Seyyâh-ı Âlem Evliya Çelebi'nin Bosnasarayı cevelanı

Çelebi, her zaman yaptığı gibi şehrin halkının özelliklerinden de bahseder. 354 yıl önceki tespitleri neyse, elhak bugün de aynıdır: “Halkı pâk, inançlı, mü’min ve muvahhid, dindar, dedi-kodu ve hileden uzak kimselerdir. Bütün küçüğü büyüğü, zengini yoksulu gayet musallîdirler. Hatta çarşı pazarda akçe sayarken ezan işittikleri gibi ‘Lebbeyk Allahüm’ deyip akçeyi meydanda bırakıp dükkânlarını kapamadan bölük bölük camiye giderler.”

ASLINDA kimsenin pek de tercih etmeyeceği soğuk bir Aralık ayında, bizim için anavatandan farksız olan ve kendimizi hiç de yabancı hissetmeyeceğimiz Bosna-Hersek’e bir çalışma gezisi yaptık. Ekibimizdeki akademisyen, yazar ve araştırmacı arkadaşlar ülkenin adeta bir röntgenini çekmek için birçok görüşme yaptı ve bu dergide çok önemli makaleler yayınladı. Ben ise, bir Evliya Çelebi muhibbi olarak her gittiğim yere ilk önce onun gözüyle bakmaya çalışır, imkân nispetinde onun izinden yürürüm. Dolayısıyla Bosna-Hersek’te geçirdiğimiz dokuz günlük süre zarfında gezdiğimiz şehirleri Çelebi’nin Seyahatname’sinden okuyarak gözlemlemeye çalıştım.

Üşenmedim, Çelebi’nin iki defa geldiği ülke topraklarıyla ilgili anlattıklarını bugün görebildiğim şekliyle karşılaştırarak not etmeye çalıştım. Lakin tüm ülkenin şehrengizi onlarca sayfa tutmaya başlayınca, bu işin bir dergi içerisinde sınırlı sayfa sayısı ile yapılamayacağını anladım. Netice itibariyle yazıyı, Çelebi’nin gezdiği Srebrenitsa, Saraybosna, Travnik, Banyaluka, Vişegrad, Foça, Blagay, Poçitel, Mostar ve diğer şehirler içerisinden ülkenin başkenti olan Saraybosna’yla sınırlandırdım.

Evliya Çelebi kimdir?

Evliya Çelebi’nin hayatı ile ilgili tafsilatlı bilgilere sahip değiliz. Gerçek adının “Evliya” olup olmadığı, nerede ve ne zaman öldüğü veya mezarının bulunduğu yer hâlâ tartışılan konulardır. Yaşamı ile ilgili elimizdeki sınırlı bilgileri Seyahatname’sinden öğrenmekteyiz. Buna göre 25 Mart 1611’de (Hicrî 10 Muharrem 1020), İstanbul Unkapanı’nda dünyaya gelen Çelebi (ölümü 1684-?-), aslen Kütahyalı olup, soyu kendi ifadesine göre Hoca Ahmed Yesevî’ye dayanır. Babası saray kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî, annesi ise daha sonra en büyük hamisi olacak olan, sadrazamlık da yapmış Melek Ahmet Paşa’nın akrabası, saraydan çıkma bir hanımdır.

Başta babası olmak üzere birçok hocadan ders alıp hafızlık da yapan Evliya’nın eğitimde vardığı son nokta saraya ayak basmasıyla gerçekleşir. 5 Mart 1636 yılının Kadir Gecesi’nde, Ayasofya Camii’nde yapılan törende müezzinlik yapar ve kendi anlatımına göre sesi çok beğenilerek Padişah’ın huzuruna davet edilir. Bizzat Padişah tarafından hasodabaşına teslim edilerek saraydaki eğitim hayatı başlar. Burada musiki, hat, Arapça ve Kur’an tilaveti konusunda dersler alır. Hoş sohbeti, derin bir musiki ve genel kültüre sahip olması Sultan IV. Murad’a nedim olarak hizmet etmesini de sağlamıştır.

