
MAKALEMİZE, ikinci başlangıç
noktası olarak koymak durumunda olduğumuz “Tufan”dan itibaren giriş yapalım
istiyoruz. Çünkü insanoğlunun arkasında bırakageldiği pozitif değerler zinciri
olarak adlandırılabilinecek medeniyet müktesebatının ilk ürünü, çakmaktaşı ve
bir ağaç dalından üretilmiş ilkel balta değil, devasa bir “gemi” idi. Yani
medeniyet adına mükemmel bir araçtan söz ediyoruz “gemi” derken. Ve son derece üst
teknikte bir başlangıç noktası… “Ne kadar üst teknik?” diye sorarsanız, buna
verilecek bir karşılık yok kaynaklar arasında. Ama düşüncemizde olmalı. Fakire
göre o “üst teknik”, şu an insalığın ulaştığı teknolojik seviyenin de fevkinde
olmalı.
Teolojik kıssalara göre söz konusu o “gemi”den sayısız
çift hayvan indi önce. Onları bu araca yükleyen, amansız bir fırtınadan
koruyan, rivayete göre 354 gün su yüzeyinde gezinen dayanıklı bir gemide rahat
ettiren, biri peygamber, üçü onun oğlu olmak üzere hepi topu dört aileden
müteşekkildi. Geride kalan insanlık, Nuh Peygamber’in oğlu Kenan ve eşi dâhil,
hepsi karanlık sularda yok olup gittiler. Ön beşerin tüm müktesebatı da o
fırtınada erimiş olmalı. Zira yağan yağmurlar sadece yağmur değil, muhtemelen
“asit yağmurları”ydı.
Cudi dağında karaya oturan gemiyi en son terk eden
elbette “Kaptan Nuh” oldu. Bir baba olduğu gibi, oğullarının ve eşlerinin (eğer
varsa onların çocuklarının, yani torunlarının) aynı zamanda peygamberiydi Hz.
Nuh. Ve tabiî aynı zamanda “hayat bilgisi” öğretmenleri… Bilgisi az buz değildi
“Yüce Öğretmen”in. Şu arkadaki, rivayetlere göre 60 metre eninde, 15 metre
yüksekliğinde, 300 metre uzunluğunda, son derece yüksek bir teknolojik mimarî eser
olan geminin de mühendisi ve mimarıydı aynı zamanda. Bakmayın ravilerin “marangoz”
demelerine, teolojik tarih onun mesleğini mütevazı bir kelimeyle adlandırmakta:
“Dülger”... Zaten bu sebeple İkinci Ata, marangoz ve mobilyacıların pîri
sayılmakta.
Plân neydi?
Nuh Ata’nın bilgi ve hikmet dağarcığında sadece gemi
yapım plânı ve pratiği mi vardı? Değil elbet! Onun hikmet ve bilgi ardiyesi bir
hazine değerindeydi ve o değer, nereden bakılırsa bakılsın, pek çok medeniyetin
oluşmasına temel teşkil edecek kadar zengindi. Öyle ki, o an kendisi de Cudi
dağının eteklerine oturur ve kısa sürede emsalsiz bir “Nuh Medeniyeti”
kurabilirdi. Lâkin kurmadı. Çünkü bu görevi üç oğluna, hatta torunlarına havale
etmesinin daha doğru olacağına inanıyor olmalıydı (ki sonunda etti).
Hazreti Nuh, bu iş için üç kuşak oluşturmayı
kararlaştırmıştı kanaatimizce. Üç kuşak, aynı zamanda üç çeşit “insan tipografı”
demek oluyordu. Tabiî ona bağlı olarak üç tane de “millet prototipi”…
Bu itibarla Hz. Nuh, dünyayı oğulları arasında üç
parçaya böldü. Kafkas dağlarını çıkış noktası olarak çizilebilecek bir çemberin
kuzeyinde kalan bölgeyi bir oğluna tahsis etti. Büyük oğlu Yafes’e… Dinsel
kaynaklarda “Yafet” olarak da geçen bu evlât, açık tenli biriydi (ihtimâl), saçı
ve gözleri renkli üstelik… Asıl hususiyeti ise mücadeleciliğiydi onun. Bu
nedenle en zorlu coğrafyada vekil tayin etti onu Nuh. Yani “birinci kuşağın”
sevk ve idaresinden oğlu Yafes’i sorumlu tuttu.
Himalaya dağlarına konulan noktayı çıkış kabul eden
ikinci paralel çemberin güneyini de oğlu Ham’a tahsis etti İkinci Ata.
Anlaşılan Ham, esmer ötesi bir ten rengine sahip biriydi. Saçları kıvırcık,
gözleri siyahtı. Ağabeyi Yafes gibi soğuğa dayanıklı da değildi, hatta tam bir
güneş bağımlısıydı. Bir bakıma keyf ehli bir evlâttı. Ve kavgadan dövüşten hiç
hazzetmiyordu.
