BEYNİMİZİN davranışlarımızda oynadığı rollere
dair bilgilerimiz arttıkça, hem kendimize dair birçok yeni bilgi ediniyor, hem
de şimdiye kadar kesin bildiğimizi sandığımız birçok meseleyi tekrar ele almak
zorunda kalıyoruz. Bunlardan bir tanesi de “şiddetin insan tabiatındaki yeri”
meselesi.
Birçok hayvanın
hayatını ve türünü idame ettirmesinde çok önemli bir özellik olan öfke ve
şiddet, insanlar açısından her dönemde en ciddi sorunların başında geliyor.
Beynimizin işlevlerine ışık tutan sinirbilimlerinin bu konulardaki son
bulguları da bizi hem diğer insanlara uygulanan şiddet, hem de hukukî suç
yaptırımları açısından yeni anlayışlar geliştirmeye zorluyor.
Antisosyal beyin
Antisosyal kişilik
bozukluğu olarak bilinen bir davranış kalıbı, diğer insanlarla olan ilişkileri
anormalleştiren en yaygın davranış bozukluklarından biri. Bu bozukluğu gösteren
kişiler, özellikle kendi çıkarları söz konusu olduğunda diğer insanlara çok
acımasızca davranabiliyorlar. Belirgin bir yanlış-doğru algılamasına da
genellikle sahip değil bu kimseler. Bu tip davranışlar gösteren insanların
beyinlerinin incelendiği çalışmalar, beyin yapılarının diğer “normal”
insanlardan belirgin bazı farklar gösterdiğini ortaya koyuyor. Örneğin yakın
zamandaki bir çalışmada, beynin orta-ön bölümü (medial frontal girus) ile
gözlerin hemen üzerindeki beyin bölgesinin (orbitofrontal girus) hacminin
anlamlı miktarda daha düşük olduğu gösterilmiş durumda. Bu bölgeler, beynin
sosyal ilişkilerdeki sınırları değerlendirebilmesi, diğer insanların
duygularının anlaşılabilmesi (empati) ve dürtülerin kontrol edilebilmesi gibi
işlevlerden sorumlu. Dolayısıyla bu bölgelerin küçülmesi, bu işlevlerin de
doğru biçimde yerine getirilememesinden kaynaklanan bu tip sosyal davranış
bozukluklarına makul bir açıklama sağlıyor gibi görünüyor.
Antisosyal kişilik
bozukluğu olan insanlar üzerinde yapılan diğer çalışmalarda, başta amigdala
olmak üzere, beynin duygulanımları ile ilgili birçok bölgesinde değişiklikler
olduğuna dair raporlar mevcut. (Amigdala, beynimizin şakak loblarının içinde
yerleşmiş badem biçimli bir bölge; adı da Latince “badem” demek olan “amigdala”
sözünden geliyor.) Böylece bu tip davranış bozukluklarının beyin devreleri ile
olan ilişkileri hakkında her gün daha fazla şey öğreniyoruz.
Psikopat beyin
Antisosyal kişilik
bozukluğunun derinleşmiş hali, “psikopati” olarak bilinen durumdur. Psikopatlar,
diğer insanlara yönelik ciddi suçlar işleseler de pişmanlık duymama ve herhangi
bir duygusal etkilenme yaşamamaları ile şaşırtıcı bir zihin durumu sergilerler.
Bu kişilerin beyinlerinde yapılan araştırmalar, özellikle amigdala çekirdeğinin
dış bölümünün normal insanlara göre “daha incelmiş” olduğunu gösteriyor.
Amigdala, duyguların
temel kontrol merkezlerinden biri olarak görev yapar ve bu bölgenin iyi
çalışmaması, hem duyguların kontrol edilememesi, hem de diğerlerinin
duygularını anlayamama gibi istenmeyen sonuçlara neden olabilir. Psikopatlarda
sıklıkla gözlenen suçluluk, pişmanlık veya üzüntü eksikliği de bu bulgularla
yakından örtüşüyor gibi görünüyor.