Bir kutlu rüya

Evliya Çelebi, içerisinde büyük bir seyahat arzusu olduğunu, özellikle evlerine gelen ve sohbetlerine katıldığı mühim zatlardan dinlediği hikâyelerle bu isteğinin katbekat arttığını ve her an seyahat arzusuyla dualar ettiğini söyler. Seyahate başlamasını ise gördüğü bir rüyaya atfeder. Buna göre Evliya Çelebi bir gece kendini, bugün Eminönü’nde bulunan ve birkaç yıl önce restore edilen Ahi Çelebi Camii’nde görür. Sabah namazı sırasında caminin içinde, başta Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) olmak üzere diğer peygamberler, sahabeler, evliyalar ve âlimler bulunmaktadır.

Sa’d b. Ebi Vakkas, Evliya’yı yanına alır ve camideki herkesi tek tek tanıtır. Neden burada olduklarını anlattıktan sonra Çelebi’ye müezzinlik yapmasını ve daha sonra Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) elini öperek ondan şefaat dilemesini salık verir.

Güzel bir şekilde müezzinlik yapan Evliya’yı Sa’d b. Ebi Vakkas kolundan tutup Hz. Muhammed’in (s.a.v.) huzuruna getirerek tanıtır. Bu sırada Evliya, “Şefaat ya Resulallah!” diyeceğine heyecandan “Seyahat ya Resulullah!” deyiverir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de tebessüm ederek, “Allah’ım! Şefaati, seyahati ve ziyareti sağlık ve selametle kolaylaştır” diyerek Evliya’ya dua eder.

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) duasını yorumlattığı Kasımpaşa Mevlevihanesi Şeyhi Abdullah Dede, Evliya’ya kitaplar hediye ederek seyahate İstanbul’dan başlamasını söyler. Böylece Evliya Çelebi’nin elli yıla yakın seyahat macerası başlamış olur.

Seyahatname

Evliya Çelebi, Osmanlı coğrafyasını bir baştan diğer başa gezer. Bununla da yetinmez, devletin sınırları dışına da çıkar. Doğuda İran’ı, batıda Orta Avrupa’yı gezer. Kuzeyde Azak Denizi’nin üstünü, oradan Kafkasları kat eder. Güneyde Nil nehrini takip ederek Sudan ve Habeşistan dolaylarına gider. Seyahatname’de Amsterdam’a kadar gittiğini söylese de bu ifade ilim adamlarınca şüpheli bulunur.

Bu süreçte yüzlerce şehri gezer, savaşlara katılır, ölüm tehlikeleri atlatır. Gezdiği yerlerin, şehirlerin, kasabaların idarî yapılarını, halkın gelenek göreneklerini, bölgede yetişen mahsulleri, toplumun yaşayış tarzını öğrenebildiği kadarıyla en ince ayrıntısıyla aktarır.

Evliya Çelebi, kat ettiği bu inanılmaz coğrafya için kendisine sponsorlar da bulmuştur. Nitekim yaptığı seyahatlerin çoğunu bir şekilde devlet görevlisi olarak gerçekleştirir. Başta akrabası olan Sadrazam Melek Ahmed Paşa olmak üzere birçok vali, vezir ve paşanın himayesinde ve onların verdiği görevleri icra etmek üzere seyahat eder. Bu resmî görevleri icra ederken bir yandan da Seyahatname’sini yazar. Bu görevler ulaklık, vergi kayıtları tutan bir maliyeci, dini bilgisinin yeterliliği dolayısıyla vakıf denetçisi, maiyetinde olduğu bürokratlara nedimlik yahut bazen de ganimet mallarına refakatçiliktir.

Tamamı 10 cilt olan Seyahatname, sadece Anadolu ve İslam coğrafyası için değil, başta Balkanlar, Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Kuzey Afrika için de çok önemli bir eserdir. Bu bölgelerin 17. yüzyıl sosyokültürel tarihleri yazılırken Seyahatname’den yararlanmamak büyük bir eksiklik olur.

Hiç şüphe yok ki Seyahatname, sadece İslam dünyasında değil, tüm dünya için eşi olmayan büyüklükte bir eserdir. İlim adamlarının ortak kanaati, bu zamana kadar bu derece mufassal bir seyahatnamenin yazılmadığıdır.

