Magnetolu çakmak

“Gazlı çakmağın ateşleme sisteminde bir değişiklik yaparak, bugün çok yaygın olarak kullanılan ‘magnetolu çakmağı’ geliştirdiler” dedi Hoca. Yine elini cebine attı, magnetolu çakmağı ararken, ileriden Süllü Osman’ın oğlu Hakkı, elinde bir sepetle görünmüştü.

BİRAZ kendine dikkat etse, erkek güzeli bir adamdı Memiş Hoca. Kumral saçları omuzlarına kadar uzamış, kırçıl sakalı dört parmak boyunu geçmişti. Siyah gözler üstüne kemer kaşları, kusursuz çizilmiş bir resim gibiydi. Giyim kuşamına pek dikkat etmeyen, ancak konuştuğunda herkesin dikkatini üzerine çeken meczup görünümlü bir adamdı. Bu sebeple konuştuğunda söylediği filozofça sözlere bazı kimseler önem verir, hatta söylediği bir sözü günlerce tefsir edenler olurdu.

Ancak bir o kadar da deli olduğunu söyleyerek alay eden, onunla dalga geçip eğlenen kimseler vardı. Memiş Hoca’nın söyledikleri çoğu zaman doğru çıkar, alay edenler de çoğu kez mahcûb olurdu.

Memiş Hoca, bazı âyetleri ezberden okuyabilirdi. Konuşmalarına okuduğu âyetlerle delil getirmeye çalışırdı. Bir gün köy meydanındaki büyük çınar ağacına sırtını yaslamış, öğle vakti başına toplanan köy çocuklarına, “Size bugün ateş tarihini anlatacağım” diyordu. Memiş Hoca’nın çocuk, genç, yaşlı, kadın ve erkekten bulduğu herkese anlatacak bir şey vardı. O gün de nasibine çocuklar düşmüştü.

“Çocuklar, ilk ateşi kim, nasıl yaktı, biliyor musunuz?” diye bir soru sordu. Çocuklardan çıt çıkmıyordu. Peşinden, “Nereden bileceksiniz, bilemezsiniz tabiî! Ben dahi tam bilemiyorum, fakat şöyle tahmin ediyorum: İlk insan topluluğu kadar eskidir ateş” dedi ve devam etti: Muhtemelen ya bir yıldırım düşmesi ya da güneş ışınlarının bir noktada yoğunlaşması ve kolay tutuşacak bir maddenin yanma sıcaklığına ulaşmasıyla ateş yanmıştır. İnsanlar ateşi ilk kez böylece tanımıştır… Peki, sizce insanlar ateş yakmayı nasıl öğrenmişlerdir?”

Bu sorunun üzerine yine çocuklardan ses çıkmıyordu. Zaten Hoca’nın ne anlattığını tam kavrayamamışlardı. Bu soruya da kendisi şöyle cevap verdi: “İnsanlar ateşi yıldırım düşmesi sonucu çıkan kıvılcımla tanımış ve bu yolla ateş, insanın hayatına girmiştir. Bu ateşten alınan bir kor parçası, bir daha hiç sönmeden o bölge insanının ocağını tutuşturmuş. Onun için çocuklar, ateş de, ateşin yandığı ocak da kutsaldır. Ocağa dayanmak, ocağın üzerinden atlamak günahtır. Bir ocağı yıkmanın günahı, bir mezarlığı yıkmaya eşdeğerdir. Ateşe idrar yapmak, sövmek, tükürmek, su dökmek, saç sakal veya tırnak, ekmek kırıntısı atmak günahtır. Ateş, su ile söndürülmez. Akşamdan sonra dışarıya ateş verilmez!”

