Öncesi ve sonrasıyla Malazgirt’i okumak

Zaferler ve ille de yenilgiler ile Türkleşen/Müslümanlaşan bu ülkeden gayrı gidebileceğimiz bir yer yok. Can-namus-akıl sağlığımız, dinimiz-töremiz, maddi-manevi varlıklarımız başka topraklarda yeniden inşa edilemezler! Hele de etrafımız böylesi bir ateş çemberi iken sahip olageldiği şu ülkenin kıymetini hepimizin bilmesi gerekmekte…

İNSAN, doğası gereği hareketi/eylemi takip etmeye daha meyyaldir. Bu durum güncel ve gündelik hayatı şekillendirdiği kadar, maziyle olan ilişkimize de şekil verir. Öyle ki, tarihle ilgilenmeyi sevenlerimiz bile “savaşlar kronolojisini ezberlemeyi” tarih öğrenimi zannederler. Ama ağır ağır gelişen sosyal dönüşümleri veya asırların ortak paydası ve birikimi olan noktaları görmek hususunda aynı hassasiyeti sergilemezler.

Misal: Konu “Siyer-i Nebi” ise, Bedir, Uhud ve Hendek ile başlayan anlatımlar Mute Savaşı’yla devam eder, Hayber’in, Taif’in ve Mekke’nin Fetihleriyle sonlanır. Oysa biliriz ki, Peygamber Efendimizin (sav) Ehl-i Seyf olması dahi O’nun Âlemlere Rahmet misyonundan bir şubedir sadece. Aslolan barıştır, savaşsa teferruat…

Nitekim benzeri bir algıyı seküler sahadan koklamış olan Winston Churchill’in şu sözü, bu açıdan gayet manidar vaazlara sahip: “Barış hükümlerine yeni bir madde daha dikte edebilmek için savaşır ve kazanmaya çalışırız.”

Neticede ister Doğu’nun irfanı ve hikmeti, ister Batı’nın akılcılığı ve pragmatizmiyle bakalım, tarih yazmak, tarih yapmak kadar kıymetlidir. Sonradan gelenlerin en temel uğraşıysa tarihi okuyabilmektir. Bahse konu “okumak” fiilinden kastımız elbette kelimeleri/sayfaları devirmek değil, “İkra” ile vazedilen ilahî emrin kapsama alanından nasip arayabilmektir. İsterseniz bu ilkesel/nazarî tespitleri Ağustos aylarımızın sembol örneği üzerinden pratize etmeye çalışalım...

Evet, takvim yapraklarında 26 Ağustos’un belirmesi, Malazgirt Zaferi’nin yâd edilmesi demektir. Peki, aşinası olduğumuz pek çok cümle/yargı arasından ilk planda hatırladığımız hangisidir?

“1071’de Anadolu’nun kapısı Türklere açıldı ve burayı yurt edindik.”

Bir nefeste ifade edilen bu cümlenin neler vazettiğinden habersizizdir çoğunlukla. Zira zikredilen ifadenin alt metninde cevaplamamız gereken birçok soru bulunmakta.

Bu soruların birincisi, “Anadolu’ya defalarca akın düzenlemiş olan Kıpçak, Peçenek, Uz süvarileri varken, üstelik de böylesi Türkçe konuşan Şamanist toplulukların Malazgirt Savaşı esnasında saf değiştirip Selçuklu Ordusuna katıldıklarını söyleyebiliyorken, Anadolu’nun kapısının Türklere bu savaşla açıldığını söylemek a-kronik değil midir?” şeklinde.

İkinci soru şöyle: “Anadolu neresidir? Eğer Anadolu tabiri günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin Trakya haricindeki topraklarının tamamı ise, 1071’den evvelce vefat etmiş olan kimi Türkmen şahsiyetlerin bu topraklarda bulunan türbelerini nasıl izah edeceğiz?”

Üçüncü sorumuz da şu: “Malazgirt Zaferi’yle gelen Türk(men)lerin niyeti buraları vatan seçip yerleşmek miydi? Hele de bu savaşın muzaffer komutanı olan Alp-Arslan’ın böylesi bir stratejik hedefi mevcut muydu?”