Çelebi’nin dönemine kadar Bosna

Bosna’ya yapılan ilk ciddi Osmanlı akınları, 1392 yılında Üsküp’ün alınmasından sonra başlamıştır. Nihayetinde 1463 yılında fetih müyesser olup burada Osmanlı sancağı Minnetoğlu Mehmed’in beyliğinde kuruldu. Uzun süre sancak olarak idare edilen Bosna, Rumeli Beylerbeyliği’ne bağlı olup askerî açıdan önemli bir bölge vasfını taşıyordu.

Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılan fetihlerle sancağın sınırları genişlemiş, 1528’de Mohaç Zaferi’nin ardından kuzeydeki eyalet Banyaluka ve Orta Bosna bölgesindeki Yayçe de fethedilen topraklar arasına katılmıştır. Özellikle bugün Saraybosna’da her adımınızı attığınızda bir vakıf eseri ile karşılaştığımız şehrin meydanındaki cami ve etrafındaki külliyenin bânisi Gazi Hüsrev Bey’in bu fütuhattaki gayreti çok büyüktür.

Sancağın merkezi önceleri Saraybosna iken, fütuhatın daha kuzeye doğru devam edeceğinin bir göstergesi olarak Banyaluka’ya taşınmıştır. Nitekim ilerleyen zamanlarda Sokullu Mehmet Paşa’nın ailesine mensup olan Ferhat Paşa döneminde Avrupa’daki fetih harekâtlarındaki askerî ve stratejik önemi sebebiyle Bosna sancak statüsünden 1580 yılında eyalet pozisyonuna geçirilmiştir. 

Evliya Çelebi, Bosna’ya geldiğinde Bosna’nın idarî yapısından da bahseder. Büyük bir eyalet olarak adlandırılan bölge, “üç tuğlu bir vezir” tarafından idare edilmekte olup, bölgenin Saray, Kilis, Hersek, İzvornik, Pojega, Rahoviçse, Zaçne ve Kırka sancaklarından oluştuğunu söyler -devrin diğer kaynaklarında “Rahoviçe” değil de Bihke’nin (Bihaç) sancak olduğu yazılıdır-.

Ayrıca Bosna eyaletinde zeamet ve tımar sahiplerinin cebelüleri ile birlikte 10 bin, paşanın da 3 bin askeri bulunur. Eyalette toplam olarak 173 parça kale olup, bu kalelerde 12 bin kul vardır. Bu yüzyılda Bosna eyaleti en geniş şekli ile kuzeyde Drava nehri, güneyde bazı Dalmaçya şehirleri hariç Adriyatik Denizi, doğuda Drina nehri, güneydoğuda İbre nehri ve batıda da Lika’nın biraz ilerisine kadar uzanıyordu.

26 Nisan 1660’da Edirne şehrinden Serdar-ı Ekrem Ali Paşa ile Erdel bölgesindeki -bugünkü Romanya’nın kuzeybatısında- Bihor ilinin merkezi Oredea -eski adıyla “Varat”- şehrinin fethi için yollanan ordu ile birlikte yola çıkar. Çetin bir savaştan sonra Varat Kalesi’nin düşmesi ile fetihnameler hazırlanır. “Çelebi”mize de müjdeli haberi Bosna vilayetine bildirmek görevi düşer.

Evliya Çelebi 1660 yılında buradan yola çıkar. Belgrad üzerinden Drina nehri gemi ile geçilerek Srebrenitsa’ya varılır. Buradan Ravna yaylağı adlı bir bölgeden Saray şehrine ulaşır.

“Zenginlik şehri, yani Saray Kalesi’nin özellikleri” başlığıyla şehrengizine başlayan Evliya, kısa bir tarihî malumat vererek Sultan Fatih’in bölgeyi nasıl fethettiğini anlatır. Şehrin isminin, Hünkâr Camii’nin yanında inşa edilen saraydan mülhem “Saray” kelimesi ile şehrin içerisinden geçen nehrin adından mütevellit “Bosna” kelimelerinin birleştirilerek “Bosnasarayı” olduğunu söyler. Kalenin İslam olmadan önceki adının ise Sırp dilinde “taşlı yer” manasına gelen “Mokraha” olduğunu da ekler.