Geride üçüncü oğlu vardı Hz. Nuh’un. Peygamber, onu
yanında alıkoydu. Galiba en küçük oğluydu Sam, Baba’nın. Ama en düşünceli oğlu
olduğu muhakkaktı. Başını ellerinin arasına alıp günlerce düşünebilir ve yeni
ufuklar açabilirdi neslin geleceğine dair. Hatta geminin inşası sırasında Ham
beden işçiliği, Yafes koruculuk yaparken, o ise İlâhî plânın detaylarını
anlamada babasına yardımcı olmuştu. İşte bu yüzden gemi, ilk somut miras olarak
ona ait kılınmıştı!
Geminin karaya oturduğu yer, ne Yafes’in, ne de Ham’ın
bölgesindeydi. İkisinin ortasında bir yerdeydi insanlığın ikinci döneminin en
mükemmel aracı. Hz. Nuh’un bölüşümünde orta kuşak olarak yer tutan bu bölge de
Sam’ındı artık. Zaman içinde “Akdeniz kuşağı” diye adlandırılabilinecek söz
konusu bölüm, Sam’ın ilk vatanı olan Ortadoğu’yu merkeze alıp sağlı sollu
uzuyordu dünyanın etrafında.
Hazreti Nuh, oğulları eşlerini alıp yeni yurtlarına
çekilmeden evvel, onlarla halvet olup uzun süre sohbet etmiş olmalı. Söz konusu
sohbet her babanın, gurbete çıkacak oğlunu uyarmak üzere yaptığı bildik
nasihatleri içeriyor olsa da bu öyle değildi. Baba, oğullarına birer kutlu
vazife tevdî ediyor olmalıydı ilk cümlelerin ardından. Bu görev, bir nevi vekâletti.
Bir Resûl’ün vekâleti de nebîlik görevi olabilirdi kanaatimizce. Yani
gittikleri yerlerde oğullar, bellerinden inecek nesillerine “Nuh
Aleyhisselam”ın öğretisini tedris ettirecek ve o tedrisatta belletilen kurallar
dairesi içerisinde yaşamalarını sağlayacaklardı.
Sadece bu mu? Hayır! Asıl görev olarak, gidecekleri
yerlerde kuracakları medeniyetin kodları da halvet esnasında evlâtlara verilen
bilgiler arasındaydı. Zira Hz. Nuh, Allah’ın tüm peygamberleri gibi engin bir
bilginin de “sır bekçisi” idi.
Böylece yanlarına eşlerini, hafızalarına medeniyet
kodlarını, heybelerine azıklarını alan Nuhoğulları, yollarına revan oldular.
Bir zaman sonra herkes bölgesine ulaşmış ve klanını yerleştireceği uygun bir
koyak bulmuştu. Bundan sonra buralıydılar…
Yafes, ailesi için Ural dağlarının güvenli
vadilerinden en uygun olanını tercih etmiş ve göçü oraya kondurmuştu. Kuzey-güney
ekseninde uzanan sıradağların iki yanı alabildiğine uzayıp gidiyordu. Taygalar,
stepler ve bozkırlar… Artık buralar onun medeniyet sahasıydı. Uzun yıllar
yaşadı burada Yafes. Çoğaldı. Gomer, Magog, Maday, Tiras, Yavan, Tubal, Meşek
adlarını verdiği oğulları oldu.
Bunlardan Tubal’ın bir adı da Tuval’dı. Hatta onun “Tugar”
olarak çağrıldığına dair kaynak kayıtları bulunmakta. Tuvar ailesi de “Toroklar”
olarak adlandırılmıştı daha sonra. Torokların ülkesi de “Turan” diye
bilinecekti.
Derler ki, “Bir av dönüşü Baba Yafes nehre düştü ve
boğuldu. Onun yerine oğlu Tuval geçti”…
Kanaatimize göre yüzlerce yıllık ömrünün neticelenmek
üzere olduğunu hisseden Yafes Nebî, en uygunu olduğunu düşündüğü oğlu Tuval’i
yanına çağırdı. Tıpkı kendi babasının yaptığı gibi o da İlâhî kaynaklı “kut”
verdi oğluna. Ona verilen “kut”, Hz. Nuh’a gelen “vahyin” ta kendisiydi! “Kut”u
babasından Yafes almıştı, şimdi de Tuval devralıyordu İlâhî görevi, yani “töre”yi.
Kutalmış Tuval’e o görüşmede aktarılan, elbette
oğullarının “Nuh şeriati”nce yaşamalarını sağlamak ve Allah’ın mülkünü mamur
etme emriydi. Mülkü mamur etmenin diğer adı ise medeniyetti.
Torokların diyarı Turan’da “Yalvaç Olcay” olarak da
bilinen Yafes Bin Nuh, oğlu Tuval’i böylece tanıştırıyordu “medeniyet”
kavramıyla.
Artık İlâhî görev Toroklardaydı. Ki o Torokların adı,
zamanla “Turuk”, “Türük” ve en sonunda da “Türk” olacaktı…
Durum böyle Allah-u Âlem… Konuyu detaylandırarak devam
ettirmek niyetindeyiz. Bu bölüm, önsöz olarak kabul edilmeli.