Yukarıdaki soru(n)lar daha da çoğaltılabilir pekâlâ. Tercihimizi soruları azaltmaktan ve üst hükümler bulmaktan yana kullanınca görebiliyoruz ki, gerek Müslüman olmayan Türkler, gerekse Müslüman Türkler günümüz T.C. topraklarına defaten geldiler. Kimi sefer edip geri döndü, kimi yerleşip 1071 evvelinde buraları vatan eyledi.

Benzer şekilde Malazgirt hakkında yüzleşmemiz gereken bir diğer konu da “Anadolu” tabirinin, Lozan Antlaşması’nın dayattığı bir algı olduğudur. Nitekim sınırlarımızın bu tarafında etnik nazarda gayri-Türk vatandaşlarımız olduğu gibi, sınırların öte tarafında da vatandaşımız olmayan Türk kardeşlerimiz yaşamakta. Hakeza böylesi millettaşlarımız da “Malazgirt Zaferi” dediğimiz o süreçten en az bizim kadar etkilenmiş topluluklardır. Haliyle Suriye veya Irak’ta yaşayan herhangi bir Türkmen de Malazgirt coşkusuna en az bizler kadar hissedardır. En azından olmalıdır. Oysa bugüne kadar Suriye veya Irak’ta mukim Türkmenlerde Malazgirt’e dair böylesi bir coşku görmedik. Diyebiliriz ki, “Oradaki kardeşlerimize Malazgirt üzerinden bir tarih öğrenimi fırsatı verilmedi. Onlar da buna dair bir şuur ortaya çıkaramadılar”. Peki bizler?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve/veya kamuoyu, Malazgirt Zaferi nedeniyle Suriyeli-Iraklı Türkmen kardeşlerimizle tebrikleştik mi hiç? Coşkumuzun ortak olduğunu onlara hatırlattık mı? Hayır! Zira Lozan’la bize sunulan siyasî sınırları, kültürel ve entelektüel sınırlar olarak da kabullendik. Lozan’da giydirilen gömleklerin bedenimize uyduğunu sandık. Malazgirt Zaferi’ni de böylesi gömlekler üzerinden okumayı tercih ettik.

Gelelim üçüncü sorunun pek yaman cevabını aramaya!


Cevaplara seyahat

Açıktır ki, aranılan şey niyet-hedef misali soyut kavramlar olunca, cevap için mutlak mânâda “Evet” veya “Hayır” demek mümkün değil. Keza bahse konu niyet-hedef sorgulamasını ancak ve ancak Malazgirt’in evveli ve sonrasındaki eylemleri/dönüşümleri takip ederek yapabiliriz. İsterseniz bu nazarla dönemin bazı detaylarını hatırlamaya çalışalım…

Karahanlı ve Gazneli Devletlerine ev sahipliği yapan Horasan-Afganistan-İndüs üçgeni, asırlardır Şamanist-Zerdüşt-Maniheist inanışlarda bulunan Türklerin toplu halde İslâmiyet’e geçmeye başladıkları coğrafyadır. 9’uncu asırda filizlenen bu toplu ihtida hareketleri doğu istikametinde ilerlerken sınırlar aştı ve bir iki asır içerisinde Çin Hanlıklarının boyunduruğundaki Uygurları dahi etkiledi. Üstelik Moğol tehdidi ve kuraklık misali nedenlerle Uzakdoğu’dan Hazar’a doğru göçen/kaçan 10-11. asır Türkmenleri de adı geçen üçgende İslâmiyet’le tanıştılar.

Böylesi Türkmen-Oğuz boylarından biri olan Kınıklar, 10. asrın ikinci yarısında geldikleri bu coğrafyada Müslüman oldular. Selçuk Bey’in oba lideri olduğu bu dönemde Karahanlı ve Samanî Devletlerine asker vererek karşılığında geniş otlaklar edindiler.

Selçuk Bey’den sonra yerine oğlu Arslan Bey geçti. Onun döneminde Uzak Asya’dan henüz gelen diğer Kınıklar ve akraba obalar da kendilerine katılınca Gazneli Devleti’nin gözünde endişe kaynağı oldular. Nitekim Gazneliler, Arslan Bey’i tutukladılar ve ölümüne değin ellerinde rehin tuttular.

