“YÂRİM beni beğenmezdin;/ Bak, bahan nişan taktılar…”
Türküdeki haber,
derinlerde gizlenmiş bir hüznün macerasıdır. Yalnız bu haber, veren insanı
değil, bire bir hüznün dolaştığı toprağı işaret eder. Sevda vadisinde söz
söyleyenlerin erkek oluşu veya bu vadide kadının fazla ortada olmaması,
bekleyen kadının kırılıp bir kenara atılmış yüreğinin hüznünden haberdar
olmamızı pek mümkün kılmaz.
Leylâ ve Mecnun hikâyesini
bilmeyen yoktur. Hikâyenin sonunda Mecnun, yaşanılan macerada Leylâ’nın, amaca
ulaşmak ihtimâli ve kendi elinde olmayan sebeplerle bir basamak olduğunu
bir sürü süslü sözle anlatmaya çalışır: “Benim aradığım Leylâ sen değilsin. Aradan çekil!”
İşte o an Leylâ’nın tragedyası
başlar. Tabir caizse Mecnun, âşık olduğunu söylediği süre içerisinde Leylâ’yı
bir başkasıyla aldatmıştır. Biraz ironi olacak, ama şöyle de denilebilir: Bu
zaman zarfında Mecnun, aslında Leylâ ile biraz da kafa bulmuştur. Başka bir
tabirle onu kullanmıştır. Aslında bu, Leylâ’ya da, aşkın kendisine de
ihanettir. Mecnun’un bu ihanet noktasında Leylâ’yı aldatmak gibi bir niyetinin
olmadığı söylenebilir. Aslında Leylâ’yı seviyordur, ancak kader, sonunda asıl
sevgili olan Allah aşkıyla yüz yüze getirince Mecnun’u, işler karışmıştır.
Leylâ ve Mecnun destanındaki Leylâ’nın ruh hâli, aslında Mecnun’dan aşağı
kalır bir yön barındırmaz.
Leyla aldatıldı mı?
Zaten o kadar büyük
bir eser ortaya konduktan sonra Leylâ’nın söylediklerinin öyle fazla önemi de yoktur.
Peki, Leylâ’nın aldatılmışlığı ve vuslat için bütün imkânsızlıkların ortadan
kalktığı anda Mecnun’un kapısına giderken taşıdığı umut ve duyduğu heyecan?..
Leylâ: “Ey Mecnun! Ben
geldim, artık özgürüm ve bir ömür boyu istediğin vuslat artık mümkün.” Mecnun:
“İyi de ey Leylâ, benim aradığım Leylâ sen değilmişsin. Ben senin açtığın aşk
yolunu bin bir zahmetle kat ederek Allah aşkına vardım.” Leylâ: “Yani bu kadar
zamandır aldatılıyormuşum, öyle mi?”
Fuzuli’nin muhteşem eseri
Leylâ ve Mecnun destanından söz ediyoruz elbette. Leylâ ve Mecnun’un ihtişamı
karşısında sıradan insanların sıradan macerasından söz etmek, yaşını başını
almış edebiyat ağalarının hoşuna gitmeyebilir. Türkülerimizde yansımasını
bulan, ancak halkın ar ve hayâ duygusuyla açık açık söyleyemediği, büyük
mütefekkirlerin idrakinin arkasından dolanarak sadece ima ile yetinebildiği
hakikatten söz etmeye çalışıyorum.
Leyla ve Mecnun bir
teoremdir
Matematiksel bir ıstılahla
izah etmeye çalışırsak, Leylâ ve Mecnun, bütün ihtişamına rağmen bir teoremdir ve yukarıda iki mısraını aldığımız türküde ifade edilen derin
hayal kırıklığının ve tahassür ifadesinin yanında bir hayal olarak kalır.
Fuzuli, bir hayali bütün ihtişamıyla gerçeğe burnunu değdirecek kadar
şiirleştiriyor. Nişan eğlencesi yapılan genç kızın, gönül verdiği ancak
kendisini beğenmeyen adamı görüp kalbinden döktüğü elemini türkülerde bulabiliyoruz.
Sebebi basittir: Türküde tüten duygu melâl, Leylâ ve Mecnun’da ise hüzündür. -Melâl
meselesi bundan önceki yazıda anlatılmıştı.-
“Yârim beni beğenmezdin;/ Bak, bana nişan taktılar…”
(Diyarbakır) “Yârim İstanbul’u
mesken mi tuttun?/ Gördün güzelleri, beni unuttun.” (Kayseri) “Sen gidersen beni
burda ister var.” (Kayseri)
Benim bir sebeple bu
mevzuu açtığımda, karşımdaki zatın Leylâ ile Mecnun hikâyesi karşısında,
türküde bir genç kızın ağzından ifade edilen tragedyadan söz etmeyi şarlatanlık
olarak tavsif etmesi üzerine aklıma gelen şu: Bazı aydınlarımız -özellikle
gazetelerde köşe sahibi olanlar ve belli bir şöhret seviyesini kazananlar-,
yükseldikleri makamlardan arkada kalan harabelere bakmayı göze alamıyorlar.
