“İLK olarak anne ve
babamın hâlâ hayatta ve benimle olduğu için Rabbime şükrediyorum. Sonra kuracağım
her cümlenin başında ‘bence’ kelimesi varmış gibi okumanızı arzu ettiğimi
hatırlatarak yazıyorum...”
Aynı
yaş aralığındaki biz gençler, önceliklerimizi genellikle olması gerekenden çok
farklı bir şekilde sıralıyoruz. Hayatımızdaki önem sıralamamızı yaparken ilk
varoluş hikâyemizin mihenk taşı olan yuvamızdan başlamamız gerektiğini
unuttuğumuzu düşünüyorum.
Anne
ve babalarımız bu sıralamada ne yazık ki hep hak ettiklerinden daha aşağılarda
yer alıyorlar. Bu tespitimi sorgulayacağımız bir soru yöneltsek, çoğu kişiden
alacağımız cevap, ezberlenmiş cümleler olacaktır.
Her
bir genç, ailesinin her şeyden daha değerli olduğunu, anne ve babalarımıza
beslediğimiz güvenin, şefkatin başka hiçbir yerde bulunamayacağını, onların
yerinin hayatlarımızda doldurulamazlığı ve o kutlu ifade ile “Cennetin anaların
ayakları altında” olduğunu ifade edecektir. Ancak çoğu zaman gerçek, böylesi
ifadelerin tam aksini işaret eder ve bu söylemler hayata pek aksetmez.
Bir
düşünelim; en basiti, alışveriş yapmak için annemizden çok arkadaşlarımızın
zevkine güvenir, sıklıkla arkadaşlarımızın onayladığı kıyafetlere neden
yöneliriz? Bir babanın kızının giyimi konusunda sınırlar koymak istemesi baskı
olurken, erkek arkadaşının yine aynı şekilde davranması, sahiplenme duygusuyla
ve sevgi merkezli kıskançlıktan kaynaklandığı iddiasına dönüşmüyor mu? Üniversite
hayâli çoğu zaman, geleceğimizi inşâ etmek değil de, aileden ayrı, arkadaşlarla
çıkılması plânlanan bir ev veya yurt olarak, dolayısıyla daha özgür bir yaşam
düşüncesi barındırmıyor mu?
Aslında
dikkatle baktığımızda gördüğümüz gerçek, biz gençlerin üniversiteye adım
atmamızla birlikte büyümeye, bireyselleşmeye başladığımız dönemin, anne ve
babamızın yaşlanma yolunda attığı adımlarının hızlandığı döneme denk gelmesidir.
Bu iki dönemin çakışması ise fazlasıyla can sıkıcı bir tesadüftür. Düşünsenize,
evden ayrılmışsınız ve eve ulaşımı daha kolay olan bir yerdeyseniz bile ısrarlarınızla
ailenizin dışında bir mekâna yerleşmiş, “hayat hızının ve peşinde olduğumuz
hazzın” gözünüzü kör etmesiyle fark etmeseniz de üzerinizde hayli emeği olan
ebeveynlerinizi yalnızlaştırmakla kalmayıp onlarla geçireceğiniz kıymetli
zamanlardan feragat etmişsiniz…
Hafta
sonu evinize geldiğinizde, bir hafta önce gördüğünüz babanızın saçlarında
birkaç tel beyazlamış ve siz bir hafta boyunca onunla birlikte olmadığınız için
bu süreçte ona eşlik edememişsiniz. Ne acı bir şey, değil mi?
Siz
büyürken, üniversite ortamında özgürleşirken, yıllar su gibi akarken, arada bir
eve uğrarken, babanızın yoğun iş hayatı yavaşlamış ve kim bilir, belki de
emekli olmuş olacak… Siz büyüdükçe, annenizin serzenişleri de değişmeye
başlamış olacak. “Eskiden evin işini ne güzel Pazartesi gününden hâllederdim,
artık yetişemiyorum, yaşlandım, ağrılarım arttı” gibi cümleler kuran bir
anneyle karşılaşmanız ne kadar da mümkün…
Bir
süre sonra aslında, belki de onlarla geçirebileceğimiz son demleri bu
farkındasızlığınızdan dolayı kaybettiğinizi anlayacaksınız. Ve bu gerçeği fark
ettiğinizde, aslında anne-babanızı değil, kendinizi yalnızlaştırdığınızı
anlayacaksınız.
Evet,
belki bu verdiğim örnekler gözünüze çok basit şeylerin abartılması olarak
görünebilir. “Gençler bu dönemlerde arkadaşlarının beğenilerine daha çok önem
verip alışverişe onlarla çıkmak istiyorlar, gayet normal. Neden annesinin
zevkine, tercihlerine mecbur olsun ki? Bir kere nesil farkı var!” diyeceksiniz,
çok haklısınız. Bu örnekleri dikkatinize sunmam, çok küçük gördüğümüz olay/tercih/ısrarlarımızla
çok büyük kıymetlerden vazgeçişlerimize sebep olacağının altını çizmek
istememdendir.
