BİRAZ kendine dikkat
etse, erkek güzeli bir adamdı Memiş Hoca. Kumral saçları omuzlarına kadar
uzamış, kırçıl sakalı dört parmak boyunu geçmişti. Siyah gözler üstüne kemer
kaşları, kusursuz çizilmiş bir resim gibiydi. Giyim kuşamına pek dikkat
etmeyen, ancak konuştuğunda herkesin dikkatini üzerine çeken meczup görünümlü
bir adamdı. Bu sebeple konuştuğunda söylediği filozofça sözlere bazı kimseler
önem verir, hatta söylediği bir sözü günlerce tefsir edenler olurdu.
Ancak
bir o kadar da deli olduğunu söyleyerek alay eden, onunla dalga geçip eğlenen
kimseler vardı. Memiş Hoca’nın söyledikleri çoğu zaman doğru çıkar, alay
edenler de çoğu kez mahcûb olurdu.
Memiş
Hoca, bazı âyetleri ezberden okuyabilirdi. Konuşmalarına okuduğu âyetlerle
delil getirmeye çalışırdı. Bir gün köy meydanındaki büyük çınar ağacına sırtını
yaslamış, öğle vakti başına toplanan köy çocuklarına, “Size bugün ateş tarihini
anlatacağım” diyordu. Memiş Hoca’nın çocuk, genç, yaşlı, kadın ve erkekten bulduğu
herkese anlatacak bir şey vardı. O gün de nasibine çocuklar düşmüştü.
“Çocuklar,
ilk ateşi kim, nasıl yaktı, biliyor musunuz?” diye bir soru sordu. Çocuklardan
çıt çıkmıyordu. Peşinden, “Nereden bileceksiniz, bilemezsiniz tabiî! Ben dahi
tam bilemiyorum, fakat şöyle tahmin ediyorum: İlk insan topluluğu kadar eskidir
ateş” dedi ve devam etti: Muhtemelen ya bir yıldırım düşmesi ya da güneş
ışınlarının bir noktada yoğunlaşması ve kolay tutuşacak bir maddenin yanma
sıcaklığına ulaşmasıyla ateş yanmıştır. İnsanlar ateşi ilk kez böylece
tanımıştır… Peki, sizce insanlar ateş yakmayı nasıl öğrenmişlerdir?”
Bu
sorunun üzerine yine çocuklardan ses çıkmıyordu. Zaten Hoca’nın ne anlattığını
tam kavrayamamışlardı. Bu soruya da kendisi şöyle cevap verdi: “İnsanlar ateşi
yıldırım düşmesi sonucu çıkan kıvılcımla tanımış ve bu yolla ateş, insanın
hayatına girmiştir. Bu ateşten alınan bir kor parçası, bir daha hiç sönmeden o
bölge insanının ocağını tutuşturmuş. Onun için çocuklar, ateş de, ateşin
yandığı ocak da kutsaldır. Ocağa dayanmak, ocağın üzerinden atlamak günahtır.
Bir ocağı yıkmanın günahı, bir mezarlığı yıkmaya eşdeğerdir. Ateşe idrar
yapmak, sövmek, tükürmek, su dökmek, saç sakal veya tırnak, ekmek kırıntısı
atmak günahtır. Ateş, su ile söndürülmez. Akşamdan sonra dışarıya ateş
verilmez!”
Bunları
anlattıktan sonra cebinden beze sarılı kalın bir cam şişenin parçasıyla bir
avuç içi kadar ardıç ağacı kabuğu çıkardı. Kabuğu iki eli arasında iyice
ufaladı, pamuk lifleri hâline getirdi. Onu yere koydu, sonra cam parçasını
güneşe tutarak bütün ışığın bir noktada toplanmasını sağlayıp bir müddet
bekledi. Hafif duman çıkmasının peşinden lif birikintisi tutuşarak yanmaya
başladı. Çocuklar bu deneyden sonra hayranlıkla dinlemeye başladı Memiş Hoca’yı.
Sonra,
“Çocuklar bu ne ki?! Ağacın birbirine sürtünmesiyle de ateş yakılır. Çünkü
Kutsal Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuda şöyle bir bilgi verilir” dedi ve “Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur.
İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz!” âyetini (Yasin, 80) okudu.
Hoca,
“Eğer bir odun parçası başka bir parçanın üzerine hızla ve uzun süre sürtülürse
ateş yakılabilir, fakat bu biraz zahmetli iştir” dedi. Çocuklarsa bundan pek
bir şey anlamadı. Çünkü onlar gördüklerini daha rahat kavrıyorlardı.
“Bakın,
size ateş yakmanın bir çeşidini daha göstereyim” dedi Memiş Hoca. Yine cebinden
bir naylon parçasına sarılmış yassı iki adet mat beyaz taş çıkardı. “Buna ‘çakmak
taşı’ denir” dedi ve kenarlarından birbirine vurmaya başladı. Gerçekten
kıvılcım çıkıyordu. Çocuklar hareketlenerek Hoca’ya biraz daha yaklaştılar. “Bunu
insanlar nasıl bulmuşlar, biliyor musunuz?” dedi ve devam etti:
“Geceleri
atlarla seyahat ederken, atların ayakları bu tür taşlara basıp da taşlar
birbirine sürtündüğünde kıvılcım çıkmış, insanlar da o taşları almışlar ve
birbirlerine çarparak denemişler. Bakmışlar ki, gerçekten kıvılcım çıkıyor.
Ancak
o kıvılcımdan kolaylıkla tutuşacak bir madde bulmaları gerekmiş. Bu sefer
ağaçların kök veya gövdelerinde oluşan yine ağaç mantarlarını kül ile işleyerek
‘kav’ denen hafif bir madde elde etmişler...”
