Öğrenmenin unutulmaya yüz tutan yolları

Dijital çağ hepimizin başını döndürüyor. Teknolojik oyuncaklar erişkinleri bile kolaylıkla esir alabiliyor. Fakat düşünebilen, ilerisini hesap edip kestirimlerde bulunabilen beynimizin bize yüklediği bir sorumluluk var. Kendi ürünümüz olan teknoloji ve dijital bilginin bizim için nelere mâl olabileceğini iyi hesaplamak, binlerce yıldır insanlığı hayatta tutan bilgi kaynaklarımızı ve değerlerimizi unutma tehlikesine karşı önlem almak, bu sorumluluğun doğal sonuçları.

“Bir çocuğun zeki olmasını istiyorsanız, ona masallar anlatın. Eğer daha da zeki olmasını istiyorsanız, daha çok masal anlatın…” (Albert Einstein)

***

MASALLAR, kahramanlar, cinler, periler, devler, cüceler… Bir zamanlar karanlık gecelerin ayrılmaz parçaları olan masallar, kıssalar, öyküler… Büyüklerin ağzından ağır ağır çıkan kelimelerle dinleyen genç beyinlerin kıvrımlarında şekillenen birbirinden eğlenceli, tatmin edici ve hayret verici görüntüler, sahneler… Görülmemiş diyarların kokularını, henüz yaşanmamış yaşamların deneyimlerini, bilinmeyen duyguların tatlarını hayâl etmemizi sağlayan o eşsiz deneyimler…

Artık hem bizim hayatımızdan, hem de çocuklarımızın hayatından “anlatılan” öyküler yavaş yavaş çıkıyor. Onun yerine televizyon programları, filmler, bilgisayarlar, tabletler ve taşınabilir cihazlardaki “eğlenceler” geçiyor. Önceden başkaları tarafından hazırlanmış, görselleştirilmiş, seslendirilmiş, alıcının hayâl gücüne fazla iş bırakmayan içerikler, leblebi-çekirdek gibi tüketilir hâle geliyor. Dijital veri yağmuru çağına beynimizin hazırlıklı olmadığını artık iyi biliyoruz. Pek bilmediğimiz kısım ise, bu “kayıp ve kazançların” uzun vadede bize neler getireceğidir.

Öykü, masal, kıssa ve anlatılar

Özellikle genç yaşında defalarca severek okuduğu bir roman yahut öykünün sinemaya uyarlanmış versiyonunu izleyip de hayâl kırıklığı yaşamayan çok sayıda insan olmadığını söyleyebiliriz. Bu hayâl kırıklığı, aslında çok basit bir nedenden kaynaklanır. Yazılı veya sözlü anlatılan bir öykü dinlediğimizde, beynimiz sadece sesli yahut basılı kelimelerden üretilen anlamları çözümlemekle kalmaz, onlara bireysel hayâl gücümüzün dağarcığından gelen nice yorumlar, nice deneyimler katar.

Meselâ ben, ilkokul yıllarımda kaç kere baştan sona okuyup bitirdiğimi bile hatırlayamadığım “Tom Sawyer’in Maceraları”nı her okuyuşumda, Tom ve Hucckleberry Finn’in üstünü başını, ellerinin kirini pasını, Tom’un aksi ama anacıl teyzesinin kızdığı zamanlarda takındığı yüz ifadesini, Tom’un mağarada kaybolduğu zaman hissettiği korkuyu ve akıttığı o ecel terlerini, ceza olarak bahçenin çitlerini boyarken çıkan boya kokusunu ve dişlediği elmanın tadını ve rengini gayet net olarak deneyimleyebildiğimi hatırlıyorum. Her okuyuşumda da sanki orada yazılanları kendim yaşamışım gibi canlı bir şekilde hafızamda yer ederdi hâdiseler.

Yıllar sonra bir Pazar sabahı, televizyonda aynı romanın bir sinema uyarlamasını izlediğimde büyük hayâl kırıklığı yaşadığımı hatırlıyorum. Her şey kitaptakine uygundu aslında; fakat izlediğim şeyin, benim hayâlimdeki Tom Sawyer ile neredeyse hiç ilişkisi yoktu. Aynı duyguyu, küçükken dedemin anlattığı hikâye ve kıssaları konu alan başka filmleri izlediğim yıllarda da yaşamıştım defalarca.