Tuğrul Bey’in lider, kardeşi Çağrı Bey’inse sağ kol olduğu sonraki dönemde Kınık ve müttefikleri, Gazneli Devleti ile bir seri savaşa tutuştular. 1030’larda başlayan yarım asırlık mücadelenin sonunda bugünkü Türkmenistan coğrafyasını Gaznelilerden ele geçirdiler. 1038’de Nişabur’u da alınca bağımsızlıklarını ilan ettiler. İsmini Kınıkları bu coğrafyaya getiren Selçuk Bey’den alan yeni Türkmen-Oğuz devletinin ilk hükümdarı ise Tuğrul Bey oldu.

İki yıl sonra Gazneli Mesud büyük bir orduyla Selçuklu topraklarına girdi. Dandanakan’daki bu savaşı kazanan Tuğrul Bey, yönünü artık batıya çevirecekti. Kısa süre içerisinde İran’ı denetimi altına aldı, Kuzey Irak’a girdi, Diyarbakır’ı Mervanî Beyliği’nden aldı. Dikkat edileceği üzere Selçuklular artık Anadolu’daydı. Sonra kuzeye doğru ilerledi. 1048’de, Erzurum yakınlarındaki Pasinler ovasında Bizans-Gürcü ittifak ordusunu yendi. 1055’te Tuğrul Bey ve ordusu Bağdat’a girdi ve Sünni-İslam dünyasının karizmatik lideri olan Abbasi Halifesi tarafından koruyucu ilan edildi.

Fark edileceği üzere Selçuklu Devleti adına büyük bir genişlemenin yaşandığı bu süreçte Tuğrul Bey, önce her biri Sünni devletler olan Türkmen Gazneliler, Farisi/Türkmen Samaniler ve Arap/Kürt Mervanîler ile savaştı. Şii-Arap Büveyhoğulları’nın Bağdat üzerindeki hâkimiyetini kırdı. Dönemin en güçlü Şii devleti olan Arap Fatımîlerle Suriye üzerinde iktidar mücadelesine girişti. Ardından Hıristiyan Rum-Gürcü-Ermeni ordularıyla savaşa tutuştu.

Selçuklu Devleti batı hudutları boyunca genişlerken, doğu, yani devlet merkezi karışmaya başlamıştı. Ülkeye daha doğudan gelen Türkmenler ve Kınık’a bağlı bazı aşiretler taht iddiasındaki (Selçuk Bey’in yeğeni) İbrahim Yinal’ın önderliğinde ayaklanmışlardı. Çağrı Bey, ağabeyinden ayrılıp ülkenin doğusuna geçti. İsyanları bastırdı, lakin kendisi de öldü.

1060 ile 1063 yılları arasında Çağrı Bey’den yoksun şekilde devlet işleriyle ilgilenen Tuğrul Bey de vefat edince taht-otorite kavgalarında yeni bir aşamaya geçildi. Zira Tuğrul Bey’in erkek evladı yoktu ve kardeşi Çağrı’nın büyük oğlu Süleyman Bey’in kendi yerine tahta oturmasını vasiyet etmişti. Nitekim Rey Sarayı ve çoğunluğu Sünni-Farisi olan bürokrasi Süleyman Bey’e biat etti ve onu Süleyman Sultan olarak tahta oturttular.

Lakin Çağrı Bey’in diğer oğlu Alp-Arslan ve bazı Kınık ileri gelenleri, Süleyman Bey’i “Sultan” olarak kabul etmemişlerdi. Kazvin şehrinde Alp-Arslan adına da hutbe okutulunca genç Selçuklu Devleti resmen iki başlı hale geldi. Üstelik bir diğer Kınık lideri olan Aslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış Bey de tahtta hak iddia etmeye başladı, bununla yetinmeyip ordu toplayarak Rey’i kuşattı. Başkentin üçüncü bir güç tarafından kuşatıldığını öğrenen Alp-Arslan, kendisine bağlı askerlerle birlikte ağabeyinin yardımına koştu ve Kutalmış ile giriştiği meydan savaşını kazandı. Bu savaşta Kutalmış öldü, Alp-Arslan ise Rey’e girdi. Hutbeyi kendi adına okutup tahta oturan Alp-Arslan, ağabeyini zindana attı ve ona biat eden vezirleri azletti. Ve de asıl adı “Ebu Ali Kıvamüddin Hasan” olan Nizamü’l-Mülk’ü “Başvezir” yaptı. Nitekim vezirler ve bürokrasi, yine bölgenin yerlileri arasından seçilmişti.    

