Sen “Ol” dersin, olur Rabbim!

Herkesin hayatında unutmadığı, çok etkilendiği, hatta “Hayatımın dönüm noktası” dediği hâdiseler mutlaka olmuştur. Acı tatlı, olumlu veya olumsuz her hâdiseye pozitif bakabilmek, kendimizi hayattan soyutlamadan, her zaman kaldığımız yerden devam ederek, ne olursa olsun gülümsemek hem kendimiz, hem de bizi sevenler için hayatı kolaylaştıracaktır.

“BİR şeyi(n olmasını) dilediği zaman, O’nun emri, ona sadece 'Ol!' demektir, (o da) hemen oluverir.” (Yasin, 82)

Sabah sağ gözümün müthiş ağrısıyla uyandım. Bismillahirrahmanirrahim… Hayırdır inşallah! Bu nasıl bir ağrı?!

Telaşla yatağımdan kalktım. Geçen hafta gitmiştim göz doktoruna. “Şimdilik değişen bir şey yok” demişti doktor, “Katarakt yeni oluşmaya başlamış, 6 ay sonra tekrar göreyim sizi”.

Bu ne ağrısıydı, anlayamamıştım. Kahvaltımı yaptım, kesinlikle tekrar doktoruma görünmem gerektiğini düşündüm. (Çocukluğumdan beri gözlerimden mustariptim. Binde bir rastlanan bir rahatsızlığı vardı gözlerimin. Retinada şişme, ayrılma, çok yüksek miyopi, keza astigmat... Bu yüzden bu konuda fazla hassastım.)

İşlerimi bitirdiğimde öğle namaz vakti girmişti, namazımı eda edip doktora gidecektim. Abdest almak isterken ağzıma almak istediğim su avuçlarımdan kayıp gidiyor gibi oldu; tekrar tekrar denedim, suyu avucumla ağzıma verirken dudaklarımın ve ağzımın içinin işlevini yapamadığını fark ettim. İçim ürperdi! Bir şey oluyordu bana, ama ne?

Telaşla doktor olan kızımı aradım, “Yavrum, ağzıma su alıyorum, dökülüyor. Gözüm de diğer gözümden sanki daha büyük ve şiş gibi” dedim. Kızım, “Anne sakin ol, aynaya git, balon şişiriyor gibi üfle, sonra gördüğünü bana söyle!” dedi. Yüzümün sol tarafı rahatlıkla hareket ederken, sağ tarafta hiçbir hareket yoktu. Bunun üzerine telefondan şu sözler duyuldu: “Anneciğim, hemen acile gidin, biz de geliyoruz!”

Yüz felci olduğumu anladım. Tekrar aynaya bakmak ve aynaya yansıyan yüzümü bir kez daha görmek istemiyordum. Alelacele hazırlandım ve hastane sürecim başladı.

Tomografi, MR, ilaç, fizik tedavi derken hızlı bir maratonun içinde buldum kendimi. Nasıl bir süreç olacağına dair fazla fikrim yoktu. Lâkin hariçten gazel okumaya başlayanlar çoktu. Herkes tavsiyelerde bulunuyor, bildiği bilmediği her konuda fikir yürütüyordu. Kimse ruhumu sormuyor, iç dünyamda ne fırtınalar koptuğunu bilmiyordu. Ne telaşlar yaşıyorum, nasıl bir korku içindeyim, kimsenin haberi yoktu.

Mutsuzdum, lâkin Rabbime inancım sonsuzdu. O (cc) ne ikram ettiyse başım gözüm üstüneydi.

Kendimle savaş hâlindeydim. Yastık ve yorganımla dost olmuştum; odamdan çıkmak istemiyordum. Yalnızlığımda susmak, susmak, yine susmak istiyordum.

Aslında gözlerimde çuvallar dolusu kelimeler vardı dillenmemiş, kâğıda kaleme değmemiş. Eğer değerse yürekleri yangın yerine çevirecek cümleler cirit atıyordu beynimde.

Her gün çeşitli sebeplerle hastaneye gidiyordum artık. Gördüm ve anladım ki, herkes doktor olmamalı. Hani Hipokrat yemini ediyor ya doktorlarımız “Tıp fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı statü, hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, hastalarımı memnun edeceğime, insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime, mesleğim dolayısıyla öğrendiğim küçük sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı ve sevgi göstereceğime dil, din, milliyet, cinsiyet, takım, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlük ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim!" şeklinde, işte bu metni okuyup doktorluk mesleğini yapmaya başlamadan önce bazılarının gerçekten insan olmayı öğrenmeleri gerekiyor.

