Önceliklerimiz

Gençliğimizi yaşamak için, özgür olmak için, varlık sebebimiz olan insanlardan bu kadar çabuk vazgeçmeye, onları hayatımızdan uzakta tutmaya değer mi? Bu vazgeçişin getirilerine odaklanmış hâldeyken götürülerinden haberdar mıyız? Ya da ikisi arasında seçim yapmak, birinden vazgeçmek, gerekli bir durum mu?

“İLK olarak anne ve babamın hâlâ hayatta ve benimle olduğu için Rabbime şükrediyorum. Sonra kuracağım her cümlenin başında ‘bence’ kelimesi varmış gibi okumanızı arzu ettiğimi hatırlatarak yazıyorum...”

Aynı yaş aralığındaki biz gençler, önceliklerimizi genellikle olması gerekenden çok farklı bir şekilde sıralıyoruz. Hayatımızdaki önem sıralamamızı yaparken ilk varoluş hikâyemizin mihenk taşı olan yuvamızdan başlamamız gerektiğini unuttuğumuzu düşünüyorum.

Anne ve babalarımız bu sıralamada ne yazık ki hep hak ettiklerinden daha aşağılarda yer alıyorlar. Bu tespitimi sorgulayacağımız bir soru yöneltsek, çoğu kişiden alacağımız cevap, ezberlenmiş cümleler olacaktır.

Her bir genç, ailesinin her şeyden daha değerli olduğunu, anne ve babalarımıza beslediğimiz güvenin, şefkatin başka hiçbir yerde bulunamayacağını, onların yerinin hayatlarımızda doldurulamazlığı ve o kutlu ifade ile “Cennetin anaların ayakları altında” olduğunu ifade edecektir. Ancak çoğu zaman gerçek, böylesi ifadelerin tam aksini işaret eder ve bu söylemler hayata pek aksetmez.

Bir düşünelim; en basiti, alışveriş yapmak için annemizden çok arkadaşlarımızın zevkine güvenir, sıklıkla arkadaşlarımızın onayladığı kıyafetlere neden yöneliriz? Bir babanın kızının giyimi konusunda sınırlar koymak istemesi baskı olurken, erkek arkadaşının yine aynı şekilde davranması, sahiplenme duygusuyla ve sevgi merkezli kıskançlıktan kaynaklandığı iddiasına dönüşmüyor mu? Üniversite hayâli çoğu zaman, geleceğimizi inşâ etmek değil de, aileden ayrı, arkadaşlarla çıkılması plânlanan bir ev veya yurt olarak, dolayısıyla daha özgür bir yaşam düşüncesi barındırmıyor mu?

Aslında dikkatle baktığımızda gördüğümüz gerçek, biz gençlerin üniversiteye adım atmamızla birlikte büyümeye, bireyselleşmeye başladığımız dönemin, anne ve babamızın yaşlanma yolunda attığı adımlarının hızlandığı döneme denk gelmesidir. Bu iki dönemin çakışması ise fazlasıyla can sıkıcı bir tesadüftür. Düşünsenize, evden ayrılmışsınız ve eve ulaşımı daha kolay olan bir yerdeyseniz bile ısrarlarınızla ailenizin dışında bir mekâna yerleşmiş, “hayat hızının ve peşinde olduğumuz hazzın” gözünüzü kör etmesiyle fark etmeseniz de üzerinizde hayli emeği olan ebeveynlerinizi yalnızlaştırmakla kalmayıp onlarla geçireceğiniz kıymetli zamanlardan feragat etmişsiniz…

Hafta sonu evinize geldiğinizde, bir hafta önce gördüğünüz babanızın saçlarında birkaç tel beyazlamış ve siz bir hafta boyunca onunla birlikte olmadığınız için bu süreçte ona eşlik edememişsiniz. Ne acı bir şey, değil mi?

Siz büyürken, üniversite ortamında özgürleşirken, yıllar su gibi akarken, arada bir eve uğrarken, babanızın yoğun iş hayatı yavaşlamış ve kim bilir, belki de emekli olmuş olacak… Siz büyüdükçe, annenizin serzenişleri de değişmeye başlamış olacak. “Eskiden evin işini ne güzel Pazartesi gününden hâllederdim, artık yetişemiyorum, yaşlandım, ağrılarım arttı” gibi cümleler kuran bir anneyle karşılaşmanız ne kadar da mümkün…

Bir süre sonra aslında, belki de onlarla geçirebileceğimiz son demleri bu farkındasızlığınızdan dolayı kaybettiğinizi anlayacaksınız. Ve bu gerçeği fark ettiğinizde, aslında anne-babanızı değil, kendinizi yalnızlaştırdığınızı anlayacaksınız.

