Millete darbe girişimine, derin millet darbesi

Birileri küçülen, yatırım yapamayan, gelirleri azalan ve ekonomik dengeleri bozulan, darbe ve terör faaliyetleriyle yıpratılan, turizm gelirleri düşmüş ve kaotik bir ortama düşmüş bir ülke bekliyorlar. Ama artık Türkiye, bütün bu istihbarat ve ayak oyunlarına topyekûn direnecek bir psikolojiye erişme eşiğinde!

Askerî darbe kime ve ne için?

HER seferinde farklı kılıklarda karşımıza çıkan ve toplumun ilerleyişini, yürüyüşünü farklı şekillerde bastırmaya çalışan bir hayaletle karşı karşıya kalıyoruz. Türkiye, ilk kez bir darbe girişimine şahit olmuyor. 46 yaşıma gelene kadar, 1980’de klasik askerî darbeyi çocukken, sonra post-modern darbeyi gençliğimizde, daha sonra darbenin elektronik olanını, şimdi de askerî komuta zinciri dışından bir grup tarafından ülkeye yaşatılan kâbusu ve seri cinayetleri görmüş olduk.

Askerî darbeleri, onların kısa ve uzun vadeli sonuçlarını, toplumun büyük kesimi kulaktan dolma bilgilerle öğrenmiş olabilir. Ancak darbelerin, toplumun sosyo-ekonomik yapısını, düşünce hayatını, kültürel ve ahlâkî yapısını derinden etkileyen sonuçları, bilinen gerçekleri vardır. Toplumun belki de bir kesimi, darbeleri kısmen kitaplardan öğrenmiş olabilir. 1980’li yıllarda Hukuk Fakültesi öğrencisiyken, anayasa hukuku derslerimiz o zaman için yeni olan 1982 Anayasası hakkındaki tartışmalarla geçerdi. Anayasa hukuku ve diğer kitaplarda işin hukukî boyutuna değinilir ve geçilirdi. Hâlbuki siyasal düşünceler tarihi dersleri bize Antik Grek düşünürlerini ezberletirken, bizden bir kuşak öncesinde yaşanan 1960 Darbesi’nin siyasî ve sosyal sonuçlarından bahsetmiyordu. Âdeta askerî darbelerin kurtarıcılığına dolaylı atıflar varken, sonuçlarından kimse söz edemiyordu.

1980 Askerî Darbesi’nde 11 yaşında bir çocuktum, fakat ilk gününden itibaren darbenin ne anlama geldiğini rahmetli babamın ve ağabeyimin yüzündeki endişeden ve evleri basılan komşulardan az da olsa anlayabilmiştim. 1987 yılında Hukuk Fakültesi öğrencisi iken, askerî cuntanın mahkûm olarak değil, 6-7 yıl boyunca tutuklu olarak hapsettiği insanları bizzat görmüştüm. Bu darbe sonucunda, 1980-1984 yıllarında 18’i sol, 9’u sağ görüşlü ve 23’ü de adlî suçlardan hükümlü 50 kişi, gerekli adil yargılanma ortamı oluşturulmadan idam edilmişti. 650 bin insan sorgulanmış, 100 bine yakın insan işkenceden geçirilmiş, izleyen yıllarda küçücük ekonomisi olan ülkemizde yüz binlerce kişi işsiz kalmıştı. Darbenin etkileri, 3 yıl sonra yapılan seçimlere rağmen en az 10 yıl kadar “de facto” olarak sürmüş, sivilleşme ve demokratikleşme süreci için oldukça uzun bir zaman gerekmişti: 1971, 1980, 28 Şubat 1997 ve “e-muhtıra” olarak adlandırılan 27 Nisan Darbesi…

Aslında bütün bu darbeler veya girişimler, Türkiye'nin düşünce hayatına, entellektüel gelişimine, sosyal ve kültürel ilerleyişine darbe vurma hedefini taşıyordu. Demek ki darbeler, milletin değil, başka milletlerin çıkarları adına Türkiye’ye bir üçüncü dünya ülkesi muamelesiyle yapılan müdahelelerdir.