Memiş
Hoca bu sırada cebinden parmak ucu kadar kahverengi bir parça çıkardı, “İşte
‘kav’ diye buna derler!” dedi. O kavı taşın birinin kenarına koydu, sağ elinin
başparmağı ile sıkıca tuttu ve diğer taşı sol eliyle omuz hizasına kaldırdıktan
sonra iki taşı hızlıca birbirine çarpıştırdı. Çıkan kıvılcımla birlikte kavdan
duman çıkmaya başladı ve bir iki kez üflemesiyle yanmaya başladı.
Çocuklar
heyecanlanmış hâlde “Nasıl oldu, nasıl yandı?” diye sorular soruyorlardı. Memiş
Hoca’nın da bu ilgi hoşuna gidiyordu.
“Bakın,
size bir şey daha anlatayım!” deyip devam etti: “Sonra insanlar sürtünmeyle
yakılan ‘kibrit’ denen maddeyi icâd ettiler…” Ceketinin cebinden çıkardığı
kibrit kutusundan bir kibrit çöpü çıkarttı ve kutunun kenarına çarptı. Kibrit
çöpünün başında bulunan maddenin patlamasıyla çöpü bir alev topu sardı ve
yanmaya başladı. Bu deneme de çocukların hoşuna gitti. “Bir tane de ben
deneyebilir miyim?” diyen Hasan ileri atıldı, fakat Memiş Hoca buna izin
vermeyerek şöyle dedi: “Çocuklar, bu çok tehlikeli bir yakıcıdır! Yandığı zaman,
gördüğünüz gibi kocaman bir alev çıkıyor. Etraftaki yanıcı maddeleri çok çabuk
tutuşturuyor. Kibritle sakın oynamayın! Siz duymadınız mı geçen yıl Gök
Veli’nin küçük oğlu Salih kibritle oynarken evi tutuşturduğunu, komşuların
yetişmesiyle ancak yarısının kurtarılabildiğini?”
Bu
uyarının arasında küçük Yusuf, ürkek ve korkak bir sesle, “Bir tane daha
yapsana!” dedi. Çocuklar bunu eğlenceli bulmuşlardı. Memiş Hoca, “Anlatacaklarım
daha bitmedi! Ateş yakmak için kullanılan çakmaklardan bahsedeceğim size” dedi.
Çocukların itirazsız dinlemesinden hoşlanıyordu Memiş Hoca, sonra şöyle devem
etti: “Önce benzinli çakmağı icâd ettiler…”
Memiş
Hoca, anlatacağı konularla ilgili bulabildiği bütün malzemeleri ceplerine
doldurmuştu. Bu sefer de bir çakmak çıkardı cebinden. “Buna ‘muhtar çakmağı’
derler” dedi, “Bakın, çevrilen bir çark var”. Bu arada çocuklar görebilmek için
boyunlarını ileriye doğru uzatıyorlardı. “Bu çarka sürtünen şöyle bir taş
bulunuyor. Bir de benzinli pamukla dolu olan şu depo ve deponun ucundaki fitil…
Hepsi bu kadar! Şu çarkın çevrilmesiyle taşa sürtünme olur ve kıvılcım çıkar. O
kıvılcım, benzinli fitilin yanmasını sağlar...”
Bunları
anlatırken çakmağı bir anda şak diye çaktı Memiş Hoca, yukarı kalkan kapağın
altından bir alev çıktı. Meraklı bakışlarla çocuklar dikkatle izliyorlardı olan
biteni. İbrahim’e uzattı, “Bir de sen dene bakalım!” dedi Hoca. İbrahim, çocukların
içinde en küçüğüydü. Bir taraftan seviniyor, bir taraftan da tedirgin oluyordu.
Çocukların içinden kendini seçtiği için seviniyor, fakat başaramayacağı
tedirginliğini de yaşıyordu. İbrahim çakmağı aldı eline, denedi, olmadı;
çakamadığını üzüntüsü yüzünden belli oluyordu. İbrahim’i daha fazla üzmemek için
diğer isteyenlere vermedi. Metal renkli olan benzinli çakmağı cebine koydu.
Bu
sefer, içinde sıvısı fark edilebilen şeffaf bir çakmak daha çıkardı ve “Çocuklar,
bu da ‘gazlı çakmak’tır. Benzinli çakmakla gazlı çakmağın sistemi aynı; tek
farkı, benzin yerine bunun deposunda gaz bulunmasıdır” dedi. Çarkı çevirmesiyle
çakmaktan alev yükseldi. “Ancak gazın patlama ihtimâli olduğundan, benzinli çakmağa
göre bu daha tehlikelidir” dedi.
“Gazlı
çakmağın ateşleme sisteminde bir değişiklik yaparak, bugün çok yaygın olarak
kullanılan ‘magnetolu çakmağı’ geliştirdiler” dedi Hoca. Yine elini cebine attı,
magnetolu çakmağı ararken, ileriden Süllü Osman’ın oğlu Hakkı, elinde bir
sepetle görünmüştü.
Hakkı,
Memiş Hoca’nın meczup olduğunu düşünen köylülerden biriydi, “Ula Memiş, çocuklara
yine ne palavralar anlatıyorsun?” diyerek selâm verdi, ardından da “Çocuklar,
siz Memiş Hoca’yı boş verin, alın, şu üzümlerden yiyin!” diyerek çocuklara
birer salkım üzüm verdi. Çocuklar yaklaşık bir saatten beri dikkatle dinliyorlardı
Hoca’yı ama üzümü görünce sanki bu büyülü atmosferden çıktılar. Bu ara Memiş
Hoca’nın da dikkati dağıldı ve magnetolu çakmağı anlatmadan bıraktı.