Evet, belki bu verdiğim örnekler gözünüze çok basit şeylerin abartılması olarak görünebilir. “Gençler bu dönemlerde arkadaşlarının beğenilerine daha çok önem verip alışverişe onlarla çıkmak istiyorlar, gayet normal. Neden annesinin zevkine, tercihlerine mecbur olsun ki? Bir kere nesil farkı var!” diyeceksiniz, çok haklısınız. Bu örnekleri dikkatinize sunmam, çok küçük gördüğümüz olay/tercih/ısrarlarımızla çok büyük kıymetlerden vazgeçişlerimize sebep olacağının altını çizmek istememdendir.

Kabul edelim, büyüdükçe anne ve babanın rutinlerde kapladığı yer, belirli bir yaşa kadar azalmaya devam ediyor. Aslında genç, daha ileriki yaşlarını ele aldığında işte bu farkındasızlığının farkına varması sonucu “keşke”lerle başlayan cümlelerinin çoğalacağına dair yatırım yapıyor. Haydi büyüyelim ve ihtimâller dairesinde neler olur, bir seyredelim. Bir aralar bizi anlamadığını, zevklerimizin uyuşmadığını düşündüğümüz annemiz, şimdi bebek bakımı, eşle olan anlaşmazlıklar, hayatın getirdiği sorunlar karşısında ilk başvurduğumuz kaynak oluverir, değil mi? Zamanında ev içinde ondan duyduğumuz bir cümleyi, onun ev işlerini yaparkenki hâllerini taklit ederken buluruz kendimizi. “Bugün dışarıda olmam lâzım, birkaç saatliğine çocuğa bakabilir misin anne?” veya “Sen çamaşır makinesinde iki deterjanı karıştırıyordun da mis gibi kokuyordu, neydi onlar?” gibi soruları sormayacağımızdan emin miyiz? Bunlar annemize yönelteceğimiz sorulardan belki de birkaçı sadece…

Haydi şimdi de yaşlandığımızı varsayalım… O dönemleri hayâlen seyrettiğimizde, artık ne emekliliğini isteyen bir baba, ne ev işlerine yetişemediğinden yakınan bir anne bulacağız. Sırtımızı yasladığımız dağ, sinesine saklandığımız bağ, bizi terk etmiş olacak. Ve bizim servetimiz “keşke”lerden oluşacak.

Bu yazdıklarımdan hiçbiri, kendim bu farkındalığa erişebilmişim de başkalarının buna ne kadar kör olduğundan bahsetmek için yazdığım şeyler değil. Aksine, hepsi kendim içim birer hatırlatma. Ayrıca ne kendimin, ne de başkasının ileride daha az “keşke” diyebilmesi için gecesini gündüzünü ailesiyle geçirmesi yönünde bir düzen kurmasını savunduğumun da anlaşılmasını istemem. Sonuçta bizler, büyüdükçe doğal olarak bireyselleşmemiz gereken durumlar içine giriyoruz; bundan kaçmak da mümkün olmayacak. Bahsetmeye çalıştığım, aileden kopma sürecinin olması gerektiği hızda ve olması gerektiği kadarla kalabilmesi…

“Acaba aile evinden ayrılma plânları yaparken gerçekten anne babamızdan almamız gerekenleri almış hâlde miyiz? Tam da hayatımızda kalıcı yerler edinecek insanlarla tanışırken, onların bizim ailemize, öğretilerimize uygun olup olmadığını sorgulamak için ailemizin gözlemlerine, ölçüp biçmelerine ihtiyaç duymayacak mıyız? Hayatın riskleriyle karşı karşıya kalacağımız gençlik dönemlerimizde ailemizden uzakta olmak ne kadar doğru, bilebilecek miyiz?” gibi soruların cevaplarını kendimize verebilmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Elbette büyüyecek, değişecek, dönüşecek, annemizle birebir aynı şekilde bir anne olmayacağız. Çünkü şartlar, bizimle birlikte değişiyor. Fakat bu demek değil ki, annelerimiz zevksiz, babalarımız despot; sadece çok keskin düşüncelere veya uçlarda yaşamayı reddetmeliyiz. Gençliğimizi yaşamak için, özgür olmak için, varlık sebebimiz olan insanlardan bu kadar çabuk vazgeçmeye, onları hayatımızdan uzakta tutmaya değer mi? Bu vazgeçişin getirilerine odaklanmış hâldeyken götürülerinden haberdar mıyız? Ya da ikisi arasında seçim yapmak, birinden vazgeçmek, gerekli bir durum mu?

Benim de bir genç olarak yanılgılarım var. Olacak da... Ancak bu tespitlerim kalbîdir, samimidir. Eğer yanılgılarıma rastlarsanız, insanın öğütlediği şeylerden kolayca sıyrılabilmesine imkân veren “Dediğimi yapın, yaptığımı değil” cümlesini dipnot olarak düşmek istediğimi belirterek yazımı burada noktalıyorum.