TANIMAK için hem sevmek,
hem de bilmek gerekir. Zira bilgisiz sevgiler hurâfeler üretir. Sevgisiz
bilgilerse kuru malûmat külliyatına döner. Benzer şekilde, sevginin değişmez
fıtratıdır; sevilen, kıymetinin bilinmesini ister, sevense sevdiğine yakın
olmak derdindedir…
Beşerî
tüm münasebetlerde etkin olan bu durum, Peygamber Efendimiz (sav) ile olan
sevgi ilişkimizde de kendisini gösterir. Üstelik Sevgililer Sevgilisi (sav) ile
ilgili olduğu için bizlerden derinlikli farkındalıklar ve hassas emekler ister.
Nitekim Efendimizi (sav) daha yakından
tanıyabilmek, tanıdıkça O’nun (sav) şuur ve ahlâkına yaklaşabilmek uğruna
öncelikli uğraşımız bellidir: O’nun (sav) kıymetini hissedebilmek...
Yerini
bulması gereken böylesi bir hürmet için şaşmaz terazimizse Kur’ân-ı Kerim’dir
şüphesiz. Zira Hz. Peygamber’in (sav) kıymetini en iyi bilen, O’nu (sav), bizi
ve aramızdaki sevgiyi yaratan Allah’tır. Peki, bu nazarla Kitaba bakınca
gözümüze çarpan ilk tespitler neler olmakta? Tek tek hatırlamaya çalışalım!
Allah,
Efendimize (sav) “Ey Muhammed!” diyerek doğrudan ismiyle hitap etmez. Bunun
yerine “Ey Resûlüm!” veya “Ey Nebî!” hitaplarını kullanır. (Maide
Sûresi 41 ve 67. âyetler, Ahzâb Sûresi 45. âyet, Talâk ve Tahrim Sûrelerinin
ilk âyetlerini misal verebiliriz. Nitekim bazı meallerde âyet başlarında yer
alan “Ey Muhammed!” hitapları, Mushaf’ta, yani metnin Arapça orijinalinde yer
almaz. Bu ifadeler mütercimlerin kendi tercihleridir.)
Başka
hiçbir “ömrü” yemin için kullanmamış olan Allah, sadece Efendimizin (sav)
hayatına yemin eder (Hicr, 72). Benzer şekilde, evvelki Nebîlerin ümmetlerine
olan hizmetleri nedeniyle onlardan hiçbir talepte bulun(a)madıklarını bildiren
Kur’ân, bu konudaki yegâne karşılık talep edebilme yetkisinin de Efendimizde (sav)
olduğunu belirtir. (Şura, 23; Furkan, 57)
Hz.
Nuh (as), Hz. Lut (as) veya Hz. Salih (as) örneklerinde olduğu gibi, evvelki
Nebîler henüz hayattayken, onların ümmetlerine İlahî azaplar inebiliyordu. Oysa
Efendimizin (sav) sağlık günlerinde ümmetine azap edilmeyeceği buyurulmakta.
(Enfâl, 33)
“Ey iman edenler!
Seslerinizi Nebî’nin sesinin üzerinde yükseltmeyin!” ikazıyla başlayan
âyette, bir yandan hitap-muhatap ortamına dair saygı kriterleri hatırlatılır, bir
yandan da her devrin inananlarına Hz. Peygamber’in (sav) ortaya koyduğu
hükümlere muhalif şekilde O’nun (sav) vazettiklerinin üzerine ve/veya dışına
çıkmamaları uyarısı yapılır. Bu ikazın ulaştığı en vahim noktaysa, aynı âyette
yer alan “Yoksa siz farkında bile olmadan
amelleriniz heba olup gider” ifadesinde gizlidir. (Hucurât, 2) Akleden
kalplerin seçebileceği üzere bu âyette Efendimize (sav) veya O’nun şahs-ı manevîsine
gösterilecek edebin Allah rızası uğruna yapageldiğimiz türlü amellerin üzerinde
olduğu zikredilir.