Kara leke

15 Temmuz 2016 gecesinde olağan askerî hiyerarşiden destek alamayan isyancı bir gürûhun ellerine ayaklarına dolanan başarısız “askerî darbe girişimine” şahit olduk. İki kıtayı birbirine bağlayan köprüleri kapatmaya çalışan darbeci subaylar, bir kısmı olaylardan habersiz Mehmetçiği silahsız ve ellerinde sadece Türk bayrakları olan halka ateş etmeye zorladılar, onları halkın önüne sürdüler ve ateş etmeyenleri bizzat vurarak anında cezandırdılar. Türkiye demokrasisinde bir ilk olan ve milletin yarıya yakınının desteğini almış olan bir iktidarı silah zoruyla yıkmaya ve halkın oylarıyla seçilmiş Cumhurbaşkanı’nı 3. dünya ülkelerindeki zorbalık ve muamalelerle düşürmeye kalkışan kandırılmış “kesin inançlılar” gürûhu, yüzlerce silahsız vatandaşı tank, helikopter ve otomatik silahlardan çıkan mermilerle terör estirerek şehit etti.

Türkiye’de bir askerî darbede, ilk defa halka doğrudan yaylım ateşi açılıyor, kadın veya yaşlı ayırmadan insanların kanı dökülüyordu. Bu vesileyle olayların arkasından çıkan derin şebekeyi bütün Türkiye tanımış oldu. Bu terörist gürûh, darbe girişiminin ilk saatlerinde televizyon kanallarını ele geçirmeye çalışmış, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Genelkurmay Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Polis Akademisi, Özel Harekât ve Özel Kuvvetler, Millî İstihbarat Teşkilatı gibi devletin en yüksek seviyede temsil adreslerine helikopter, uçak ve tanklarla saldırmıştı. Türkiye'deki hiçbir darbe girişiminde halka ve devlet kurumlarına karşı böylesi kanlı bir “askerî harekât” yürütülmemişti. Halkın tepkisi de yine alışılagelmişin dışında oldu. Toplumun her kesiminden insan, sadece Türk bayraklarını alarak çıplak elleriyle tankları durdurmaya çalıştı, bunun için kendilerini tankların altına atanlar, üzerlerine çıkanlar oldu. Tarihe geçecek bu şanlı direniş, milletin asaletinin yeniden tescili oldu.

FETÖ şebekesi: Zihin ve yöntem çarpıklığı

Milletin kanını eline bulaştıran bu terör şebekesi, kutsal İslâm dininin değerlerini, Peygamber ve sahabe sevgisini kullanarak insanları çevresine toplamıştı. İyi ve ahlâklı insan yetiştirme iddiasıyla okul açarken İslâm'ın en temel emirlerinden olan ahlâklı ve dürüst olma, ikiyüzlü olmama gibi en basit erdem ve ilkeleri, uzun vadeli çıkarları adına çiğnemeyi temel düsturlar olarak kullandı. Formalite ve siyaseten evliliklerle nüfûzlu kişilerin evlerine girerken, diğer bir kutsal değer olan "evlilik müessesini" de grup çıkarlarına alet edebildi.

