MEVSİMLERDEN
güneş… Evet güneş! Aylardan Mart… O kadar sıcak ki, kazma kürek yaktıran
soğuklar kaybolmuş; gerçi akşam günbatımından sonra gece ayazı içimizi
titretmiyor değil, ama gündüz saatlerinde gerçekten mevsimlerden güneş ve sıcak…
Çocukluğumun en berbat, en ağlamaklı ilkbahar başlangıcı.
Bana sıcaklığı anlatan güneş, iki katlı çok odalı evimizin ruhuma dar geldiği
zamanlarda kendimi evin bahçesine atıp kimseye gösteremediğim gözyaşlarımın
arkadaşı güneş.
Kimsecikler bana “İçeri gir, üşüyeceksin!” demiyordu, zira o
sene güneş ısıtıyor, ben ağlıyordum. Evimizin kapısından girer girmez
yanaklarım gül saçıyordu gülerken. Şimdilerde üstüme düşülse iyi oyuncu
olurmuşum, hatta Oscar ödüllerine aday bile gösterilebilirmişim diye düşünmüyor
değilim.
Toprağı mutlu eden, bahçemizde bulunan bütün meyve
ağaçlarının çiçeğe durmasına, babaannemin her bahar toplayıp kuruttuğu ve sarısına
hayran olduğum papatyalarla onların arasında bütün zarafeti, narinliği ve
kızıllığıyla açan gelinciklerin yaz sıcağında kalmışçasına bükülen boyunlarının
sebebi olan, bahçemizin hemen bitiminde şırıl şırıl akan derenin suyunu Mart
ayına rağmen kurutan, kendisine böylesi değişik bir yakınlık duyduğumun elbette
farkında olmayan güneş! Ben o yaşta küçücük aklımla sevmiştim seni...
O zamanlar yedi yaşında ilkokul birinci sınıf öğrencisiydim,
ama ruhum kaç yaşındaydı, bilmiyorum. Biraz topluca bir kızdım, kız kardeşimin
bilekleri ne kadar zayıf, güçsüz ve narinse, benim bileklerim o kadar kuvvetli
ve annemin demesiyle yumuk yumuktu. Sadece bileklerim kuvvetli değil, yüreğim
ve mantığım da sağlam… Tenimin rengi ataya dedeye çekmekten bembeyaz. Kimi
teyzeler bayılır, severdi beyaz tenimi, kimileri gözünü kırpmadan “Nesi var,
hasta mı?” diye sorardı anneme.
Ta o günlerde düşünürdüm: Bizi insan yapan neydi? İnsanlar
köyde oturunca değişik, kentte oturunca başka mı oluyorlardı? Neden büyüklere
köyü, toprağı, çifti çubuğu yeterli gelmezdi de her şeyi arkalarında bırakıp
bilmedikleri, tanımadıkları koca koca şehirlere göçerlerdi?
İnsan zaman içinde öğreniyor bu soruların cevabını aslında;
gereklilik arz ettiğine de inandırıyor kendini. Lakin yaşınız yediyse bunu
anlamak oldukça güç.
Hâlâ severim köydeki evimizi, görkemli gelir bana. Güneşe
bakar bütün odalarının camları, kocaman bahçemizde yok yoktur. Hele o zamanlar
anacığım bahçemizin bir köşesinde tavuk beslerdi, babacığım çok şirin bir kümes
yapmıştı; sabahları kümese girip tavukları inadına ürküterek, gıdaklamalarına
kulak asmadan yumurtaları toplamak harikaydı.
Bahçemizin diğer ucunda domates, salatalık, biber ve akla
gelebilecek bir sürü sebze ekili olurdu, onları toplarken aldığım zevki
hayatımın hiçbir safhasında almış olabileceğimi düşünmüyorum.