Burada bir noktaya
dikkat çekmek lazım: Psikopatlar, doğru ve yanlışın “ne demek” olduğunu
bilişsel olarak gayet iyi anlayabiliyor, sözel testlerde bunların ayrımını
gayet rahat yapabiliyorlar. Fakat kötü bir şey yaptıklarında kendilerini “kötü”,
iyilik yaptıklarında ise “iyi” hissetmiyorlar. Bu duygusal eksiklik, “bilmek”
ve “olmak” arasındaki önemli farka da işaret ediyor aslında.
Şiddet sarmalı
Aile içi şiddet,
özellikle gelişmekte olan toplumlardaki yaygın sorunlardan biri. Eşine,
çocuklarına veya çevrelerindeki düşük güç düzeyindeki diğer insanlara sürekli
olarak baskı ve şiddet uygulayan birçok insanın beyni üzerinde yapılan
çalışmalar sonucunda, bu tip şiddete yatkın kişilerde beynin ön bölümün iyi
çalışmadığı görülmüş durumda.
Beynin ön bölümü,
bizi insan yapan dürtü kontrolü, irade, gelecek planlaması ve üst düzey düşünce
gibi işlevlere ev sahipliği yapan bir bölümdür. İnsanda, hiçbir hayvanda
görülmemiş düzeyde gelişmiş olan bu bölge, özellikle öfke, korku, cinsel
dürtüler, arzular ve iştah gibi temel hayvanî itkilerimizi belli düzeylerde
kontrol imkânı vererek insanı insan yapan beyin bölgesi olarak anılmayı hak
etmekte. Beynimizin bu ön bölgesinin yetersiz çalışması ya da bir şekilde
hasara uğraması saldırganlık güdülerini kontrol etmeyi zorlaştırırken, bazen de
karşıdaki insanların duygularını anlamayı zorlaştırarak bir başka insana şiddet
uygulama davranışını önemli ölçüde kolaylaştırabiliyor.
Peki, ön beyin neden
bazı insanlarda daha zayıf çalışıyor? Doğuştan gelen genetik bazı faktörler söz
konusu olsa da sorun, genellikle gelişim sürecinde yatıyor gibi görünüyor.
Özellikle aileleri tarafından şiddet görmüş veya ağır ihmale uğramış çocukların
ileriki yaşlarda genel bir beyin gelişim geriliğinin yanı sıra, ön beyin
işlevlerinde de belirgin bir azalma, modern görüntüleme yöntemlerinin
kullanıldığı çalışmalarla gösterilmiş durumda. Yani şiddet veya ihmal altında
büyüyen çocuk, ileriki dönemlerde şiddet ve ihmal göstermeye daha yatkın
oluyor. Aynı zamanda belirtmiş olduğumuz bu tespitin tam tersi de doğru. Sevgi
ve anlayış dolu bir ortamda yetişen bireyler, hem erişkin hayatta strese daha
dayanıklı oluyor, hem de bu bireylerin çocuklarına aynı pozitif davranışları
gösterme olasılıkları daha yüksek oluyor.
Kısacası şiddet ve
sevgisizlik, adeta bir sarmal gibi sonraki nesilleri de doğrudan etkileyen bir
sorun aslında. Sevgi ve anlayış da bir o kadar kolay bir çözüm...
Çocukluklarından
itibaren yıllar boyu takip edilen bin 700’den fazla denek üzerinde yapılan uzun
vadeli bir araştırmanın 2010 yılında yayınlanan sonuçları bizim için önemli
mesajlar içeriyor.
Bu denekler henüz 3 yaşındayken “korku koşullandırması” olarak bilinen bir deneye alınıyorlar. Bu deney, hafif korku oluşturabilecek bir uyarana (mesela sese) karşı çocuklarda oluşabilecek bilinçsiz tepkileri ölçmeye yönelik basit ve zararsız bir testten ibaret. İlginç olan kısım, tümü bu testten geçirilen denekler arasında koşullandırmaya yanıt vermeyen, yani “korkuya hissî yanıt veremeyen” çocuklardan büyük çoğunluğunun, ileride bir şekilde suça karıştığının tespit edilmiş olması. Daha çok küçük yaşlarda tespit edilebilen bu farklılık, ileride suça yatkınlığın güvenilir bir ölçüsü olarak kabul edilebilir. Erken yaşlardaki bu ölçümlerin suçları engelleyip engelleyemeyeceğini söyleyebilmek için henüz oldukça erken. Elbette bu yöntemle “çocukların psikopat olup olmayacaklarını” kesin olarak söylemenin imkânı yok. Fakat risk altındaki çocukların erkenden yardım alması için çok kıymetli bir veri olabilir.