Devlet bürokrasisi ve siyaset içinde kullandıkları her türlü ahlâk dışı yöntemle çıkar ilişkileri kurarak bütün toplumun ortak çatısını oluşturan “devlet”i ele geçirme yönünde ciddî mesafe kat ettiler. Bu yapı, demokratik kanallarla parti kurmak ve halk desteği aramak yerine, gizlilik ve tedbir/takiyye esasına dayanarak, herkese duymak istediğini söyleyerek, güleryüzle aldatarak güven kazanmış ve kendisi dışındaki hiçbir yapıya hayat hakkı tanımamış, onların maddî ve insanî kaynaklarını kurutmuştur. Buna, kendilerine en fazla benzeyen gruplar da dâhildir. Hâlbuki her zaman eleştirdikleri Şii-İran kültüründeki “imam-masum”, yani liderin hata yapmayacağı/yapamayacağı anlayışını tamamen kabul etmiş oldular. Yine Şiiliğin en temel kurallarından olan ve onlara göre sevap kabul edilen “olduğundan farklı görünme/takiyye” inancını “tedbir” adıyla Anadolu’nun saf insanlarına transfer ettiler. Diğer bir nokta ise, bugüne kadar kendilerine yakın ve benzer hiçbir grupla yan yana durmayıp, sürekli olarak en muhalif gruplarla her noktada işbirliği yapabildiler. Bu işbirlikleri, geçici süreyle diğer grupların güçlerini kendi lehlerine kullanabildikleri sürece devam edip, ihtiyaç kalmadığında yok saymaya doğru evrildi.


Demokrasi, insan hakları, ve en basit ahlâkî ilkelere göre bile kabul edilemeyecek olan devlet içerisindeki bu gizli yapılanma, kendini masum göstermeyi her zaman kamuflaj yöntemleriyle başardı. Başkalarını kullanarak, onların üzerinden yönettikleri tehlikeli işler kolaylıkla görülebilir/anlaşılabilir değil. Eğer bir şekilde kabul edilemeyecek derecede bir hata açığa çıkarsa, o durumda da “hüsn-ü tevil” mekanizmaları devreye giriyor. Yani "Biz bilmesek de büyükler bilir. Biz hata ederiz, onlar etmez. Ayrıca Peygamberimizle bile görüşüp istişare ediyorlar" gibi İslâm’ın orta yol temel akidesinin asla kabul edemeyeceği akıldışı tevil yöntemleri kullanıyorlar. Zor olan bireysel düşünme ameliyesi yerine, akıl ve kalbini başkalarına teslim etme gibi bir maraza düşmek seçiliyor. Terör estiren PDY’nin daha ahlâklı, daha iyi, daha açık ve demokratik bir Türkiye için çalışmadığını hâlâ anlayamayan saflıkta (veya bazıları için hainlikte) insanların var olması gerçekten çok üzücü!

Bu hareketin pragmatist, Makyavelist ve hiçbir semavî dinin, hatta Budizm ve Hinduizmin bile kabul etmediği “her fırsatta farklı davranma, (güya beyaz) yalan söyleme, karşısındakileri aldatma” gibi günlük rutinleri, İslâm’a ve Müslümanlara olan güveni sarsmayı başarmıştır.

Bu grubun Türkiye’de güç kaybederek devam etmesi hâlinde bile açıktan açığa dış devletlerle istihbarî ilişkileri, Türkiye’yi 17 Aralık’tan bir yıl önce başlayarak Suriye üzerinden “terörist” olarak lanse etmek üzere aleyhte lobi/propoganda yapmalarına rağmen başka hiçbir gruba gösterilmeyecek kadar tolere edilmeleri de anlaşılabilir gibi değil.

FETÖ askerî darbesi başarılı olmuş olsaydı, ne olurdu?

Eğer bu askerî darbe başarılı olmuş olsaydı nasıl bir ülkeye uyanabilirdik?