Yüzüme gelen felç göz kapağımın da hareketsiz kalmasına sebep olduğu için gözüm kuruyor ve aşırı ağrı yapıyordu. Damla ve merhem gibi destekleyici şeyler verir ümidiyle aciline gittiğim hastanenin göz doktorunu tercih ettim, çünkü tetkiklerim, bütün bilgilerim oradaydı; gereklilik arz eder diye düşündüm. Düşünmez ve gitmez olaydım! Gözbebeğimi sağa sola oynatmamı istiyor, ben yapamayınca “Olmuyor! Olmuyor!” diye kabalaşıyor, daha ileri giderek “Bu işi başaramayacaksın!” gibi sözler sarf ediyordu. “Bana yardımcı olun, üç gün önce yüz felci geçirdim ben, bir kez daha deneyelim lütfen” diyordum sürekli. Aslında doktor olmaya gerek yok, kim olsa benim felç geçirdiğimi anlardı zaten. Lâkin sağ olsunlar(!), anlayamadılar ya da merhamet ve insanlıktan uzak oldukları için görmezden geldiler.

Kendimi hiç bu kadar aciz, zayıf ve çaresiz hissetmemiştim. Yüreğim acı içindeydi. Doktorun yanından kaçar gibi çıktım, zira sinirlenince dilim iyice dolanıyor, kelimelerim hiç anlaşılmıyordu. Hakkımı savunup “Siz bana bakmakla yükümlüsünüz, ettiğiniz yemin bunu gerektirir” diyememiştim. Acıdım, “Eyvah!”lar içinde kaldım; korkularım, güvensizliğim dev oldu ve ben, büyüyen endişelerimin yanında âdeta cüceleştim, küçücük kaldım.

Kortizon yüklemesinden sonra, fizik tedavim başlamıştı. Put gibi gidip, tedaviyi görüp geliyordum; ilk üç gün ümidimi yitirir gibi oldum. Çünkü yüzümde bir değişiklik fark edemiyordum. Dualar ediyordum Rabbime sağlığımı bana ikram etmesi, içimdeki vesveseleri alıp ruhuma inşirah bahşetmesi, acz ve fakrıma Rahman, Rahim, Muktedir İsm-i Şerifleriyle muamele etmesi için…

Tedavim süresince kimin ne olduğunu, can dostlarımı, dost gibi görünenleri, benim varlığımdan faydalanırken bana “can” deyip, şu an iş görmeme durumumu görüp hatırımı sorma zahmetinde bulunmayan insanları tanıdım. İçim burkuldu mu? Hem ne burkulma! Canım acıdı mı? Hiç böyle yanmamıştım! Yine de “Rabbim selâmet versin” diye dua ettim.

En çok evlatlarımı telaşlandırıp üzdüğüm için çaresiz kaldım. Onların “Ne yapabiliriz? Nereye gitsek? Ne yapsak?” çırpınışları, gözümün içene bakıp bir şeyler istememi bekleyişleri ne büyük bir zenginlik içinde olduğumu bir kere daha fark ettirdi bana, binlerce, milyonlarca şükrettim. Ve sadece kendim için değil, Rabbim müsaade ettiği sürece yavrularım için de azimle iyi olmaya çalışmam gerektiğini kendime tekrar tekrar öğrettim.

İyi olmalıydım

İyi olmalıydım. Benim durumumda olanlar neler yapıyorsa, ben iki kere fazla yapmalıydım. Yaptım da...

Fizyoterapistim Duygu Koçyiğit Hanım’la her gün sabırla çalışıyor, eve gelince hareketlerimi tekrarlayıp sıcak kompleksler uyguluyordum. Duygu Hanım, her günkü gelişmeleri bana heyecanla gösterip “Bu sizin azminizin zaferi!” diyordu. Ben de fark ediyordum değişiklikleri, âzâlarım yavaş yavaş yerine geliyordu. Oysa bundan 30 gün önce tahta gibiydi yüzümün sağ tarafı; ilk zamanlar yanağıma küçük tokatlar atıyor, hissetmiyordum, zira canım yanmıyordu. En kötüsü, yediklerimden lezzet almadığım gibi, koku alma yetimde de eksilme olmuştu. Siz insanın bir âzâsının hareket edememesinin ne demek olduğunu bilir misiniz? Yaşamayan bilmez, sadece anladığını zanneder!