Psikopatlar, doğru ve yanlışın “ne demek” olduğunu bilişsel olarak gayet iyi anlayabiliyor, sözel testlerde bunların ayrımını gayet rahat yapabiliyorlar. Fakat kötü bir şey yaptıklarında kendilerini “kötü”, iyilik yaptıklarında ise “iyi” hissetmiyorlar.
Biyoloji kader değil
Beynin gelişimine ve
değişebilirliğine dair bugün bildiklerimizin ışığında, -her ne kadar sosyal
davranış bozukluklarına yatkın bir beyne de sahip olsa- bir çocuğun nihaî
kaderi “psikopat” yahut “suçlu” olmak değildir. Uygun terapi ve davranış
eğitimi teknikleri ile beyinde muazzam değişimler oluşturabilmemizin önünde
hiçbir engel yok. Bunun en büyük kanıtı, önceden suç işleyip de daha sonra bu
davranışlarından tamamen vazgeçen insanlar üzerindeki çalışmalardan geliyor.
Bu insanların beyin
yapıları, suç işlemeye devam eden insanlardan farklı bir özellik göstermiyor ve
aynen diğer suça yatkın beyinler gibi normal insanlardan farklı olarak negatif
bazı özellikler göstermeye devam ediyorlar. Fakat muhtemelen genel bağlantı
yapısındaki dramatik değişikliklere bağlı olarak davranış sonuçları birbirinden
son derece farklı olabiliyor.
Bu tip
değişiklikleri sağlamak için beyni cerrahi olarak kesip biçmeye yahut ilaçlarla
müdahale etmeye hiç gerek yok. İnsan beyninde en önemli değişiklikleri yapan
etkenler “sevgi, güven, sorumluluk” gibi sosyal faktörler.
“Aşk”ın insanı ne
kadar değiştirdiğini hepimiz yakinen biliriz. Dolayısıyla “riskli” bir beyni
yeniden programlamak, ona yeni bir sosyal hayat sağlamakla aslında kolayca
gerçekleştirilebilir. Bunu en iyi yapabilecek kişiler de onun hayatını paylaşan
ailesi ve yakın arkadaşları olacaktır.
Psikopat suçlularda yapılan beyin incelemeleri, bu kişilerde çoğunlukla az çalışan bir ön beyin ve normalde oldukça küçük bir amigdala olduğunu gösteriyor. Bu yapıların her ikisi de gelişim dönemindeki streslerden çokça etkileniyor ve bu nedenlerle gelişimleri bir miktar gecikebiliyor. Her ne kadar genetik olarak bir etkilenme faktöründen söz edilebilse de böyle bir beyne sahip olmak, suç işlemeyi her zaman gerektirmiyor. Örneğin, bu konularda dünyanın önde gelen araştırmacılarından biri olan Dr. Jim Fallon, kendi beyin taramasını yaptırdığında ailesindeki birçok kişi gibi “ön beyin zafiyeti” denebilecek bir durumla karşılaşmış. Fakat yaşadığı hayat ve bilimsel çalışmalarıyla meşgul zihni, onun bu zafiyetinin olumsuz bir şekilde ortaya çıkmasına engel olmuş görünüyor.
Suçlu mu, hasta mı?
“Sürekli şiddete
eğilimli” veya “psikopat kişilik bozukluğu” denen hastalık durumundan mustarip
insanlar, diğer insanlara sistematik olarak şiddet uygulamaktan tutun da
cinayete, hatta seri cinayetlere kadar varan farklı suçlarla gündemimize sık
sık düşüyorlar. Bu insanların birçoğunun ortak özelliği, toplumsal davranışları
sağlıklı bir biçimde icra edebilmemize imkân veren ön beyin ve “amigdala”
bölgelerinin iyi çalışmaması. Yine ön beyin bölgelerine ait medial forntal
korteks, orbitofrontal korteks ve anterior singulat korteks gibi bölgelerin de
suçlu insanların beyinlerinde farklı işlediğini gösteren birçok kanıt var.