Öncelikle bu askerî darbenin Türkiye'de tek bir grubu, yani kendilerini meşrulaştırmak ve diğer hiçbir düşünce ve görüşe hayat hakkı tanımamak amacı taşıdığını anlamak gerekiyor. Bunu anlamak için bürokraside, üniversitelerde, Emniyet’te çoğunluğu ele geçirdikleri noktalarda tavır ve metotlarını bilmek gerekiyor. Azınlıktan çoğunluğa geçilirken güleryüzün nasıl kibre, nezaketin “yok saymaya”, sicil bozmaya, dedikodularla yıpratmaya ve bütün bunları yaparken de sürekli başkaları üzerinden “ateş etmeye” dönüştüğünü, Türkiye kamu sektörünü bilen herkes yakînen bilir. İşletilen bu tarzın İslâm’la veya dine hizmetle alâkasının olmadığını, biribiriyle dayanışma hâlinde önüne çıkan her şeyi yutan, iştahı açık devâsâ bir çıkar yumağı hâline geldiğini açık yüreklilikle söylemek gerekir. Konjonktüre göre bazen cemaat, bazen hizmet, bazen himmet ve bazen şirket görünümleriyle ortaya çıkıp istihbarat toplayan ve o usûllerle büyüyen bir yapıya dönüşmesi, İslâm’a yapılabilecek en büyük ihanet ve hakarettir.

Devlet kurumlarına sızarken hâkim oldukları alanlarda başka hiçbir görüşe izin vermediklerini Türkiye'de herkes bilir. Hileli yollarla devlet kadrolarını nasıl işgal ettikleri ve birbirleriyle gizli bir dayanışma hâlinde olarak diğer insanları nasıl fişlediklerini, sicillerini bozduklarını, sahte ihbar mektuplarıyla hayatlarını kararttıklarını ve hatta hayat hakkı dahi tanımadıkları, artık kimsenin gizleyemeyeceği kadar aşikâr.

“Ahlâklı, güleryüzlü, iyiliksever” vitrin görüntüsünün altındaki devâsâ kibir ve seçilmişlik psikolojisi, en normal insanı bile bir süre sonra psikolojik olarak deforme eder. Bu yapının kendisi dışında dostu yoktur ve sadece gerektiğinde kullanacağı araçlar olarak gördüğü ve kullandıktan sonra atmaya hazır olduğu geçici yapılar ve “köprüler” vardır. Bu yapının psikolojik tahlili ile ilâhiyat alanındaki “açıkları”, her nedense ciddî bir şekilde hâlen analiz edilmemiştir. Darbe sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılan "Olağanüstü Din Şûrası", tabir yerindeyse "ba’de harab el-Basra"dır.

Kendilerini “seçilmiş insanlar topluluğu” olarak zanneden bir kitlenin diğer insanlara değer vermediğini, kendilerine en fazla benzer gibi görünen diğer dindar, muhafazakâr veya milliyetçileri cahil ve kalpleri kapalı gördüğü bir ortamda laik, Mason veya bir sol görüşlünün aldatılmış olmamasının ihtimâli var mıdır? Bu şebeke, kapalı ve kibirli yapısıyla Türkiye'nin en uzun sürecek faşizmini kurma potansiyelini içerisinde taşıyor.

Bütün bunlara binaen darbe başarılı olmuş olsaydı, Türkiye'de kendileri dışındaki bütün yapılar için bir cehennem hayatı başlayacaktı. Kısa, orta ve uzun vadeli programlarla, bu yapı bütün Türkiye'ye hâkim olana kadar bu tasfiye sürecekti. Bunun anlamı, kendileri dışındaki bütün kamu personelinin tasfiyesi, Türkiye'de tek bir görüşün hâkimiyeti ve diğerlerinin diz çöktürülmesi demekti.

Şu an bu yapının darbe sonrasında uygulayacağı “infaz listeleri” konuşuluyor. Bu listelerin bu yapıya boyun eğmeyen herkesi içerdiği söyleniyor…

Başarısız darbe girişimi ne kazandırdı?