Alp-Arslan, sultanlığının ilk aylarında bir önceki nesilde ve kendi döneminde taht konusunda iddia sahibi olanların oğulları, Moğol tehdidi ve de kuraklık misali nedenlerle ülkesine doğudan giriş yapmış olup Selçuklu nizamına uymak istemeyen Türkmen aşiretleriyle mücadele etti. Bu arada ikinci grup sorunu çözebilecek bazı tedbirleri de yürürlüğe soktu. Artık Selçuklu topraklarına doğudan giriş yapan Türkmen obalara devlet merkezi olan Hazar civarı veya İran yaylaklarında yer vermiyor, tüm Türkmenleri doğrudan kuzeybatı hududuna getirtiyor, kendilerine yaylak arzu ediyorlarsa bunu Ermenilerin, Gürcülerin ve Rumların yaşadıkları topraklarda bulacaklarını söylüyordu.

Dönem şartlarından bakıldığında bu stratejinin birçok faydası gözlemlenmekte. Bu stratejik faydalardan ilki şu olabilir: İran-Hazar coğrafyasına henüz gelmiş olan obaların aynı yerlerdeki eski Türkmen obalarla yaylak mücadelelerine girmeleri ve daha çok Farisilerin oturduğu zengin şehirlerin yağmalanmasını engellemek... Ve ikinci faydayı şöyle düşünebiliriz: Bir yandan yeni yaylaklar bulma gerekliliği cihat şevkiyle buluşacak, bir yandan da batı sınırları boyunca sürekli saldırı konumunda olunduğu için Bizans veya Gürcülerden Selçuklu Devleti’ne gelebilecek tehlikelerin önü peşinen alınacak...

Sultan Alp-Arslan, Nizamiye Medreseleri’ni bugün için Sünni ekolün en prestijli medreseleri olan, ama o devirde Şii öğrenimin kalesi hükmündeki El-Ezher’e rakip olması için kurdurmuştu. Üstelik Şii etkisini kırmak için İran ve Irak’ta kurulan Nizamiye Medreseleri’nin sorumluları ve müderrisleri de “Sünni Farisiler” idi.  

Alp-Arslan hamlesi: İstikamet Anadolu!

Sultan Alp-Arslan’ın bahse konu Türkmen obalarını Selçuklu Devleti’nin güneybatı hududuna getirtmemesinin gerekçesi neydi peki?

İlk akla gelen cevap, bir iki nesildir Müslüman olan Türkmenleri, bölgenin yerlisi ve yine Müslüman olan Araplar ve Kürtlerle karşı karşıya getirmemektir. Oysa bu gerekçeden çok daha etkin başka bir sebep var. Tarih boyunca hayvancılığa bağlı yaşayan tüm göçerler, ana yurtlarıyla aynı enlem kuşağında olan hat boyunca göç etmişlerdir. Zira ekvatora yaklaşıldıkça hem aşinası olunan iklim değişmekte, hem de buna bağlı olarak bitki örtüsü kıraçlaşmakta. Geniş hayvan sürülerini besleyebilmek için mutlak surette yaylaklara muhtaç olan tüm Uzakdoğulu göçerler, ya Hazar Denizi’nin kuzeyinden geçmişler ya da Hazar Denizi’nin güneyine inseler dahi İran’la aynı enlem kuşağında kalmaya dikkat göstermişlerdir. Fark edileceği üzere yerleşemeden İran coğrafyasını transit geçen tüm göçerler için mecburî tek istikamet, bugün bizlerin “Anadolu” dediği topraklardır.      

Nitekim bu stratejiyi devreye sokan Sultan Alp-Arslan, yeni gelen obalara bağlı askerlerle birlikte 1064’te Kars ve civarını Bizans’tan aldı. Sonraki üç yıl zarfınca Hıristiyan Gürcüler ve Hıristiyan/Şaman Kıpçaklar ile Kafkasya’da savaştı. 1067’de komutanlarından Afşin Bey’i Bizans şehri olan Kayseri’nin üzerine gönderdi. Lakin şehri ele geçiren Afşin Bey’i kısa süre sonra İran’a çağırdı. Zira Kirman Valisi olan kardeşi Kavurd isyan etmişti. Bunun üzerine Sultan Alp-Arslan, Kirman’a ilerledi ve isyanı sonlandırdı. Kardeşini affeden Sultan, onu görevinde bıraktı. Oysa bir yıl sonra kardeşi yeniden isyan edecekti. Üstelik Kayseri’nin intikamını almak isteyen Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen de Anadolu seferine çıkmıştı.