Önünde veya üzerine basıp geçerken herhangi bir su birikintisi olarak
baktıkları gözyaşı denizinin vicdan denilen duyguyu dürtmesi ihtimâlinden
ödleri kopuyor. Vicdan başlığıyla yazı yazmak daha kolaydır çünkü. Yazı
yazılınca da görev yapılmış oluyor (!).
İlham vadileri
Fuzuli, insan ruhunun
derinliklerinde, ancak ilahî bir ilhamla varılabilecek vadilerde dolaşıyor.
Şiirle hemdem olan her şairin ve her ciddi şiir okuyucusunun bu eserle bir
şekilde yolu kesişmiştir. Leylâ ile Mecnun hikâyesinin bir dil, hayâl ve mana
şaheseri olduğuna şüphe de yoktur. Ancak sonunda bize kalan, Leylâ’nın, Mecnun’un
seyr-i sülûkuna bir merdiven olduğu ve eğer yolun sonu Allah’a varıyorsa,
Leylâ’yı yüzüstü bırakmanın mubah, hatta tabiî olduğu hakikatidir. O zaman
soru: Allah, hakikaten kendisine varmak için o kadar meşakkatli yolu aşarak
gelse bile arkasında bıraktığı kırık bir kalbe ve boynu bükük bir kadına rağmen
Mecnun’u kabul edecek midir? Böyle olursa peki, Leylâ’nın kalbinde taşıdığı
umut ne olacak?
Görünmeyen hayatların acısı
Türküler, elbette
kavuşulmamış aşkların sonunda ortaya çıkmıştır. Tabiî ki Leylâ ve Mecnun gibi
ihtişamlı da değildirler. Ancak önemli olan yanı, olayın her an gözümüzün önünde
olmasıdır. Yani Leylâ ve Mecnun’daki gibi muhayyilemizde değil, önümüzde ve arkamızda
yaşanan acılardır türkülerdekiler. Şair ve hikâyecilerimizle vicdan üzerine
yazı yazan şöhret sahibi yazarlarımızın beyin ve gönül huzurunu kaçıran
hadiselerdir bunlar. Türküye medar olan hayatlar, görünmedikleri için
yakıcıdırlar ve yakıcı oldukları için de görünmez, görülmek istemezler.
Türkülerin “yakılması” da buna işaret eder.
Yasak ile kopan bağlar
Devletin kuruluşunda ilk
el atılan işlerden biri olan Türk müziğinin yasaklanması, yeni yetişen neslin,
kendi milletinin toprağıyla olan kalbî münasebetini kesmeyi amaçlayan bir
girişimdir. Bu yasağın kalkmasından sonra da aydınların, Türk müziğiyle
ilgisinin sadece sonradan sanat müziği diye tesmiye edilen şekline yöneldiği
görülmektedir. Sonradan, özellikle çok hassas Müslüman aydınların daha ileri
giderek Klasik Batı müziğine hayran bir kitle yetiştirmek gayretleri de ayrıca
bahse değer bir meseledir. (Ancak bu, sonraki yazılarda ele alınmaya
çalışılacaktır. Yalnız şu kadarını söylememiz gerekir: Bu müzik merakı, sadece
bir bediî zevk meselesi olmaktan çıkarak Müslüman gençlik üzerinde bir baskı
unsuru olarak da kendini göstermiştir. Bu da başka bir bahis.)
Zihin konforu bozulunca
Bunun sonucu şudur: Kimileri
Leylâ ile Mecnun hikâyesine bir ihtiraz kayıt koyacak olduğunuzda –ihtimâldir-
“Sen Fuzuli düşmanısın” diye karşınıza çıkarlar. Şu anda Suriye’de işlenen cinayetlere
ait bir hikâye veya fotoğraf gösterseniz, size Picasso’nun Guernica’sını işaret
edeceklerdir. İşte bu ahlâk, bazı aydınların -ne yaparlarsa yapsınlar- idrak
noktasında bir adım ileri atamadıklarını gösterecektir. Tabiî ki türküdeki
hakikate bakıp zihin konforunu bozmaktansa kafa karıştıran adama “şarlatan”
demek daha kolaydır. -İşin bir de edep yanı var ki, bu da “şarlatan”
kelimesinde yatıyor.-
Her karşılaştığımız olay,
bizi aslında türkülere götürür. Bir zata bunu anlattığımda, yaptığım bu iş için
söylediği bir sözdür: “Ne denmiş türküde? ‘Bilmedim, gönül verdim./ Ben seni
bir adam sandım…”
Biz bu türküye şöyle
yakalım: “Bilmedim, söz söyledim./ Ben seni bir adam sandım.”