“Bir çocuğun zeki
olmasını istiyorsanız, ona masallar anlatın. Eğer daha da zeki olmasını
istiyorsanız, daha çok masal anlatın…” (Albert
Einstein)
***
MASALLAR, kahramanlar,
cinler, periler, devler, cüceler… Bir zamanlar karanlık gecelerin ayrılmaz
parçaları olan masallar, kıssalar, öyküler… Büyüklerin ağzından ağır ağır çıkan
kelimelerle dinleyen genç beyinlerin kıvrımlarında şekillenen birbirinden
eğlenceli, tatmin edici ve hayret verici görüntüler, sahneler… Görülmemiş
diyarların kokularını, henüz yaşanmamış yaşamların deneyimlerini, bilinmeyen
duyguların tatlarını hayâl etmemizi sağlayan o eşsiz deneyimler…
Artık
hem bizim hayatımızdan, hem de çocuklarımızın hayatından “anlatılan” öyküler
yavaş yavaş çıkıyor. Onun yerine televizyon programları, filmler,
bilgisayarlar, tabletler ve taşınabilir cihazlardaki “eğlenceler” geçiyor.
Önceden başkaları tarafından hazırlanmış, görselleştirilmiş, seslendirilmiş,
alıcının hayâl gücüne fazla iş bırakmayan içerikler, leblebi-çekirdek gibi
tüketilir hâle geliyor. Dijital veri yağmuru çağına beynimizin hazırlıklı
olmadığını artık iyi biliyoruz. Pek bilmediğimiz kısım ise, bu “kayıp ve kazançların”
uzun vadede bize neler getireceğidir.
Öykü, masal, kıssa ve anlatılar
Özellikle
genç yaşında defalarca severek okuduğu bir roman yahut öykünün sinemaya uyarlanmış
versiyonunu izleyip de hayâl kırıklığı yaşamayan çok sayıda insan olmadığını
söyleyebiliriz. Bu hayâl kırıklığı, aslında çok basit bir nedenden kaynaklanır.
Yazılı veya sözlü anlatılan bir öykü dinlediğimizde, beynimiz sadece sesli
yahut basılı kelimelerden üretilen anlamları çözümlemekle kalmaz, onlara
bireysel hayâl gücümüzün dağarcığından gelen nice yorumlar, nice deneyimler
katar.
Meselâ
ben, ilkokul yıllarımda kaç kere baştan sona okuyup bitirdiğimi bile
hatırlayamadığım “Tom Sawyer’in Maceraları”nı her okuyuşumda, Tom ve
Hucckleberry Finn’in üstünü başını, ellerinin kirini pasını, Tom’un aksi ama
anacıl teyzesinin kızdığı zamanlarda takındığı yüz ifadesini, Tom’un mağarada
kaybolduğu zaman hissettiği korkuyu ve akıttığı o ecel terlerini, ceza olarak
bahçenin çitlerini boyarken çıkan boya kokusunu ve dişlediği elmanın tadını ve
rengini gayet net olarak deneyimleyebildiğimi hatırlıyorum. Her okuyuşumda da
sanki orada yazılanları kendim yaşamışım gibi canlı bir şekilde hafızamda yer
ederdi hâdiseler.
Yıllar
sonra bir Pazar sabahı, televizyonda aynı romanın bir sinema uyarlamasını
izlediğimde büyük hayâl kırıklığı yaşadığımı hatırlıyorum. Her şey kitaptakine
uygundu aslında; fakat izlediğim şeyin, benim hayâlimdeki Tom Sawyer ile
neredeyse hiç ilişkisi yoktu. Aynı duyguyu, küçükken dedemin anlattığı hikâye
ve kıssaları konu alan başka filmleri izlediğim yıllarda da yaşamıştım
defalarca.