Bunları anlattıktan sonra cebinden beze sarılı kalın bir cam şişenin parçasıyla bir avuç içi kadar ardıç ağacı kabuğu çıkardı. Kabuğu iki eli arasında iyice ufaladı, pamuk lifleri hâline getirdi. Onu yere koydu, sonra cam parçasını güneşe tutarak bütün ışığın bir noktada toplanmasını sağlayıp bir müddet bekledi. Hafif duman çıkmasının peşinden lif birikintisi tutuşarak yanmaya başladı. Çocuklar bu deneyden sonra hayranlıkla dinlemeye başladı Memiş Hoca’yı.

Sonra, “Çocuklar bu ne ki?! Ağacın birbirine sürtünmesiyle de ateş yakılır. Çünkü Kutsal Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuda şöyle bir bilgi verilir” dedi ve “Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz!” âyetini (Yasin, 80) okudu.

Hoca, “Eğer bir odun parçası başka bir parçanın üzerine hızla ve uzun süre sürtülürse ateş yakılabilir, fakat bu biraz zahmetli iştir” dedi. Çocuklarsa bundan pek bir şey anlamadı. Çünkü onlar gördüklerini daha rahat kavrıyorlardı.

“Bakın, size ateş yakmanın bir çeşidini daha göstereyim” dedi Memiş Hoca. Yine cebinden bir naylon parçasına sarılmış yassı iki adet mat beyaz taş çıkardı. “Buna ‘çakmak taşı’ denir” dedi ve kenarlarından birbirine vurmaya başladı. Gerçekten kıvılcım çıkıyordu. Çocuklar hareketlenerek Hoca’ya biraz daha yaklaştılar. “Bunu insanlar nasıl bulmuşlar, biliyor musunuz?” dedi ve devam etti:

“Geceleri atlarla seyahat ederken, atların ayakları bu tür taşlara basıp da taşlar birbirine sürtündüğünde kıvılcım çıkmış, insanlar da o taşları almışlar ve birbirlerine çarparak denemişler. Bakmışlar ki, gerçekten kıvılcım çıkıyor.

Ancak o kıvılcımdan kolaylıkla tutuşacak bir madde bulmaları gerekmiş. Bu sefer ağaçların kök veya gövdelerinde oluşan yine ağaç mantarlarını kül ile işleyerek ‘kav’ denen hafif bir madde elde etmişler...”

Memiş Hoca bu sırada cebinden parmak ucu kadar kahverengi bir parça çıkardı, “İşte ‘kav’ diye buna derler!” dedi. O kavı taşın birinin kenarına koydu, sağ elinin başparmağı ile sıkıca tuttu ve diğer taşı sol eliyle omuz hizasına kaldırdıktan sonra iki taşı hızlıca birbirine çarpıştırdı. Çıkan kıvılcımla birlikte kavdan duman çıkmaya başladı ve bir iki kez üflemesiyle yanmaya başladı.

Çocuklar heyecanlanmış hâlde “Nasıl oldu, nasıl yandı?” diye sorular soruyorlardı. Memiş Hoca’nın da bu ilgi hoşuna gidiyordu.

“Bakın, size bir şey daha anlatayım!” deyip devam etti: “Sonra insanlar sürtünmeyle yakılan ‘kibrit’ denen maddeyi icâd ettiler…” Ceketinin cebinden çıkardığı kibrit kutusundan bir kibrit çöpü çıkarttı ve kutunun kenarına çarptı. Kibrit çöpünün başında bulunan maddenin patlamasıyla çöpü bir alev topu sardı ve yanmaya başladı. Bu deneme de çocukların hoşuna gitti. “Bir tane de ben deneyebilir miyim?” diyen Hasan ileri atıldı, fakat Memiş Hoca buna izin vermeyerek şöyle dedi: “Çocuklar, bu çok tehlikeli bir yakıcıdır! Yandığı zaman, gördüğünüz gibi kocaman bir alev çıkıyor. Etraftaki yanıcı maddeleri çok çabuk tutuşturuyor. Kibritle sakın oynamayın! Siz duymadınız mı geçen yıl Gök Veli’nin küçük oğlu Salih kibritle oynarken evi tutuşturduğunu, komşuların yetişmesiyle ancak yarısının kurtarılabildiğini?”