Âl-i
İmran Sûresi 31. âyette Efendimize (sav) gösterilen itaat, Allah’a duyduğumuz
sevgi ile temellendirilir. Allah’ın bize olan sevgisi ve bağışlayıcılığı da
bizim Hz. Peygamber’e (sav) olan itaatimiz üzerinden mânâ bulur. Benzer şekilde,
Nisa Sûresi 80. âyette O’na (sav) itaat, Allah’a olan itaat ile denk
tutulmaktadır. Aynı sûrenin 13. âyetindeyse Peygamber Efendimize (sav) isyan
etmek, Allah’ın koyduğu sınırları aşmak olarak işaret edilir.
Araf
Sûresi 157. âyet Efendimize (sav) Kur’ân’da mevcut helâl ve haramları açıklama
görevini verirken, Kur’ân’da zikredilmeyen hususlarda helâlleri ve haramları
belirleme yetkisi de tanır. “O kendi
hevasıyla konuşmaz. Sözü vahyolunandan gayrısı değildir” diyen âyetler, ilk
dönem müminler, yani aracısız-ravisiz şekilde Efendimizin (sav) sözünü doğrudan
işitenler için O’nun dilinden dökülenleri Allah’ın sözü olarak teyit etmiştir.
(Necm, 3-4)
“Attığın vakit Sen atmadın, Allah attı”
denilen (Enfâl, 17) başka bir âyet, Efendimizin (sav) fiilini Allah’ın Kendi
üzerine aldığını göstermesi yönüyle hayli ilginçtir. Bu konudaki en vurucu
hükümse Fetih Sûresi’nde anlatılır. Zira burada Peygamber’e (sav) biat etmek,
Allah’a biat etmek olarak kabul edilmiştir. Hatta bu biat uğruna tutulan Nebevî
eli anlatmak için “Yedullah”, yani “Allah’ın Eli” tabiri kullanılır. (Fetih,
10) Hakeza, aynı sûrenin bir evvelki âyetinde Allah’ı tespih etmek ile Resûlüne
destek vermek, hürmet edip O’nun (sav) şanını yüceltmek yan yana zikredilir.
Nûr
Sûresi 63. âyette geçen “Peygamber’in
size olan davetini aranızdaki herhangi birinin daveti gibi sanmayın!” ikazının
iman-itaat parametreli okuması, yukarıda zikredilen âyetlerin bir özeti olarak
tüm davetler içerisinde Resûlullah’ın (sav) davetinin biricikliğini ve
alternatifsizliğini vurgular. Benzer şekilde, mezkûr âyetin edep-hürmet okuması
da “Aranızdan herhangi birini
çağırırmışçasına Peygamber’e seslenmeyin” mealine imkân tanımakta. Usûl
dairesinde Allah’ın bile Kendisine sünnet edindiği böylesi bir hassasiyet
varken, Hz. Peygamber’den (sav) sadece ismiyle bahsedilmesi açık bir
edepsizliktir elbette.
Peki,
bu durumda O’nu (sav) nasıl yâd edebiliriz?
O’nu
yâd etmek
Bu
sorunun ilkesel plandaki cevabını Ahzâb Sûresi 56. âyette buluyoruz: “Allah ve melekleri Nebî’ye salât ederler. Ey
iman edenler! Siz de Ona salât edin ve tam bir içtenlikle selâm verin.”
Bu
açık emrin bir göstergesi olarak, Efendimizin ismi anıldığında, “Allah’ın salât
ve selâmı O’nun üzerine olsun” mânâsında “Sallallahu aleyhi ve’s-selâm” deriz.
Kısaltması “s.a.v.” olan en sade salâvat şekli budur. Yine pek yaygın olan
“Allahümme salli alâ Seyyidina Muhammedin ve alâ Âl-i Seyyidina Muhammed”
salâvatının kelime mânâsı ise, “Allah’ım! Efendimiz/Seyyidimiz Muhammed’e ve O’nun
Âline/Ailesine salât eyle!” şeklindedir.
