BU yazımda, fikrimin
özgürleşmesi, bütün dış sömürülerden, kirlerden, lekelerden arınıp yalnızca
bütün hastalıkların şifasını yegâne ilaç olan İslam’da bulabilmek gayreti
içerisinde olacağım…
Yaklaşık
beş yüz yıl önce Hadimü’l-Haremeyn vasfını sırtlanan Yavuz Sultan Selim Han
Hazretleri’nden sonra gönül bağımızdan öte topraklarımızın da bağlandığı esmer
kardeşlerimizle asırlarca sevgi içerisinde yaşadık. Temelimizi dayandırdığımız
İslâm’ı yüceltmek ve İslâm ile yücelmek ciheti içerisinde, Allah rızâsından
başka hiçbir şeyi düşünmeden Afrika’ya su kuyuları ve camiler yaptırdık. Oranın
yeraltı kaynaklarını sömürüp insanlarını kölemiz yapmak yerine, oradaki
insanların yürüdüğü yola emek vermeye râzı olduk.
“Osmanlı,
yıkılmış bir devlet değil, durdurulmuş bir medeniyettir” şuuruna varmak ve bu
şuurla o medeniyeti omuzlayıp bizden yardım bekleyen insanlara “Biz geldik” demeye
devam etmek gerektiğine inandık. Fakat sömürüldük ve hissizleştik. Yürüyen
ölüler olduk. Fikrimiz ve yaşantımızın her şubesi köleleşti. Bize yapılan
zulümlere sessiz kaldık ya da susturulduk.
Lâfa
gelince hepimiz kendi hayatımızı kontrol ediyoruz ama yüz yıl öncesine kadar
iman bağından öte toprak bağlarımızın olduğu Cebel-i Tarık’tan Cava adasına
kadar ne kadar mazlum kardeşimiz varsa onları bir ensar sıcaklığıyla kucaklamak
varken, düşman soğukluğuyla ittik. Neden peki? Biri beynimizi mi yıkamıştı?
Kimdi bu cesur el? Televizyonlar mı, haberler mi, sosyal medya mı, fuhuş
albümüne benzeyen gazeteler mi? Hangisi? Cevabı nefis verirse, hiçbiri... Öyle
ya, Rabbin sevdiğini nefis sever mi hiç?
İşte
Suriyeli, Afganistanlı, Filistinli, Doğu Türkistanlı nice muhacir kardeşimiz,
asırlar önce olduğu ve olması gerektiği nusret elini Osmanlı medeniyetinin
mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden bekliyor! Allah büyüklerimden
razı olsun ki, onlar devlet eliyle yardımlarını sürdürüyorlar; lâkin biz, bir
birey, bir Müslüman, bir ensar olarak ne yapabiliyoruz? Yevm-i kararda, bir
muhacir olan Allah Resûlü’nün yüzüne ne derece bakabileceğiz? Ensar olarak
sahabe efendilerimizi ne derece örnek alabiliyoruz? Gökteki yıldızlara bakmadan
nereye kadar yolumuzu bulabiliriz?
Doğu’nun
imar anlayışı karşısında Batı’nın imha anlayışı, taştan adam olarak duruyor.
Önceki yazılarımdan birinde de söylemiştim: “Güneş doğudan doğdu, batıdan battı
ve şimdi yine doğudan doğacak ve eritecek taştan dikilen adamı ve kurutacak
taşları diken elleri…” Çünkü bir güneş doğdu mu güler bir çocuk; bir güneş
doğdu mu hak açar göklerde, bâtıl karanlığa gömülür; bir güneş doğdu mu gelir
kardan aydınlık; bir güneş doğdu mu bir dede seccadesi üzerinde duâ eder; bir
güneş doğdu mu bir nine teşbih çeker âlem-i İslâm için…
Ve
bir güneş doğduğunda hakikat zuhur eder. O güneş, ağır bir sancı ile doğar ve asırlarca
aydınlatır insanlığı…