Bu uyarının arasında küçük Yusuf, ürkek ve korkak bir sesle, “Bir tane daha yapsana!” dedi. Çocuklar bunu eğlenceli bulmuşlardı. Memiş Hoca, “Anlatacaklarım daha bitmedi! Ateş yakmak için kullanılan çakmaklardan bahsedeceğim size” dedi. Çocukların itirazsız dinlemesinden hoşlanıyordu Memiş Hoca, sonra şöyle devem etti: “Önce benzinli çakmağı icâd ettiler…”

Memiş Hoca, anlatacağı konularla ilgili bulabildiği bütün malzemeleri ceplerine doldurmuştu. Bu sefer de bir çakmak çıkardı cebinden. “Buna ‘muhtar çakmağı’ derler” dedi, “Bakın, çevrilen bir çark var”. Bu arada çocuklar görebilmek için boyunlarını ileriye doğru uzatıyorlardı. “Bu çarka sürtünen şöyle bir taş bulunuyor. Bir de benzinli pamukla dolu olan şu depo ve deponun ucundaki fitil… Hepsi bu kadar! Şu çarkın çevrilmesiyle taşa sürtünme olur ve kıvılcım çıkar. O kıvılcım, benzinli fitilin yanmasını sağlar...”

Bunları anlatırken çakmağı bir anda şak diye çaktı Memiş Hoca, yukarı kalkan kapağın altından bir alev çıktı. Meraklı bakışlarla çocuklar dikkatle izliyorlardı olan biteni. İbrahim’e uzattı, “Bir de sen dene bakalım!” dedi Hoca. İbrahim, çocukların içinde en küçüğüydü. Bir taraftan seviniyor, bir taraftan da tedirgin oluyordu. Çocukların içinden kendini seçtiği için seviniyor, fakat başaramayacağı tedirginliğini de yaşıyordu. İbrahim çakmağı aldı eline, denedi, olmadı; çakamadığını üzüntüsü yüzünden belli oluyordu. İbrahim’i daha fazla üzmemek için diğer isteyenlere vermedi. Metal renkli olan benzinli çakmağı cebine koydu.

Bu sefer, içinde sıvısı fark edilebilen şeffaf bir çakmak daha çıkardı ve “Çocuklar, bu da ‘gazlı çakmak’tır. Benzinli çakmakla gazlı çakmağın sistemi aynı; tek farkı, benzin yerine bunun deposunda gaz bulunmasıdır” dedi. Çarkı çevirmesiyle çakmaktan alev yükseldi. “Ancak gazın patlama ihtimâli olduğundan, benzinli çakmağa göre bu daha tehlikelidir” dedi.

“Gazlı çakmağın ateşleme sisteminde bir değişiklik yaparak, bugün çok yaygın olarak kullanılan ‘magnetolu çakmağı’ geliştirdiler” dedi Hoca. Yine elini cebine attı, magnetolu çakmağı ararken, ileriden Süllü Osman’ın oğlu Hakkı, elinde bir sepetle görünmüştü.

Hakkı, Memiş Hoca’nın meczup olduğunu düşünen köylülerden biriydi, “Ula Memiş, çocuklara yine ne palavralar anlatıyorsun?” diyerek selâm verdi, ardından da “Çocuklar, siz Memiş Hoca’yı boş verin, alın, şu üzümlerden yiyin!” diyerek çocuklara birer salkım üzüm verdi. Çocuklar yaklaşık bir saatten beri dikkatle dinliyorlardı Hoca’yı ama üzümü görünce sanki bu büyülü atmosferden çıktılar. Bu ara Memiş Hoca’nın da dikkati dağıldı ve magnetolu çakmağı anlatmadan bıraktı.