“SANAT”,
dilimize Arapçadan girmiş bir kelime. Üzerinde uzlaşılmış genel geçer bir
tanıma sahip değiliz. Lakin biliriz ki zevk, haz, rağbet misali bileşenleri
vardır. Eskilerin diliyle zarafet ve letafet ister. Bilinçli emekler ve
sıradışı tasavvurlar sayesinde eserler verir. Göze, kulağa ve ille de gönüllere
hitap eder.
Birçoğumuz duymuştur: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ashabıyla
beraber yürürken bir hayvan leşiyle karşılaşır. “Dişlerine bakın, ne kadar da
güzel!” der. Yani doneyi sunar. Resmin çirkin tarafına değil, hayvancağızın
dişlerine dikkat çeker. Çirkindeki güzeli gösterir.
Şüphesiz ki, o diş ancak leşin içinde olunca
güzelliğiyle dikkat çeker. Kuyumcunun önünden geçerken “Bakın, bembeyaz dişler
gibi sıra sıra inciler var” demenin sanatsal bir karşılığı yok…
Nitekim tarih boyunca muteber bulunmuş sanatçıların
belki de en büyük gayesi bu olagelmiştir. Onlar, çirkinde bile mevcut güzelliği
bulup muhataplarının önüne serebilen nadide şahsiyetlerdir. Günümüzde böylesi
sanatkârları özler olduk. Zira sanatı ve sanatçının neye hizmet ettiğini
unutmuş durumundayız.
Sahi, sanatı itibariyle sanatçının Rabbi nedir? El-Musavvir
olan Allah… Varlığı ve işleyişi hakkıyla tasvir eden, sûreti ve sîreti
layığınca biçimlendiren ve tüm tasarımların biricik sahibi olan Allah…
Sanatını Hakk’a amade kılmak derdindeki bir sanatçı,
bu İsm-i İlahîye tecelligâh olmak zorunda. Peki Allah, Musavvir ismi üzerinden
ne yapmakta?
Bizim kıstaslarımıza göre “iyi” dediğimiz şeyleri de
biçimlendiriyor, yine bizim kıstaslarımızın “kötü” dediği şeyleri de… Aynıyla
güzelliğe ve çirkinliğe de form veriyor, tabiî esere muhatap olan bizlerin
bakışıyla. Sanatçı bu yüzden Rabbin “Musavvir” ismine hürmet edebildiği ölçüde
sanatında derinlik kazanabilmekte.
Peki, her sanatçı inançlı mı olmalı? Böylesi bir şart
yok. Ama her sanatçı, hakikatin aşkınlığını hissetmek zorunda. Sıradan bakışla
algılananların hakikat olmadığını idrak etmesi lazım ki ideal olanı, ütopya
olanı veya rüyaya mukabil olanı takip edebilsin.
Sanatçı ilk anda gördüğünü mutlak güzellik veya mutlak
hakikat gibi algılarsa, bu algısının üzerine çıkmasına gerek kalmaz zaten; tasavvur
gücünü köreltir, hayalsiz kalır. Bu kişi eğer bir ressamsa, doğayı herkese
göründüğü gibi resmeder. Haliyle fotoğraf makinesinden herhangi bir farkı
kalmaz. Teknolojiyi taklit etmeyi sanat zanneder. Oysa üstat edindiği fotoğraf
makinesi bir sanatçı değildir, hele ressam hiç değil.
Bu yüzden ister sanat erbabı olsun, isterse aşkın
hakikati arayan herhangi bir talip, ona yapılan ilk öneri, hayallerini diri
tutması olmuş ve rüyalara yönlendirilmiştir.
Gördüğü ya da görebileceği, görmek istediği ya da
görmekten korktuğu rüyaları kâh taammüden, kâh farkında olmaksızın
muhataplarına aktarabilenler, aşkın güzelliklerden nasip bulurlar. Bu nasip iki
boyutluysa resim olur; üçüncü bir boyut eklenirse heykele döner veya mimarî bir
şaheser olarak çıkar karşımıza. Satırlarda, sayfalarda kelime haline gelir.
Yahut cennetten devşirilmiş bir kayıtmışçasına ezgilere bürünür, önce
kulakları, ardından gönülleri şenlendirir.
Artık o sanatçı, yeni âleminin gözlemlerini eski
âlemine taşımanın derdindedir. Haliyle muhataplarına bilinmedik diyarlardan
güzellikler sunar. Bunu yaparken, muhataplarının bildikleri malzemeleri
kullanmak durumundadır. İşte tam da bu duruma “sembolik anlatım” denilmekte.
İrfanî dilde nefs-i mülhime denilen makamın
hallerindendir; bu makamda “Musavvir” ismine hürmet eyleyebilen bir idrakin
hayali erdiriciyken, bâtıla fokuslananın hayali aldatıcı olmakta. Yani
Musavvir’in merbubu hakikatin alametlerini gölge misali varlık âlemine
taşırken, vehmin kölesi olanlarsa bâtıla diktikleri libasla İblis’in çırağı
kılınmakta.
Ezcümle; zordur sanatı “Sahibi”nin muradına amade
kılmak. Bunun yegâne yoluysa aklı, gönlü, basireti ve bilumum nimetleri
El-Musavvir’e teslim etmek…