Kabul
edelim, büyüdükçe anne ve babanın rutinlerde kapladığı yer, belirli bir yaşa
kadar azalmaya devam ediyor. Aslında genç, daha ileriki yaşlarını ele aldığında
işte bu farkındasızlığının farkına varması sonucu “keşke”lerle başlayan
cümlelerinin çoğalacağına dair yatırım yapıyor. Haydi büyüyelim ve ihtimâller
dairesinde neler olur, bir seyredelim. Bir aralar bizi anlamadığını, zevklerimizin
uyuşmadığını düşündüğümüz annemiz, şimdi bebek bakımı, eşle olan
anlaşmazlıklar, hayatın getirdiği sorunlar karşısında ilk başvurduğumuz kaynak
oluverir, değil mi? Zamanında ev içinde ondan duyduğumuz bir cümleyi, onun ev
işlerini yaparkenki hâllerini taklit ederken buluruz kendimizi. “Bugün dışarıda
olmam lâzım, birkaç saatliğine çocuğa bakabilir misin anne?” veya “Sen çamaşır
makinesinde iki deterjanı karıştırıyordun da mis gibi kokuyordu, neydi onlar?”
gibi soruları sormayacağımızdan emin miyiz? Bunlar annemize yönelteceğimiz
sorulardan belki de birkaçı sadece…
Haydi
şimdi de yaşlandığımızı varsayalım… O dönemleri hayâlen seyrettiğimizde, artık
ne emekliliğini isteyen bir baba, ne ev işlerine yetişemediğinden yakınan bir
anne bulacağız. Sırtımızı yasladığımız dağ, sinesine saklandığımız bağ, bizi
terk etmiş olacak. Ve bizim servetimiz “keşke”lerden oluşacak.
Bu
yazdıklarımdan hiçbiri, kendim bu farkındalığa erişebilmişim de başkalarının
buna ne kadar kör olduğundan bahsetmek için yazdığım şeyler değil. Aksine,
hepsi kendim içim birer hatırlatma. Ayrıca ne kendimin, ne de başkasının ileride
daha az “keşke” diyebilmesi için gecesini gündüzünü ailesiyle geçirmesi yönünde
bir düzen kurmasını savunduğumun da anlaşılmasını istemem. Sonuçta bizler,
büyüdükçe doğal olarak bireyselleşmemiz gereken durumlar içine giriyoruz;
bundan kaçmak da mümkün olmayacak. Bahsetmeye çalıştığım, aileden kopma
sürecinin olması gerektiği hızda ve olması gerektiği kadarla kalabilmesi…
“Acaba
aile evinden ayrılma plânları yaparken gerçekten anne babamızdan almamız
gerekenleri almış hâlde miyiz? Tam da hayatımızda kalıcı yerler edinecek insanlarla
tanışırken, onların bizim ailemize, öğretilerimize uygun olup olmadığını
sorgulamak için ailemizin gözlemlerine, ölçüp biçmelerine ihtiyaç duymayacak
mıyız? Hayatın riskleriyle karşı karşıya kalacağımız gençlik dönemlerimizde ailemizden
uzakta olmak ne kadar doğru, bilebilecek miyiz?” gibi soruların cevaplarını
kendimize verebilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Elbette
büyüyecek, değişecek, dönüşecek, annemizle birebir aynı şekilde bir anne olmayacağız.
Çünkü şartlar, bizimle birlikte değişiyor. Fakat bu demek değil ki, annelerimiz
zevksiz, babalarımız despot; sadece çok keskin düşüncelere veya uçlarda
yaşamayı reddetmeliyiz. Gençliğimizi yaşamak için, özgür olmak için, varlık
sebebimiz olan insanlardan bu kadar çabuk vazgeçmeye, onları hayatımızdan
uzakta tutmaya değer mi? Bu vazgeçişin getirilerine odaklanmış hâldeyken
götürülerinden haberdar mıyız? Ya da ikisi arasında seçim yapmak, birinden
vazgeçmek, gerekli bir durum mu?
Benim
de bir genç olarak yanılgılarım var. Olacak da... Ancak bu tespitlerim
kalbîdir, samimidir. Eğer yanılgılarıma rastlarsanız, insanın öğütlediği
şeylerden kolayca sıyrılabilmesine imkân veren “Dediğimi yapın, yaptığımı değil”
cümlesini dipnot olarak düşmek istediğimi belirterek yazımı burada noktalıyorum.