Okumak ve dinlemek, hayâl gücümüzü kamçılayan, zihnimizin “gerçeklik kurma” işlevini harekete geçiren ve geliştiren çok önemli uyaranlardır. Kurmaca öyküler, sosyal dünyanın basitleştirilmiş, sıkıştırılmış ve özetlenmiş benzeşimleri veya modelleri ve çok önemli birer bilgi aktarım araçlarıdırlar. Bizden farklı olan birçok insan ve düşünceyi de anlamaya imkân vererek, sosyal iletişim ve empati gibi en temel sosyal becerilerimizin olgunlaşmasında hayatî öneme sahiptirler. Bu bilgi aktarımı, büyük oranda zihinsel kurgulama devrelerini faaliyete geçirerek gerçekleşir.

Okurken yazarın edebî dilinden, dinlerken ise anlatıcının sesindeki duygusal tonlamalardan başka yönlendirici etkiyle karşılaşmayan zihnimiz, tamamen kendisine özel sahneler ve deneyimler yaratır. Bunu yapmak zorundadır; zira beynimizdeki devrelerin esas varlık amacı, aldığımız verilere olabildiğince detaylı bir şekilde anlam vermektir. Binlerce yıldır bu devrelerin işleyişini ilk ateşleyen şeylerden biri de öyküler, masallar ve kıssalardır. Ayrıca bir ömür boyu sağlıklı bir bilişsel yaşamın en önemli bileşenlerinden biri de bir “tüm beyin” faaliyeti olan edebî okumalar ve masallardır.

Çocuklarımız için “beyin geliştirici” oyun ve uygulamalar arıyorsak, hâlâ masallardan ve kıssalardan daha iyisi yok! Üstelik neredeyse hepsi bedava!

Beynimizi “biz” yapan öyküler

Beynimiz, çalıştıkça yapısı ve bağlantıları değişen, sürekli kendini yenileyen bir yapıya sahip olduğundan, bu sürecin ne kadar önemli olduğunu detaylarıyla anlatmaya sanırım gerek olmayacak. Fakat bu gerçeği, her şeyi önümüzde hazır ve “yorumlanmış” hâlde bulduğumuz günümüz dijital dünyasında bir kez daha düşününce, karşımıza çıkması muhtemel sorunlara dair hemen birtakım fikirler oluşmaya başlayacaktır kafalarımızda.

Öyküleri değerlendirme ve içsel dünyada canlandırma süreci oldukça kişisel bir süreç gibi görünüyor. Her ne kadar çalışılması zor bir konu olsa da, hikâye dinleme üzerine yapılan beyin tarama çalışmalarında farklı sonuçlar elde ediliyor. Bu çalışmalardan bir tanesinde, bazı insanların öykü dinlerken zihinsel canlandırmadan sorumlu ön beyin bölgelerinin daha aktif olduğunu, aksiyon ve hareketli betimlemelerde ise beynin motor kontrol bölgelerinin fazla faaliyete geçmediği gözlenmiş.

Diğer bazı katılımcılarda ise durum bunun tam tersi. Yani en azından çalışmaya katılan denekler açısından, bazı kişilerin öykülerdeki duygusal ve düşünsel betimlemelere zihinsel canlandırmalarla, bazılarınınsa öykünün hareketli kısımlarına beyinlerinin harekete dair bölgelerindeki faaliyetlerle cevap verdiklerini söylemek mümkün.

Daha da özetle söylersek, aynı öyküleri dinlesek bile beynimizde farklı devreler faaliyete geçiyor, farklı faaliyet kalıpları oluşuyor. Bu da öykülerin her birimizde yaptığı etkinin benzersiz olmasına katkı sağlayan önemli bir unsur!