Göz kapağınızı kapatmaya çalışıyorsunuz, kapanmıyor… Göz kapağının kapanmamasındaki en olumlu durum, damla damlatmanın rahatlığı… Biliyorum, esprisi bile kötü! Yüzünüzdeki bütün kasları çalıştırmaya gayret ederken yüzünüz şekilden şekle giriyor, kasılıyor, büzüşüyor, ama başaramıyorsunuz. Umutsuzluk bütün hücrelerinizde kol geziyor, hatta aklınıza, ruhunuza savaş ilan edip saldırıyor, “Başaramayacaksın! Ne yaparsan yap, olmayacaksa olmaz! Böyle kalacaksın, boşuna uğraşma!” telkinlerinde bulunuyor.

İnanın, umutsuzluk hissine azıcık söz hakkı verirseniz, sizi alt eder, üstünüze çıkıp zıplayarak şampiyonluğunun tadını çıkarır. O yüzden yılgınlığı, karamsarlığı bir kenara bırakıp ümit ve mantıkla size yol gösteren dualarınıza ve sonra doktorlarınıza kulak vermelisiniz.

Hekimler bu rahatsızlığın üç ay, altı ay, hatta bir senede düzelebildiğini söylüyorlar. Ancak yaşadıklarımdan gördüğüm şu ki, bu süreci biraz da olsa hızlandırmak mümkün. Mutlaka ilaç tedavisinin yanında fizik tedaviye başlamalısınız. Gün içinde sakız çiğneyip sık sık balon şişirmelisiniz. Bu hareketler kaslarınızın güçlenmesini sağlar. Her sabah duşunuzu biraz uzun tutun, mesela 40 dakika falan… Suyunuz her zamankinden sıcak olsun. Tabiî dayanabildiğiniz kadar… Banyodan sonra lütfen üşümemeye özen gösterin ve felçli bölgenize lavanta, at kestanesi ve susam yağlarından hazırladığınız karışımla masaj yaptıktan sonra -bu masajınız 20 dakikadan az olmasın- sıcak havluyla kompleks uygulayın.

Bu arada, böyle hastalıklarda her gün kilonuz kadar kortizon yüklemesi yapılıyor. Bu ilaçla birlikte hayatınızdan tuzu, şekeri, hamur işlerini tamamen çıkarmanız gerekiyor. Ayrıca gece göz kapağınızı göz petleriyle bantlamayı unutmamalısınız; zira gözünüz açık kalınca kuruyor, sanki içine bir avuç kum atılmış gibi yanıp batıyor ve ağrı yapıyor. Antiparantez, eğer ellili yaşlardaysanız ve gözünüzde katarakt başlangıcı varsa, kortizon, yan etkisiyle bu işi tetikleyip hızlandırıyor. Sakın korkmayın! Ben, birdenbire sağ gözüm görme yetisini kaybedince hayli telaşlandım, hemen doktora gittik ve her ilaç gibi kortizonun da değişik etkilerinin olduğunu, tedavi bitiminde bir operasyon geçirmem gerektiğini öğrendim.

Dua ve dua

En önemlisi, dualarınıza ihlas ve sabırla devam etmelisiniz. Elbette dibe vuruşlarınız olacak, “Hiçbir şey yoluna girmeyecek, asla eskisi gibi olamayacağım!” diye kimsenin olmadığı zamanlarda haykıra haykıra ağlayacak, “Rabbim gücünü, merhametini benden esirgeme, inayetini ikram et! Ben Senin kulunum, acizim, fakirim, bikesim, hiç ender hiçim. Ecrine, rahmetine ihtiyacım var” diye Rabbinize duada bulunup yalvaracaksınız.

 

İnsanın iltica edebileceği bir kapısı olması ne kadar muhteşem bir duygu, ne inanılmaz bir huzur! Bu hissi de daha iyi anlayacak, yalnızlığınızda yalnız olmadığınızın idrakiyle secdeye kapanacaksınız.

Bugün fizyoterapist Duygu Hanım, ilk günler hiç konuşmadığımı, mutsuz ve karamsar olduğumu yüz ifademden anladığını, sonra mizacımın böyle olduğunu düşündüğünü söylediğinde gülümsedim. “Tam tersi… Konuşmayı, gülmeyi çok severim, lâkin o günlerde kendimi sevmiyordum.
İç dünyamda ne baş edilmez acılar yaşıyordum, bilemezsiniz. Savaş veriyordum. İsyan etmiyordum ama sorgularım, nedenlerim, niçinlerim bir çuvaldı. Rabbin emaneti vücuduma iyi bakmıyor, fazlasıyla yoruyordum. Her yere yetişmek, herkesi memnun etmek isterken kendimi unutmuştum. Demek ki bir uyarıyı hak etmiştim” dedim ve ekledim: “İnsan vücudunda her âzâ önemlidir Duygu Hanımcığım; lâkin yüzünüz, gözünüz insanların ilk baktıkları yer olduğu için midir nedir, rahatsızlandığım zaman kimseyle bir araya gelmek istemiyordum. Aynı masaya oturmaktan kaçıyordum. Çünkü ağzıma aldığım her şeyin yarısı ya üstüme, ya yere dökülüyordu. Bardakla su içmek hayâl olmuştu. Ya pipetle veya tatlı kaşığı ile içiyordum suyumu. Konuşmak istesem ağzım iyice yamuluyor, kelimelerim doğru dürüst çıkmıyordu. O yüzden suskunlaşmış, içime dönmüştüm...”