Çelebi, her zaman yaptığı gibi şehrin halkının özelliklerinden de bahseder. 354 yıl önceki tespitleri neyse, elhak bugün de aynıdır: “Halkı pâk, inançlı, mü’min ve muvahhid, dindar, dedi-kodu ve hileden uzak kimselerdir. Bütün küçüğü büyüğü, zengini yoksulu gayet musallîdirler. Hatta çarşı pazarda akçe sayarken ezan işittikleri gibi ‘Lebbeyk Allahüm’ deyip akçeyi meydanda bırakıp dükkânlarını kapamadan bölük bölük camiye giderler.”

Bosna insanı, gerek Yugoslavya dönemi komünizminin din üzerindeki etkisi, gerek Avrupa’nın ortasında yaşamaktan kaynaklanan Batılılaşma temayülleri nedeniyle yoğun bir dünyevileşme saldırısına maruz kalsa da vakit namazlarındaki camilerin doluluk oranıyla hayli şaşırtıcıdır. Öyle ya, “Ve Tanrı sayısız elçi yollamış insanlara, mabetler her devirde boş kalmış” sözü gerçekliğini korurken, Bosna insanının camileri boş bırakmaması takdir edilesi bir durumdur.

Evliya’nın camiler içerisinde en çok yer ayırdığı bina ise tabiî ki Saraybosna’nın en önemli vakıf eseri olan Gazi Hüsrev Bey Camii’dir. 

Evliya Çelebi şehirde yer alan bazı tılsımlardan söz ederken Peygamber Efendimiz’in doğduğunda dünyada meydana gelen sıradışı hadiselerden birinin de burada yaşandığını söylüyor. Kisra Sarayı gibi Saraybosna’da da Milya adlı bir kilisenin kubbesi yıkılmış ve şehrin tılsımları kaybolmuştur. Sadece şehirde fare ve sıçan gibi hayvanların çoğalamaması ile ilgili tılsımın yok olmadığını, dolayısıyla kediye de kentte pek rastlanmadığını belirtir. Halkın da bu yüzden kediye, zararlı hayvanları yakalaması için yemek vermediğini söyler. Gerçekten de günlerce Saraybosna’da dolaştığımızı, ancak birkaç kediden fazlasını görmediğimizi söylesek abartmış olmayız.

Evliya’mız daha sonra, bugün Beyaz Tabya mevkii olarak adlandırılan ve şehri tepeden gören noktada yer alan kaleyi anlatır. Buradaki Sultan Fatih Camii önemlidir. Eğitimini Türkiye’de tamamlamış ve Bosna’nın tanınmış arkeologlarından olan Adnan Muftareviç’in öncülüğünde, günümüze ulaşamamış ama kaynak olarak sadece Evliya Çelebi’nin bahsettiği kale içerisindeki Fatih Mehmet Han Camii’nin Seyahatname kullanılarak izlerinin bulunmuş olması, bu eserin bizim tarihî mirasımız açısından ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir.


Saraybosna şehri Bosna eyaletinin merkez sancağıydı ve 1660 yılında 104 mahallesi bulunmaktaydı. Büyük bir çoğunluğu Müslüman olan şehirde 10 mahalle Sırp, Bulgar, Eflak ve Latin halklarından oluşurken, 2 mahalle ise Yahudilerden müteşekkildir. Kalan kısmın tamamı Müslüman’dır. Çelebi’ye göre bu tarihte şehirde 17 bin hane bulunmaktadır. 

Bugün çok az sayıda kalan tarihî camilerin o dönemdeki sayısı 170’dir. Bunlardan 77’sinde Cuma kılınırken diğerleri mescit hüviyetindedir.[i] Şehrin ortasında, haziresiyle birlikte halen varlığını koruyan ve ibadete açık olan Ferhat Paşa Camii’nin kurşun ile örtülü olduğunu söyler ve kapısındaki tarih düşürülmüş kitabesini yazar.