Bu darbe girişimi, Türkiye’nin bütün renklerini, elde ettiği tüm kazanımlarını, demokrasi ve haklarını koruma adına aynı saflarda birleştirdi. Demokrasi ve millî iradeye kasteden bu darbe, Türkiye'de dindar, milliyetçi, demokrat, Sünnî ve Alevî, sağ ve sol görüşlü bütün insaf sahibi insanları tek safta birleştirmiştir. Özgürlüğüne düşkün, aklını ve kalbini başkalarına teslim etmeyen ve hatta bir kısmı darbeciler ve "kesin inançlı", mütekebbir ve narsisist zihniyetleri tarafından farklı şekillerde mağdur edilmiş insanların zaferi ile bastırılmıştır. Bu yeni dönemin ortaya koyduğu geniş yelpazeli “Türkiye buluşması” ve sosyal dayanışma, ne pahasına olursa olsun sürdürülmeye değer bir tablodur.

Bu hain darbe girişiminin, Türk toplumunun birbirine kenetlenmesine ve geleceğe daha güvenli adımlarla yürümesine, karanlık, kapalı ve gizemli yapılar yerine devlete ve birbirine güven esasına dayalı dayanışmacı-toplumcu yeni bir açık toplum inşasına temel oluşturması düşünülmelidir.

Bu darbe girişiminin başarısız kalması, Türkiye’nin normalleşme ve devletleşme sürecinin bir parçası olacaktır. Türkiye'de yetişmiş insan kaynağı fazlasıyla var. Sağlıklı ve bir rekabetçi ortam kurulması kaydıyla eğitim kalitesi bakımından Türkiye'deki eğitim, sağlık ve yükseköğrenim alanı hızla kendisini yenileyecektir. Kamu yönetimi ve bürokrasisi yeniden tasarlanırken, liyakat, ihtisasa saygı ve "emanetin ehline teslimi", yani bir anlamda birikim, tecrübe ve uzmanlığa saygı, yeni dönemin parolaları olmalıdır. Aksi hâlde benzer (farklı) yapılanmalarla her zaman muhatap kalabileceğiz.

Batı basınında Olağanüstü Hâl ile ilgili eleştirileri de anlamak ise gerçekten çok güç! Fransa'da yaşanan olayların hemen ardından olağanüstü hâl ilan edilmesi kimseyi her nedense rahatsız etmedi. Almanya'da yaşanan üzücü bir olayın ardından Münih'te derhâl olağanüstü hâl ilan edildi. Türkiye’de de kanlı bir askerî darbe girişimi oluyor, ülkenin güvenliğini, bütünlüğünü, iç barışını ve geleceğini etkileyen sıra dışı olaylar yaşanıyor, yüzlerce şehidin kanı henüz yerde kurumadan duruyor… Böyle bir ortamda olağanüstü hâl ilan edilmemesi tuhaf olmaz mı? Hiç kuşkusuz, devletler kendilerini ve halklarını tehdit altında hissettiklerinde normal olarak bu tür tedbirlere başvururlar. Bu tedbirler, Anayasa ve hukukun çizdiği sınırlar içerisinde sonuna kadar kullanılabilir.

Peki, bundan sonrası için dostlarımız nasıl bir Türkiye görmek, diğerleri nasıl bir Türkiye bulmak isterler ve nasıl bir Türkiye için çalışırlar?

Birileri küçülen, yatırım yapamayan, gelirleri azalan ve ekonomik dengeleri bozulan, darbe ve terör faaliyetleriyle yıpratılan, turizm gelirleri düşmüş ve kaotik bir ortama düşmüş bir ülke bekliyorlar. Ama artık Türkiye, bütün bu istihbarat ve ayak oyunlarına topyekûn direnecek bir psikolojiye erişme eşiğinde!

Dostlarımızın önümüzdeki yeni dönemde Türkiye'nin uluslararası ekonomik güç ve model olarak yükselişi, dışarıda ticarî rekabet ve içeride ülke refahının barışçıl bir atmosferde ilerleyişini sürdüreceği beklentisi devam ediyor. Türkiye, 80 milyonluk potansiyeliyle, topyekûn bir dirilişle bölgesel ve millî hedeflerine doğru yürüyen, dostlarına güven veren bir güç olma yolunda istikrarlı adımlarına devam ediyor.