Ordusunun bir kısmıyla doğudaki isyanları bastırtan Sultan Alp-Arslan, Anadolu’ya yerleşmeye mecbur olan yeni Türkmen obaların da yardımıyla önce Malatya önlerinde Bizans birliklerini bozguna uğrattı. Kendisine bağlı birlikler Konya’ya değin ilerlediler. Diğer bir kol ise Bizans ile ittifak kurmuş olan Gürcülerle savaşıp Tiflis ve civarını fethetti. 

1070 yılında Mekke Şerifi Muhammed b. Ebî Hâşim, Alp-Arslan’ın huzuruna çıkarak Mekke’de hutbenin Abbasi Halifesi ve Selçuklu Sultanı adına okunduğunu bildirdi. Artık Selçuklu Sultanları tüm Sünni-İslam dünyasının lideri sayılırdı. Bu liderliğin hak edeceği entelektüel birikimin oluşması için Başvezir Nizamü’l-Mülk’e Nizamiye Medreseleri’ni kurdurtan Sultan Alp-Arslan, bu medreselerde Sünni-İslam yorumunun işlenmesini, kelamın ve hukukun yanı sıra dil eğitiminin verilmesini de istemişti. Tarihin garip bir cilvesidir ki, Nizamiye Medreseleri’ni bugün için Sünni ekolün en prestijli medreseleri olan, ama o devirde Şii öğrenimin kalesi hükmündeki El-Ezher’e rakip olması için kurdurmuştu. Üstelik Şii etkisini kırmak için İran ve Irak’ta kurulan Nizamiye Medreseleri’nin sorumluları ve müderrisleri de “Sünni Farisiler” idi.   

Elbette henüz baş gösteren Fatımî-Selçuklu rekabeti sadece entelektüel alanda hissedilmiyordu. Siyasî etkinlik sahası Filistin ve Hicaz’a değin inen Selçuklu, Ortadoğu’da kendisine rakip olabilecek yegâne devletle askerî noktada da hesaplaşmaya hazırlanıyordu.

Sultan Alp-Arslan, Fatımî Devleti veziri Nâsır ed-Devle bin Hamdân'dan aldığı bir davet üzerine, adı geçen devleti ortadan kaldırmak ve Mısır'ı ele geçirmek maksadıyla bir sefer düzenledi. Önce Bizans topraklarına girdi ve ilk olarak Malazgirt ve Erciş'i yeniden fethetti. Siverek ve Tulhum başta olmak üzere daha güneydeki birçok kaleyi de ele geçirdi. 1071 yılında Bizans hâkimiyetindeki Urfa'yı kuşattıysa da başarılı olamadı. Urfa'dan Halep'e hareket eden Sultan, burayı kuşatarak şehrin anahtarlarını teslim aldı ve şehrin eski melikini oraya vali atadı.

Mısır yolunu yarılayarak Şam'a yönelen Sultan, Bizans imparatoru IV. Romen Diyojen'in büyük bir ordu toplayarak Müslüman topraklarına sefere çıktığını haber aldı ve süratle geri döndü. İki ordu Malazgirt ovasında karşılaştı ve bu sene 944. yıldönümüne şahit olduğumuz o muazzam zaferi kazandı.

Peki, zaferden sonra arzu ettiği şekilde Mısır’a yönelebildi mi? Hayır! Mağlup Bizans ordusunu takip ederek Anadolu içlerine de sefer etmedi, edemedi. Zira ülkesinin doğusu yeniden karışmıştı. Tahtta hak iddia eden Kınık soylu Selçuklu beyleri, Uzak Asya’dan henüz gelmekte olan Türkmen obalarını da yanlarına alarak birer ikişer isyan etmişlerdi. Üstelik bu kez isyanlara birkaç nesildir Selçuklu tebaası olan obalar da dâhil olmuşlardı. Son gruptakilerin genel rahatsızlıkları ise ülke yönetimi ve müesses bürokrasinin kendilerine yabancı oluşuydu.