Evliya’nın camiler içerisinde en çok yer ayırdığı bina ise tabiî ki Saraybosna’nın en önemli vakıf eseri olan Gazi Hüsrev Bey Camii’dir. Caminin vakıflarının çok ve cemaatinin de kalabalık olması nedeniyle bilhassa dikkat çekilmiş ve Saraybosna’nın şiddetli kışında imaret kazanları gibi büyük kazanlarla sular kaynatılıp bütün musluklarından selsebil gibi sıcak sular akıtılıp bütün cemaatin ondan abdest tazeleyerek ibadet ettikçe hayrat sahibi Hüsrev Paşa’ya hayır dualar edildiğini yazar. Gerçekten de Gazi Hüsrev Bey Camii vakıf olarak en güçlü eserdir ve abdest alınan yerde insanların kurulanması için sürekli kâğıt havlu taşıyan görevliler bugün dahi dikkat çekerler.

Bundan başka, Ali Paşa Camii ve bugün yerinde olmayan İsa Paşa  Camii de Çelebi’nin ismini zikrettiği mescitlerdendir. Restorasyonu devam eden Hünkâr Camii’ni ise camilerin en büyüğü olarak nitelendirir. Ayrıca mescitler içerisinde, Hünkâr Köprüsü başında bulunan ve bugün mevcut olmayan Hacı Osman Mescidi’nin en kalabalık cemaate sahip olduğunu söyler. Gazi Hüsrev Bey Külliyesi’nin bir parçası olan ve bugün müzeye dönüştürülen medreseninse kitabesini okuyarak not eder.

Çelebi’ye göre şehirde, bu tarihte 180 sıbyan mektebi, 8 darulkurra, 10 darülhadis, 47 tekke, 110’un üstünde çeşme, 700 su kuyusu, 3 kervansaray, 23 han, 5 hamam, 7 imaret, 176 su değirmeni ve 7 köprü vardır. Bugün bunların kaçının ayakta, kaçınınsa yok olduğunu tespit etmek aylar alır sanırım.

“Saray şehri sudan ibarettir…”

Bosna-Hersek’in hiç şüphesiz en önemli özelliklerinden biri de ülkenin birçok yerinden büyük nehirlerin geçmesidir. Doğu sınırında Drina, kuzeyde Sava, ülkenin batı sınırında bulunan ve Adriyatik’e dökülen Una, Mostar Köprüsü’nün üzerine yapıldığı Neretva ve de Ilıca bölgesinden geçen Bosna nehirleri bunların en önemlileridir.

Çelebi’miz, Saraybosna’yı ikiye bölen Milaçka nehri ile başlar söze. Ab-ı hayat nehirleri olarak adlandırdığı bu suları Karadeniz’e kadar bağlar ve oradan da İstanbul’a iliştirmeyi ihmal etmez. Bu durum, merhum şairimiz Yahya Kemal’in “Üsküp ki Şar dağında devamıydı Bursa’nın” dizesindeki Anadolu-Balkan bağının Çelebi’mizce nesir halindeki ifadesidir. 

“Bir tuhaf, acayip ve garip seyirlik”

Gittiği yerlerdeki ilginç hadiseleri Seyahatname’sine not etmeyi ihmal etmeyen Evliya Çelebi, Milaçka nehri üzerinde yapılan odun taşıma faaliyetini de anlatır. Nehrin başındaki ormanlardan odun kesen oduncular bu dağlardaki uzun boylu ağaçları kestikten sonra, herkes kestiği odunlara kendisine ait bir işaret koyarak nehre atar. Suyun üzerinden yüzdürülerek Saraybosna’ya Hünkâr Köprüsü yanındaki bir bende kadar gelen odunlar, burada sahipleri tarafından atılan çentiklere göre tespit edilir ve iple bağlanarak “evlerinde yakıp zevk etmek” için hanelere götürülürler.

