun ruh halini ele verir. Aslında Kemal Tahir’in “korkaklık
kahpeliktir” sözü bu halinin özeti
gibidir.
[vi] Age. sh. 205
[vii] Açıkgöz, age. sh.
176
[viii] Açıkgöz, age. sh.
173