Bazı öykülerden derinlemesine etkilenmişizdir. Kimi korkutmuş, kimi heyecanlandırmış, kimi ilham vermiştir bize. Her çocuk, her insan, farklı zamanlarda farklı ipuçlarına dikkat kesilir, algısı farklı şeyleri seçer, farklı konular ve duygular üzerine odaklanır. İnsan zihnine gelen uyarı sadeleştikçe, beynimize daha fazla iş düşer. Onu yorumlamak, hayâl gücü ile bezemek için çok miktarda sinirsel kaynak kullanırız. Fakat modern dijital çağın içerikleri bu açıdan pek fakirdir. Görüntüler, sesler, senaryolar, duygular, gülünecek ve ağlanacak noktalar hep hazır hâlde gelir. Bize ise sadece izleyip “komut” aldığımız yerde o komutlara uygun tepkiler vermekten başka iş bırakılmaz genellikle. Böylece sadece vaktimizi geçirir, evrenin en muhteşem “hayatta kalma ve öğrenme” donanımı olan beynimize herhangi pek ciddî bir yük yüklememiş oluruz.

Bu arada, sözlü ve yazılı aktarımın da özdeş olmadığını hatırlatmakta fayda var. Sözlü iletişim ve sözlü kültür, yazılı olan muadillerine göre binlerce, belki de on binlerce yıl daha eskidir. O yüzden sözlü aktarım, yazıdan çok daha fazla işler içimize ve bizi çok daha derinden etkiler ve de değiştirir.


Tablo: Öykülerin beyinde yarattığı aktiviteler

Öykülerin beyinde yarattığı aktivitelere dair örnekler. Sarı renkli bölümler, “aksiyon sahnelerini canlandıran” kişilere ait faaliyetleri; mavi renkliler ise, “duygu ve düşünceleri zihinsel olarak kurgulayan” kişilere ait faaliyet alanlarını göstermekte.

***

Masal ve söylencelerle aktarılan “bilgi”

Masallar, halk söylenceleri, meseller ve kıssalar, yüz yıllardır, hatta bin yıllardır insanların sonraki nesillere sözlü olarak anlattıkları kurgulardır. Bu kurgular, aktarım esnasında elbette çeşitli değişikliklere uğrar, evrilir, uyum sağlar ve değişir. Her bir masal, öykü yahut söylence, ortaya atıldığı zamanın koşul ve ihtiyaçlarına uygun mesajlar taşır. Bu mesajlar, nesilden nesle aktarım sırasında rafine edilir, çeşitlenir, uyarlanır ve seçilir. Bir nevi “kültürel doğal seçilim” diyebileceğimiz bu süreç boyunca öykülerin detayları değişmekle birlikte, içinde taşıdığı ana mesajlar, ahlâkî öğütler, çıkarımlar ve “hisseler” de zamanla en uyumlu, en “rafine” hâllerine getirilmiş olurlar.

Sözgelimi çocuklarımıza Şahmaran masalını anlattığımızda, aslında sadece “yılan-kadın” şeklindeki bir ucubenin heyecanlı öyküsünü anlatmış olmayız, o masalın içinde kodlanmış olan iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlışa dair derinlikli mesajları da aktarmış oluruz. Binlerce yıl ve yüzlerce nesil tarafından damıtılmış bir bilgeliği aktarmanın bilinen başka bir yolu da yoktur.

Dijital çağ hepimizin başını döndürüyor. Teknolojik oyuncaklar erişkinleri bile kolaylıkla esir alabiliyor. Fakat düşünebilen, ilerisini hesap edip kestirimlerde bulunabilen beynimizin bize yüklediği bir sorumluluk var. Kendi ürünümüz olan teknoloji ve dijital bilginin bizim için nelere mâl olabileceğini iyi hesaplamak, binlerce yıldır insanlığı hayatta tutan bilgi kaynaklarımızı ve değerlerimizi unutma tehlikesine karşı önlem almak, bu sorumluluğun doğal sonuçları.

Belki Binbir Gece Masalları’nın, Gulliver’in Seyahatleri’nin, Sinbad’ın Maceraları’nın yahut Şahmaran’ın modası geçmiş gibi gelebilir, ama etkileri hâlâ capcanlı orada duruyor.

Kullanıp kullanmamak ise bize kalmış!