Dikkat
edileceği üzere her iki örnekte de salâvatı dillendiren kişi, layığı veçhiyle
Efendimize (sav) salât edemeyeceğini bildiği için bu fiili doğrudan kendi
üzerine almaz ve edep dairesince salâtı Allah’tan diler.
İkinci
salâvatta hassaten dikkat çeken nokta, Hz. Peygamber (sav) ile birlikte Onun “Âl”i
olan Ehl-i Beyt’inin de zikredilmesidir. Nitekim Efendimiz (sav), “Bana ebter salâvat
getirmeyin!” buyurur (Sahih-i Buharî, El-Ebedül Müfred, s. 93 ve Sünen-Beyhakî). Bundan sebep, sahabeler salâvat getirirken
“Muhammed” ism-i şerîfinin ardınca “Âli-hi” diyerek Efendimiz (sav) ile
birlikte Ehl-i Beyt-i Mustafa’yı da zikrederlerdi. Benzer şekilde,
namazlarımızda Tahiyyat duasının ardınca okuduğumuz Salli-Barik dualarında da
Efendimiz (sav), Âl-i Muhammed ile birlikte anılagelmektedir.
Şunu da gözlemliyoruz ki, ifade ediliş şekilleri gitgide zenginleşen ve başlı başına edebî bir alt tür haline gelen salâvatlara “Âl-i Muhammed” tabirinin yanı sıra, zaman içerisinde “sahbi-hi” kelimesiyle Ashab-ı Kiram, “ecmain” sözcüğüyle de tüm müminler dâhil edilmiştir.
O’nu
anmanın hikmeti
Hz.
Peygamber’e (sav) salât u selâm etmemizin hikmeti nedir?
Efendimiz
(sav), salâvatın bizimle olan hukukunu anlatırken şu ilkesel noktaları
buyurmakta: “Bana salâvat getiriniz! Zira her nerede olursanız olun,
salâvatınız bana ulaşır.” “Bana salâvat getiriniz! Çünkü bu sizin için bir
zekâttır.” “Meclislerinizi Bana olan salât u selâmlarınızla süsleyin! Zira Bana
olan salât u selâmınız, kıyamette sizin için bir nûrdur.” (DİB Hadislerle
İslam, 6. Cilt, Sf: 259.)
Evet,
yukarıdaki tüm âyet ve hadislerde tekil veya çoğul formda “salât-salâvat”
olarak geçen bu emre katılmak, Efendimizi (sav) ve Âl-i Muhammed’i hatırlayıp
yâd ettiğimizin delilidir. Dil ile başlayan ve istikameti kalp olan bir
eylemdir bu. Sadece teşrifat bahanesi değil, yaşamımızın her ânına O’nun (sav)
temiz sünnetini davet edebilmemizin vesilesidir. Onunla beliren hikmetleri
işimize, sözümüze, ille de özümüze çağırmak içindir. Efendimizi (sav) taklit
edilmesi gereken mutlak rol model edinmek ve taklidin nihâyetinde tahkîke
ulaşmak, yani mânânın hakîkatine erip O’nun (sav) ahlâkıyla ahlâklanmak
hedefinin olduğu da açıktır. Nitekim “Bana salât u selâm edenlere melekler de
salât u selâm ederler” buyuran Efendimiz (sav), böylesi faal-dönüştürücü
salâvatları kast etmiş olmalı.
Birçoğumuzun
aklına gelmiştir; Ahzâb Sûresi 56. âyette aynıyla geçen ve salâvatın tekil
formu olan “salât” sözcüğü, “namaz” ibadetini anlatmak için de kullanılmakta. Peki,
“Peygamber’e salât etmek” tabiri, “O’na namaz kılmak” gibi bir çağrışım
oluşturur mu?