İşte böyle masalsı bir güzelliği, o kocaman evi ocağı
babaannem ve dedeme bırakıp sanırım büyük şehrin hengâmesinde boğulmak için
çoluk çocuk İstanbul’a göç edeceğimizi söyledi babam bir akşamüstü. Dört
kardeştik, hepimiz ufaktık, anlamamıştık; dedemle babam konuşurken oyun gibi
gelmişti bize. Günlerce hazırlıklar yapıldı, babam arada İstanbul’a gidip
geldi, köydeki evin üst kattaki odalarını annemle babam süpürüp silerken
eşyaların yerlerini değiştirdiler, düzenledikleri her odanın işi bitince
kapısına gelip şöyle bir odanın içine tekrar bakıp kapısını kapatıp
kilitlediler. Alttaki odalardan biri dedemle babaannemin, biri de en küçük
amcamın odasıydı zaten.
Mutfağın yanında bulunan küçük odada şimdiye kadar şehirden
köye dedemi ziyarete gelen misafirler yatardı, işte o “misafir odası” dediğimiz
odaya benim karyolam indirildi. Yukarıda kız kardeşimle yatıyorduk oysa. Kardeşimin
karyolası yukarıda kalmıştı. O anda anlamlandıramamıştım. Nihâyet valizlere
geldi sıra, benim giysilerimi almıyordu annem, valizler arabaya yüklenirken
babamla annem beni büyük insan gibi karşılarına oturtup, “Sen nenene, dedene
göz kulak olacaksın! Ninene yemek yaparken, dedene de bahçede yardım edesin
diye bırakıyoruz burada. Okul tatil olunca bir ara gelip seni yanımıza alırız”
dediler.
Annem benden gözlerini kaçırıyordu, göstermeden ağlıyordu
belli. Kısık bir sesle, “Okul bitince gitseydik ya beraber?” dedim, “Şimdi
gitmemiz gerek!” dedi babam. Ve ben çığlık çığlık ağlarken gittiler…
O gün, sonraki, daha daha sonraki günler hep karanlıktı içim
dışım. Bahçe kapısının yanı başında bütün heybetiyle duran dut ağacı en samimi
sırdaşımdı artık. İri gövdesi beni ve gözyaşlarımı saklıyordu çünkü. Bahçemizin
en kuytu köşelerinde dolaşıyordum çoğu zaman, ağaçlardan dökülen yaprakları
küçücük ayaklarımla ezerken yaprakların çıkardığı hışırtıların içimden kopan
çığlıkları bastırdığını zannediyordum. Günlerce, gecelerce ağladım, beklemek
nedir öğrendim. Yorulmuyordum, umut etmekten usanmıyordum, ne suladığım
sebzeler, ne yemlerini verdiğim tavuklar, ne babaannemin titrek elleriyle
saçlarımı taraması, ne dedemin çarşıdan gelirken aldığı horoz şekeri, ne de
amcamın şehirden getirdiği renkli pırıl pırıl hikâye kitapları hoşnut ediyordu
beni.
Ben okul dışında hep evimizdeydim ve ne iş yaparsam yapayım,
bir gözüm her zaman bahçe kapısındaydı. Bahçe kapısından giren her köylü amcayı
bir an babama benzetiyordum ve yüreğim ökseye tutulmuş kuşlar gibi titriyordu.
Ama ne okul tatil olunca, ne de daha sonraki günlerde o koca şehirden geldi
babam. Babaannem her saçımı taradığında masallar anlattı bana: “Güzel kızımın
babası gelecek, ona şehirden süslü elbiseler getirecek, sonra da kızımı alıp
annesine, kardeşlerine götürecek. Ben kızımı çok özleyeceğim ama Ayşem mutlu
diye sevinip avunacağım…”
Babaannem bana bu masalları anlattıkça masallardan soğuyor,
uzaklaşıyor, öğretmenimin okumam için verdiği öykü kitaplarını bile evin
herhangi bir köşesine bırakıp unutmuş gibi yapıyor, okumuyordum. Çünkü onlar,
adı üstünde masaldılar; insanları avutmak, hatta -biraz daha ileri gideyim- masum
kalpleri kandırmak için vardılar.