Kurucu unsurken kısa sürede yedeğe çekilenler kendilerine “Kara-Budun” demiş, devlet imkânlarına sonradan sahip olan ve emek sahiplerini diskalifiye edenleri ise “Ak-Budun” olarak adlandırmışlardı. Nitekim günümüzde kullandığımız “Beyaz Türkler” kavramı tam da o günlerin bakiyesidir.

Aslında bu son gerekçe, 3 bin yıllık Türk devlet geleneğinin en klasik tezahürlerinden biridir. Büyük Hun Devleti’nden Atilla’ya, Gaznelilerden sonraki asırların Babür, Safevi ve Osmanlı İmparatorluklarına değin hepsinde gözlemlenebilen bir defodur bu. Evet, bu defo, devleti kuran kadrolar ile devleti yöneten kadroların bir iki nesil içerisinde değişmesiydi. Göçebeliğin şecaati ve aksiyon yeteneğiyle kısa sürede muazzam devletler kuran Türkler, aynı zamanda sözlü kültürün evlatları oldukları için devlet yönetimi ve bürokrasiden kısa sürede tasfiye oluyor, yerlerini yazılı kültürden gelen bölge topluluklarına bırakıyorlardı. Öyle ki, Büyük Hun İmparatorluğu’nda Çin bürokrasisi ve saray geleneği hâkim olmuş, Babür’de aynı işi Hint geleneği görmüş, Selçuklu’da ise parlak bir Sasani geçmişi bulunan Farisi bürokrasi dizginleri ele almıştı.

Her coğrafyada ve dönemde yinelenen bu durum öylesi bir hal almıştı ki, kurucu unsurken kısa sürede yedeğe çekilenler kendilerine “Kara-Budun” demiş, devlet imkânlarına sonradan sahip olan ve emek sahiplerini diskalifiye edenleri ise “Ak-Budun” olarak adlandırmışlardı. Nitekim günümüzde kullandığımız “Beyaz Türkler” kavramı tam da o günlerin bakiyesidir ve saire…

Evet, Sultan Alp-Arslan, sergilediği tüm devlet aklına ve ileri görüşlülüğüne rağmen “Kara Budun-Ak Budun” zincirini kıramamıştı. İsyancı Türkmenler ile savaşırken kendi kale kumandanlarından biri tarafından öldürüldü. Yerine oğlu Melik-Şah geçti. İki nesil önce Türkçe olan “Bey” unvanı, Alp-Arslan ile birlikte Arapça “Sultan” olmuşken, üçüncü nesil Selçukluların lideri Farsça “Şah” unvanını aldı. Yine doğuda iç karışıklıklar, Karahanlılar ve Gazneliler ile savaşlar çıktı. Batıda Bizans ve Gürcülere karşı sefer edildi. Melik-Şah döneminde Selçuklu Devleti’nin rahat olduğu ve etki sahasını genişlettiği yegâne bölge, daha çok Arapların yaşadığı topraklardı. Yemen’e değin nüfuzunu arttıran Selçuklu, Mısır hariç tüm Ortadoğu’nun hâkimi olmuştu.

Bir sonraki nesilde devlet parçalandı. Suriye Selçuklu Devleti Anadolu Selçuklularıyla, Anadolu Selçuklu Devleti Irak Selçuklularıyla, İran Selçuklularıysa diğer Türkmenlerle savaştı. Sonra her biri, kendi “Kara Budun/Ak Budun” çatışmalarıyla beyliklere bölündüler.

Minorize olan tüm Selçuklular içerisinden Anadolu coğrafyası Osmanlı’ya gebe oldu. İran-Doğu Anadolu coğrafyası Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayetinde Safevileri doğurdu. Güneyde Eyyubiler ve Memluklular parladılar. Ama yerlerini kısa sürede Anadolu merkezli Osmanlı’ya terk ettiler. Safeviler ise Anadolu’nun doğusundan çekilip İran ve Afganistan’da tutundu.