Meydan eri erkeklerin, kadın ve kızların isimleri ve kıyafetleri

Çelebi Saraybosna’daki erkek isimlerinden halk arasında Mehemmed’e Maho, Ahmet’e Ahmo, Şaban’a Şabo, İbrahim’e İbro, Zülfikar’a Zuko, Hasan’a Haso, Ali’ye Alo dendiğini, kadınların yaygın olarak Saliha, Sabiha, Raziye, Marzıye, Meryem, Hüma, Nadire veya Ümmühan gibi isimler aldıklarını söyler. Bugün artık modern bir hayat yaşayan Bosnalılardan bu ifadeleri duymak zor. Belki kırsal kesimdeki geleneksel aileler birbirlerine hâlâ böyle sesleniyorlardır.

Evliya’mız şehrin insanlarının ne giydiklerini de ayrıntılı olarak yazar. Buna göre zengin erkekler, saya çuka ferace ile saya kontoş ve samur kürk giyerler. Kış günlerinde Bosna’nın kırmızı tilki nâfesi kürkü ile atlas kaftan giyerler. Ayakkabıları hepten sarı olup, sarık olarak baştanbaşa hünkârî ve hezarî yaldızlı tülbent sarınırlar. Orta halli Boşnaklar ise “iskerled çukalar giyip, kubadi pabuçlar ile salınıp kış günlerinde Dobra-Venedik’in siyah makbul kuzu kürkünü giyerler”.

Kadınların edebinden çokça bahseden Evliya, onlar hakkında “genellikle kadın kısmı Rabia-i Adeviyye mertebesinde perde ehli, güzellik sahibi” ifadelerini kullanır.

Boşnak değil, Bosnevî

Bugün Bosna-Hersek’teki Müslümanlara “Boşnak” deriz. Lakin Çelebi, o dönemde bu ifadenin pek hoş karşılanmadığını söyler: “Bosgak, ‘sağır kaf’ ile ‘dev keferesi’ demektir, ama bu diyar halkına ‘Bosnevî’ dersen sevinirler.”

“De yıldırıma gorom dahi snig, kara savuga zima”

Çelebi, her zaman yaptığı gibi gittiği yerlerde kendisini asgarî idare edebilecek o dile ait küçük bir sözlük oluşturur. Bunun yanında Saraybosna’daki nazik ve arif yazarların Farsça dilindeki Şahidî kitabına nazire olarak Boşnakça üzerine manzum bir sözlük hazırladıklarını söyler ve bu lügatten kısa örnekler verir. Gayet eğlenceli olan bu şiirden kısa bir parçayı da biz buraya aktaralım:

“Boğ tanrı yedno birdir hem yedino vahdetî/ Duşe candır çoyik adem dirliğidir jiveti/ Hem ferişte angil oldu göklere de nebesa/ Ray cennet ray-nike oldu demek cennetî/ Moma kızdır prah tozdur tırağ izdir put yol/ Viseko yüksek nizeko alçak u hem nizeti…”

Çelebi Bosnasarayı/Saraybosna şehrengizini şehrin ziyaret yerlerini anlatarak tamamlar. Buradan da hâmisi Sadrazam Melek Ahmed Paşa’nın yanına, bugünkü adıyla Livno olan ve Travnik’e bağlı Hilevne (İhlevne) kasabasına doğru yola çıkar.


Son söz yerine

Evliya Çelebi, uzun dönemler akademik anlamda ciddiye alınacak bir yazar olarak görülmedi. Oysa başta Hammer gibi Batılı tarihçiler Çelebi’deki hazineyi erkenden keşfetmiş ve çalışmalarında ondan alabildiğince yararlanmışlardır. Seyahatname, birçok şehir için bir envanter hüviyetindedir. Bugün artık izi dahi kalmamış birçok tarihî yapı, kültür ve ananeyi bu büyük eserde bulmak mümkündür.

Saraybosna ya da eski ifadesiyle Bosnasarayı her haliyle bir Osmanlı kentidir. Seyahatname okunarak şehir gezildiğinde, Evliya size, o yüzyıla götürebilecek kadar etkili üslubuyla adeta tayy-i zaman ve tayy-i mekân yaptırır.

Bugün tüm tahribatlara rağmen eski dokusunu muhafaza etmekte olan



[i] 1878 tarihli Bosna salnamesinde Saraybosna’da mescit ve cami sayısı 101 olarak verilmektedir.