2002 yılında,
ABD’nin Virginia eyaletinde yaşayan 40 yaşındaki bir öğretmen, çocuk pornosu
izleme ve üvey kızını taciz etme suçlarından tutuklanmıştı. Hapse gönderilmeden
bir gece önce korkunç bir baş ağrısı ile hastaneye başvuran öğretmen, aynı
zamanda tecavüze yeltenmiş olabileceğini de itiraf etmişti. Doktorlar,
yaptıkları muayene sonucunda beyninin ön-alt bölgesini (orbitofrontal korteks)
etkileyen bir tümör buldular. Ameliyatla tümörün alınmasından sonra öğretmen,
ahlakî olarak hızla normal hayatına geri dönmüştü. Bunun gibi birçok kayıtlı
vaka, insanların işledikleri suçların hukukî olarak değerlendirilmesinde tıbbî
bilginin ne kadar önemli olabileceğini gösteriyor.
Pekâlâ, bu insanlar hastaysa ya da beyin devreleri iyi çalışmıyorsa, yaptıkları kötü işlerden ve işledikleri suçlardan ne kadar sorumlular acaba? ABD’de, 2007 yılında mahkemelere sunulan “sinirbilimsel” kanıtlar 117 davada gündeme gelirken, 2011 yılında bin 500 davaya sunulmuş. Konu, halen sıcaklığını koruyan bir “hukuk felsefesi” konusu ve kafalar halen çok net değil. Net olan bir tek şey var ki, sinirbilim bilgimiz geliştikçe, hukuk anlayışımızda da ciddi değişiklikler yapmamız gerekecek.
Hapishanelerdeki
“hastalar”
Beyin bilimlerinin
bu önemli bulgularının başka sonuçları da var. Mesela hapishanelerdeki olumsuz
koşulların insan beyninde bazı değişiklikler yaptığını biliyoruz. Özellikle
hücre hapsi gibi uzun süreli tecrit durumlarında ve insanî ilişkilerden iyice
kopartılan mahkûmlarda yine beynin ön bölgesinin etkinliği azalıyor ve amigdala
bölgelerinde küçülmeler meydana geliyor. Zaten bu beyin bölümlerinin
yetmezliğinden dolayı suça yatkın olan birçok insan, olumsuz hapishane
koşulları altında muhtemelen daha kötü bir zihinsel duruma düşüyor ve cezaları
bittikten sonra sıklıkla maalesef daha da gaddarca eylemlerle başka insanların
canını yakarak genellikle tekrar cezaevine dönüyorlar.
Cezaevlerinin
rehabilitasyon işlevinin bu bağlamda hızla gözden geçirilmesi gerekiyor, zira
günümüzde, gerek ön beyin zafiyeti, gerekse amigdala yetmezliği gibi durumlarda
kullanılabilecek birçok eğitim ve gelişim tekniği mevcut. En azından hapishanedeki
insanlar üzerinde denenebilecek bu tip olumlu eğitici çalışmalar,
hapishanelerin işlevlerini daha iyi yerine getirmelerini sağlayabilir.
Hepsinden önemlisi,
bir insanın hukuken suçlu olup olmadığının değerlendirilmesinde bu tip
sinirbilimsel verilerin nasıl kullanılacağı meselesi önümüzde durmaktadır.
Günümüzde işlevsel beyin görüntüleme yöntemleri gibi araçların oldukça
geliştiğini düşündüğümüzde, bahsedilen sorunlara yaklaşımların da tamamen
değişmesi gerekiyor. Fakat insanoğlunun alışkanlıklarını kolayca
değiştiremediği gerçeğinden hareketle bu konuda daha fazla gündem yaratmaya
devam etmemiz gerekiyor. Bu sorun, dünyanın gelişmiş ülkelerinde şu an en
ateşli tartışma konularından biri ve ülkemizde de artık önemli gündem maddelerinden
biri olarak değerlendirilmeyi hak ediyor gibi görünüyor.
Kaynaklar
1) http://www.livescience.com/13083-criminals-brain-neuroscience-ethics.html
2) http://aeon.co/magazine/society/steve-fleming-neuroscience-crime/
3) http://www.rawstory.com/rs/2013/11/neuroscience-criminal-defense-emerges-my-brain-made-me-do-it/
4) http://www.usnews.com/news/articles/2012/11/09/criminal-minds-use-of-neuroscience-as-a-defense-skyrockets