Eğer derdimiz bir coğrafyanın Türkleşmesi ise, tarihî kayıtlar iyi kötü istatistikler sunabiliyor. 20’inci asrın başlarına gelindiğinde bile Anadolu nüfusunun yarıya yakını ancak Türk idi. Aynı oran Bulgaristan ve Makedonya için de geçerli, İran için de…

Nitekim önce 93 Harbi’yle Çarlık ordularından kaçan Kafkas Türkleri ve gayri-Türk Müslümanlar Anadolu’ya geldiler. Ardından Balkan yenilgisi patlak verdi. Çarlık ordusu destekli Yunan-Bulgar-Makedon-Romen orduları ve çetelerinin soykırımlarından kaçan milyonlarca soydaşımız Anadolu’ya sığındı. 1915 tehciri ile Ermeniler Anadolu’dan uzaklaştırıldılar. Nihayet genç Cumhuriyet, Mübadele Antlaşması’yla buradaki Rumları gönderip Yunanistan’daki Türklere kapıları açtı. Ve nihayet Anadolu Türkleşebildi. İsterseniz Kürt kardeşlerimizi de dâhil ederek “Ve nihayet Anadolu, Müslüman homojenliğe ulaştı” da diyebiliriz.

Evet, mazi gayet açık… Anadolu, zaferlerimizle değil, yenilgilerimizle Türkleşti. Ama serde efendilik olunca bu tespiti dillendirmeyi bile zül sayıyoruz. Öyle ki, Haçlı Seferleri esnasında bir milyon askerin Anadolu’ya girip yakıp yıktığını bildiğimiz halde atalarımızdan bize yadigâr bir tane bile Haçlı zulmüne dair ağıtımız yok. Benzeri bir âlicenaplıktan mıdır, yoksa tarih okumalarına dair hesapsızlığımızdan mıdır, Balkanlarda ve Kafkaslarda uğradığımız soykırım doğru düzgün dillendirilemedi.

Ezcümle (1): Sultan Alp-Arslan’ın İran coğrafyasını emniyetli, güvenli ve kalıcı bir yurt veya devlet edinme çabasının bir yan mamulü olarak Anadolu Türkleşti. 

Ezcümle (2): Bu ülkeyi vatan eyleyenler, Tanrı’nın vaat ettiği topraklara gelmediler. Hiçbir karışı kutsal değildir toprağın. Kutsiyet, herhangi bir toprağın üzerinde “can, namus, akıl, mülk, din, ibadet, töre misali değer veya ihtiyaçların ihya ve inşa edilebilmesidir”.                

Yine açıktır ki, zaferler ve ille de yenilgiler ile Türkleşen/Müslümanlaşan bu ülkeden gayrı gidebileceğimiz bir yer yok. Can-namus-akıl sağlığımız, dinimiz-töremiz, maddi-manevi varlıklarımız başka topraklarda yeniden inşa edilemezler! Hele de etrafımız böylesi bir ateş çemberi iken sahip olageldiği şu ülkenin kıymetini hepimizin bilmesi gerekmekte… Hele de Haçlı bakiyeleri bizlere Türkçe, Kürtçe ve Arapça olarak modern zaman ağıtları yaktırma niyeti ve gayretindeyken İngilizce ve İbranice sevinç naraları işitmekten Rabbimizin rahmetine sığınıyoruz.

Evet, Sünni yahut Alevi, Türk veya Kürt, Ak-Budun ya da Kara-Budun olarak bizler, Malazgirt’te omuz omuza verip kazandığımız Anadolu zaferlerimizi 1915’te Çanakkale ile taçlandırdığımız gibi Bedir’in Aslanları olabiliriz yeniden. Üstelik bu kez kurşundan ziyade muhabbete muhtacız!

Ey nice zaferler ve yenilgilerde birlikte sevinip birlikte ağlarken buraları yurt edinenlerin torunu olan kardeşim! Ben seni her halükârda seviyorum, sen de beni sev! Ben sana güveniyorum, sen de bana güven! Ve unutma sakın, canını, namusunu, mülkünü ve akıl sağlığını koruyabildiğin, dinini ve töreni yaşayabildiğin şu vatanı cennet misal kılmak da senin-benim elimde, burayı cehenneme çevirmek de! Sen ve ben “biz” olabilirsek, toplu atarsa sinelerimiz, bizi top da, tüfek de sindiremez, onun bunun oyunları da. Üstelik ortak mazimiz buna şahitken müşterek geleceğimiz de bunun habercisidir.

Allah’ın selamı Bedir’den Kerbelâ’ya, Malazgirt’ten Çanakkale’ye ve bu deme, tüm şehitlerimizin üzerine olsun!