Okumak
ve dinlemek, hayâl gücümüzü kamçılayan, zihnimizin “gerçeklik kurma” işlevini
harekete geçiren ve geliştiren çok önemli uyaranlardır. Kurmaca öyküler, sosyal
dünyanın basitleştirilmiş, sıkıştırılmış ve özetlenmiş benzeşimleri veya
modelleri ve çok önemli birer bilgi aktarım araçlarıdırlar. Bizden farklı olan
birçok insan ve düşünceyi de anlamaya imkân vererek, sosyal iletişim ve empati
gibi en temel sosyal becerilerimizin olgunlaşmasında hayatî öneme sahiptirler.
Bu bilgi aktarımı, büyük oranda zihinsel kurgulama devrelerini faaliyete
geçirerek gerçekleşir.
Okurken
yazarın edebî dilinden, dinlerken ise anlatıcının sesindeki duygusal tonlamalardan
başka yönlendirici etkiyle karşılaşmayan zihnimiz, tamamen kendisine özel sahneler
ve deneyimler yaratır. Bunu yapmak zorundadır; zira beynimizdeki devrelerin
esas varlık amacı, aldığımız verilere olabildiğince detaylı bir şekilde anlam
vermektir. Binlerce yıldır bu devrelerin işleyişini ilk ateşleyen şeylerden
biri de öyküler, masallar ve kıssalardır. Ayrıca bir ömür boyu sağlıklı bir
bilişsel yaşamın en önemli bileşenlerinden biri de bir “tüm beyin” faaliyeti
olan edebî okumalar ve masallardır.
Çocuklarımız
için “beyin geliştirici” oyun ve uygulamalar arıyorsak, hâlâ masallardan ve
kıssalardan daha iyisi yok! Üstelik neredeyse hepsi bedava!
Beynimiz,
çalıştıkça yapısı ve bağlantıları değişen, sürekli kendini yenileyen bir yapıya
sahip olduğundan, bu sürecin ne kadar önemli olduğunu detaylarıyla anlatmaya
sanırım gerek olmayacak. Fakat bu gerçeği, her şeyi önümüzde hazır ve
“yorumlanmış” hâlde bulduğumuz günümüz dijital dünyasında bir kez daha
düşününce, karşımıza çıkması muhtemel sorunlara dair hemen birtakım fikirler
oluşmaya başlayacaktır kafalarımızda.
Öyküleri
değerlendirme ve içsel dünyada canlandırma süreci oldukça kişisel bir süreç
gibi görünüyor. Her ne kadar çalışılması zor bir konu olsa da, hikâye dinleme üzerine
yapılan beyin tarama çalışmalarında farklı sonuçlar elde ediliyor. Bu
çalışmalardan bir tanesinde, bazı insanların öykü dinlerken zihinsel
canlandırmadan sorumlu ön beyin bölgelerinin daha aktif olduğunu, aksiyon ve
hareketli betimlemelerde ise beynin motor kontrol bölgelerinin fazla faaliyete
geçmediği gözlenmiş.
Diğer
bazı katılımcılarda ise durum bunun tam tersi. Yani en azından çalışmaya
katılan denekler açısından, bazı kişilerin öykülerdeki duygusal ve düşünsel
betimlemelere zihinsel canlandırmalarla, bazılarınınsa öykünün hareketli
kısımlarına beyinlerinin harekete dair bölgelerindeki faaliyetlerle cevap
verdiklerini söylemek mümkün.
Daha
da özetle söylersek, aynı öyküleri dinlesek bile beynimizde farklı devreler
faaliyete geçiyor, farklı faaliyet kalıpları oluşuyor. Bu da öykülerin her
birimizde yaptığı etkinin benzersiz olmasına katkı sağlayan önemli bir unsur!