İki yıl sonra, bir gün babacığım canım çıkageldi. Gözlerim
ışıldadı, içim coştu, bütün hücrelerim Ankara havası oynamaya başladı. Delirdim,
çıldırdım, her şeyi unuttum, akan gözyaşlarım bitti, babama uzun uzun sarıldım,
bırakmak istemedim, bıraksam elimden uçup gidecek sandım, canım yandı, ürperdim,
daha bir sıkı sarıldım… “Dur kızım, boğacaksın beni!” diye güldü babam ve
ekledi: “Haydi bakalım, babaannenle valizini hazırlamaya başla yavaş yavaş, amcanın
düğününden sonra hemen döneceğiz, iş yerinden fazla izin alamadım.” “Tamam!”
dedim babama, sonra da kısık sesle sordum: “Annemleri neden getirmedin düğüne?”
“Kardeşlerinle zor olurdu, geniş bir zamanda birlikte geliriz” dedi babam ve
yanağımı okşadı sıcak sıcak.
Ben hiç sorgulamadım babamı, gözümün gördüğü yerde bütün
küskünlüğüm bitmişti. O benim babamdı. İçime gömdüm annemden, kardeşlerimden
ayrı geçen yıllarımı. Ve İstanbul macerası başlıyordu…
Evimiz güzeldi ama kardeşlerimin konuşması, giysileri,
oturmaları kalkmaları, bakışları bile değişmişti. Anacığım hep aynıydı; şefkat,
merhamet, sevgi yumağı. İki yılım ailemin yokluğuna alışamadan geçmişti; şimdi
kaç yılım, bu hiç
bilmediğim, uzak kentin rastgele seçilmiş bir sokağında geçecekti bilmiyorum. Bilsek
de, bilmesek de geçiyor, bizim idare ettiğimizi sanıp, aslında Rabbimizin
istediği şekilde akıp gidiyor zaman.
Evlendim,
evimizin karşı kaldırımında durduğu zaman gözlerimi gözlerinden alamadığım bir
yârim oldu. Ona apansız, yağmur mevsiminde vuruldum; onun gözlerine bakarken
savruk bir düşte gibi hissederdim kendimi. Yağmur damlaları onun saçlarıyla
birlikte sonbahar yapraklarını da ıslatır ve sokağımız baştan ayağa aşk
kesilirdi. Geçmişimin acı tatlı anılarını da heybeme koyup onun kaldırımında
yürüme isteğimi kırmadı annemle babam. İçimde heyecanlı çocuk çığlıkları… Yağmurlarla
gelen sevgilimle evlendim.
Saçlarıma
ak düştü, çoluk çocuğa karıştım ama bir yanım hep ezik ve çocuk kaldı. Bir kere
kırılmıştım ama bir daha hiç üzmedi, incitmedi babacığım beni, kardeşlerimi. O
bizim dağımız, gücümüz, nezaketimiz, insanlığımız, zenginliğimizdi.
Ve
dün babamı kaybettim ben! Mezarının başında toprağını okşarken farkında olmadan
döküldüm. Haykırarak ağladım, susturamadım kendimi. Tıpkı yıllar önce iki yıl
boyunca dinmeyen gözyaşlarım gibi akıp gitti…
Ah
babam, yapmayacaktın, bırakmayacaktın beni babaanneme, dedeme bakmak için! Küçücük
yüreğimden medet umup benim yıllarımı çalmayacaktın! Ben hep yarım kaldım, hep
korktum, yeni şeyler yaptığımızda kardeşlerimden daha sonra uyum sağladım. Ben
gündelik ayrılıklarda bile diğer insanlardan iki misli acı çektim. Ve hep
düşündüm, amcam evlenip eve genç bir soluk getirmeseydi ben o evin demirbaşı mı
olacaktım?
Seni
çok seviyorum babam! Ama sen yine bırakıp gittin beni. Rahat yat yerinde babam,
sana hakkım helâl! Babaanneme, dedeme de helâl olsun! Biliyor ve anlıyorum ki,
onları kırmamak, yormamak, üzmemek adına benim yüreğimi istemeden feda ettin
sen. Sana hakkım helâl babam! Seni çok seviyorum, lakin Rabbim seni daha çok
sevmiş ki yanına aldı, ne zaman bilinmez, ama özlemle yanına gelmeyi bekliyorum
babacığım. Huzurla kal, anneciğimi, kardeşlerimi merak etme! Beni hayatın
zorluklarına karşı dimdik yetiştirdin sen, ben hepsine bakarım babam, sen rahat
uyu!