“İrfan
Sofraları” adlı eserin 43. bölümünde Niyazi-i Mısrî (ks), Resûlullah’a (sav)
salât edilmesi âyetini şöyle yorumlar: “Allah’ın O’na (sav) salât etmesinden murat,
rahmettir. Meleklerin salâtı, istiğfarlarının gereğidir. Müminlerin salâtı ise
duadır. Duadan maksat, O’nu (sav) vesile edinmektir.”
Bu
vesile oluşun Rabbimizden bize yönelecek İlahî rahmetleri cezbetmek ve
kulluğumuzu daha bilinçli şekilde yaşamak ümidiyle olduğu açıktır. Nitekim
Efendimizin (sav), “Bana salât u selâm getirmek sizin için zekâttır” sözünün
bir hikmeti de burada aranabilir. Zira her nimetin zekâtı kendi cinsindendir.
Mülkün zekâtı parayken, nasıl kulluk edebileceğimizi Efendimizden (sav)
öğreniyor olmamızın zekâtı da Ona salât u selâmda bulunmaktır.
Allah’ın
Resûlü’ne salât etmesindeki en özel rahmet tecellisi ise, Hz. Peygamber’in
(sav) miracıdır. Meleklerin istiğfarı ise, Hz. Âdem’e (as) secde emrinde
yaptıkları hayrete rağmen bu kez miraç ile şâhit oldukları Muhammedî Hakîkat
karşısında sorgusuz sualsiz, üstelik emre değil de isteğe bağlı secde
etmeleridir. Müminlerin salâvatında -meleklere nasip edildiği gibi- bu şânı
yüce hakîkate şâhitlik yapmak arzusu ve miraca selâm durmak dileği de vardır.
Zira zamanı ve mekânı aşkın bir tecrübe olan miraç, teknik mânâda hâlâ
yaşanmakta. Her nerede veya hangi zamanda olursak olalım, salâvatlarımızın O’na
(sav) ulaşıyor olması da bahse konu bu kesintisizlik sebebiyledir.
Meclislerimizi
nûr sohbetine çevirecek vesile de yine Kendisine salât u selâm ederken O’nun
(sav) bizleri müşahede edebilmesinden dolayıdır. Hakeza, Hz. Peygamber’e salât
edilmesi âyetindeki fiilin zaman bildirimi de bu noktayı destekler. Zira âyette,
“Allah ve melekler Resûl’e salât etti” denmiyor. Yani olup bitmiş, maziye dair
veya bir kerelik bir fiilden bahsedilmiyor. Bilakis “Salât eder” denilerek tüm zamanlara yayılan bir eylem anlatılmakta.
Yukarıda
hatırlatılan tüm İlahî beyanlar ve insanları aynı anda hem Allah’a, hem de
Resûlü’ne (sav) iman etmeye çağıran âyetler (Hadid, 7; Teğabûn, 8) tek tek
şâhittir ki, inancın, sevginin, itaatin, hürmetin, biatin, Hakk’a yakîn olmanın
veya bağışlanmanın Allah indinde Resûlullah’a (sav) bağlanmış olmasının tabiî
bir sonucu olarak Efendimize (sav) duyulan iman, Allah’a olan imanımızın
ayrılmaz-parçalanamaz bütünüdür. Haliyle günümüzün popüler tartışmalarına atfen
şunu da vurgulayabiliriz: “Lâ ilâhe
illallah” ikrarına hürmet ettikleri hâlde “Muhammed’en-Resûlullah” ikrarına hürmeti önemsemeyenler veya bunu
pazarlık konusu yapabilenler, Allah’ın rızasını elde edemezler.
Allah’ın salât ve selâmı, hürmetini Rabbinden alan Efendimizin, O’nunla hürmet bulan Âl-i Muhammed’in ve Onlara hürmet ehli olmaya çalışan müminlerin üzerine olsun!