Bazı
öykülerden derinlemesine etkilenmişizdir. Kimi korkutmuş, kimi
heyecanlandırmış, kimi ilham vermiştir bize. Her çocuk, her insan, farklı
zamanlarda farklı ipuçlarına dikkat kesilir, algısı farklı şeyleri seçer,
farklı konular ve duygular üzerine odaklanır. İnsan zihnine gelen uyarı
sadeleştikçe, beynimize daha fazla iş düşer. Onu yorumlamak, hayâl gücü ile
bezemek için çok miktarda sinirsel kaynak kullanırız. Fakat modern dijital
çağın içerikleri bu açıdan pek fakirdir. Görüntüler, sesler, senaryolar,
duygular, gülünecek ve ağlanacak noktalar hep hazır hâlde gelir. Bize ise
sadece izleyip “komut” aldığımız yerde o komutlara uygun tepkiler vermekten
başka iş bırakılmaz genellikle. Böylece sadece vaktimizi geçirir, evrenin en
muhteşem “hayatta kalma ve öğrenme” donanımı olan beynimize herhangi pek ciddî
bir yük yüklememiş oluruz.
Bu arada, sözlü ve yazılı aktarımın da özdeş olmadığını hatırlatmakta fayda var. Sözlü iletişim ve sözlü kültür, yazılı olan muadillerine göre binlerce, belki de on binlerce yıl daha eskidir. O yüzden sözlü aktarım, yazıdan çok daha fazla işler içimize ve bizi çok daha derinden etkiler ve de değiştirir.
Tablo: Öykülerin beyinde yarattığı aktiviteler
Öykülerin beyinde
yarattığı aktivitelere dair örnekler. Sarı renkli bölümler, “aksiyon
sahnelerini canlandıran” kişilere ait faaliyetleri; mavi renkliler ise, “duygu
ve düşünceleri zihinsel olarak kurgulayan” kişilere ait faaliyet alanlarını
göstermekte.
***
Masal ve söylencelerle aktarılan “bilgi”
Masallar,
halk söylenceleri, meseller ve kıssalar, yüz yıllardır, hatta bin yıllardır
insanların sonraki nesillere sözlü olarak anlattıkları kurgulardır. Bu
kurgular, aktarım esnasında elbette çeşitli değişikliklere uğrar, evrilir, uyum
sağlar ve değişir. Her bir masal, öykü yahut söylence, ortaya atıldığı zamanın
koşul ve ihtiyaçlarına uygun mesajlar taşır. Bu mesajlar, nesilden nesle
aktarım sırasında rafine edilir, çeşitlenir, uyarlanır ve seçilir. Bir nevi
“kültürel doğal seçilim” diyebileceğimiz bu süreç boyunca öykülerin detayları
değişmekle birlikte, içinde taşıdığı ana mesajlar, ahlâkî öğütler, çıkarımlar
ve “hisseler” de zamanla en uyumlu, en “rafine” hâllerine getirilmiş olurlar.
Sözgelimi
çocuklarımıza Şahmaran masalını anlattığımızda, aslında sadece “yılan-kadın”
şeklindeki bir ucubenin heyecanlı öyküsünü anlatmış olmayız, o masalın içinde
kodlanmış olan iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlışa dair derinlikli
mesajları da aktarmış oluruz. Binlerce yıl ve yüzlerce nesil tarafından
damıtılmış bir bilgeliği aktarmanın bilinen başka bir yolu da yoktur.
Dijital
çağ hepimizin başını döndürüyor. Teknolojik oyuncaklar erişkinleri bile
kolaylıkla esir alabiliyor. Fakat düşünebilen, ilerisini hesap edip
kestirimlerde bulunabilen beynimizin bize yüklediği bir sorumluluk var. Kendi
ürünümüz olan teknoloji ve dijital bilginin bizim için nelere mâl olabileceğini
iyi hesaplamak, binlerce yıldır insanlığı hayatta tutan bilgi kaynaklarımızı ve
değerlerimizi unutma tehlikesine karşı önlem almak, bu sorumluluğun doğal
sonuçları.
Belki
Binbir Gece Masalları’nın, Gulliver’in Seyahatleri’nin, Sinbad’ın
Maceraları’nın yahut Şahmaran’ın modası geçmiş gibi gelebilir, ama etkileri
hâlâ capcanlı orada duruyor.
Kullanıp
kullanmamak ise bize kalmış!