Duygu Hanım gülümsedi, rahatlatan sesiyle, “Aslında haklısınız, ama inanmak ve azmetmek bakın sizi nerelere getirdi! Her şeyi hâllettiniz çok şükür!” dedi, “Birlikte hâllettik” dedim teşekkür ederek.

Son seanstan sonra fizik tedavi doktoruma kontrol için gittiğimde yüzüme hayretle baktı ve “Hem yaşın itibariyle, hem de durumun çok ağır olduğu için bu kadar kısa sürede böylesi hızlı yol kat etmen âdeta bir mucize! Sana sarılmak istiyorum” dedi ve sımsıkı sarıldı bana. Sevincini ta içimde hissettim, ben de sevindim. Teşekkür ettim samimiyeti için. MR’ımı ilk gördüğünde düştüğü ümitsizliği bana hissettirmeyip, “Birlikte başaracağız, bunun için de önce Allah’a, sonra kendimize güveneceğiz. Umutsuzluk yok! Hep pozitif, hep pozitif... Tamam mı Yıldız Hanımcığım?” diyerek beni yüreklendirdiği için minnet duydum. Benim doktorum olduğu için de Rabbime şükrettim.

Bu arada, “Ferda Hanımcığım, diyet bitti, değil mi?” diye hevesle sorduğumda, doktorumun gözlerini kocaman açıp “Sakın ha! Üç ay daha tuz, şeker, ekmek, yağ yok. Kortizon insan vücudundan kolay kolay atılmaz. Ama o biçiminde olmak istiyorsan, sen bilirsin!” cevabını vermesi biraz hayâl kırıklığı yaşatmadı değil. O hayâl kırıklığıyla, “İyi de ben ne yiyeceğim doktorcuğum?” deyiverdim. “A! Sen İzmirlisin, Egeliler otun hasını bilirler. Ota, meyveye devam, haydi bakalım!” cevabını verdi Dr. Ferda Özcan Hanım. Gülüşerek vedalaştık.

Şimdi her şey yoluna giriyor. Mutluyum! Hayır, bu mutluluktan öte bir şey! Etekleri zil çalmak, sevinçten çıldırmak… Bu başka bir şey işte! Sonsuz coşku, çocuklar gibi şen olmak gibi bir şey kısacası…

Otta Von Bismarck, “Sabrınızı hiçbir zaman kaybetmeyin, çünkü kapıyı açabilmek için son anahtardır sabır!” der. Çok da doğru söyler.

Herkesin hayatında unutmadığı, çok etkilendiği, hatta “Hayatımın dönüm noktası” dediği hâdiseler mutlaka olmuştur. Acı tatlı, olumlu veya olumsuz her hâdiseye pozitif bakabilmek, kendimizi hayattan soyutlamadan, her zaman kaldığımız yerden devam ederek, ne olursa olsun gülümsemek hem kendimiz, hem de bizi sevenler için hayatı kolaylaştıracaktır. Kaldı ki, bizim hayatımıza öğütleriyle ışık tutan Hz. Mevlâna, “Eğer bir gün dünyaya ait çok büyük bir derdin olursa, Rabbine dönüp ‘Benim çok büyük bir derdim var’ deme, derdine dönüp, ‘Benim çok büyük bir Rabbim var’ de!” diye buyurmaktadır.

Şimdi hastalığımın ilk günlerine inat, aynada yüzümü seyrediyorum Rabbime hamd ederek, tebessümle ve dilimde “İnnema emruhü iza erade şey'en in yegule lehu kün ve yekün" (“O ‘Ol!’ der ve olur”) ayet-i kerimesiyle... Elhamdülillah!

 

Not: Bu yazıyı yazmamdaki maksat, bir yaşanmışlığı kâğıda dökmek değil, Allah korusun, yaşadıklarım size, sevdiklerinize, eşinize dostunuza uğrarsa bir nebze de olsa misal olsun diyedir...