Kübik insanın sürrealist resmi: Stratejistin formülü

Dünü bilerek bugünü gözlemleyen beyinler, ancak istikbâle matuf fütürist tahminlerde bulunabilirler. Stratejik yorumlar için “dün-bugün-yarın formülü” kan kadar gerekli, aş ve ekmek kadar önemli! Bu nedenle yorumcu, “zamana bağlı olmayan adam” demektir bir bakıma. Bastığı yer bugün, fakat düşüncesi dünde; beyni ise yarınlarda dolaşmak zorunda! “Dün” derken, elbette “tüm” tarihi kastediyoruz; yarın ise bir nevi müneccimlik...

ZAMAN zaman muhatap oluyoruz gençlerin şu sualiyle: “Olayları, insanları ve siyaseti yorumlamanın bir formülü var mı? Stratejist olmak için ne yapabilirim?”

Aslında, “Okulu olmayan bir işin öğretmeni de olmaz” dense yeri var. Ancak ortada bir iş varsa, onun bir ustası da var demektir. Yani tüm zenaatın fiiliyatı sonunda ortaya çıkan işin/ürünlün bir ustayı gerekli kıldığı malûm. Söz konusu bu zenaatın devamlılığı açısından “usta-çırak” ilişkisi yani geleneksel öğretmen-öğrenci ve bu ikilinin pratik içerisindeki etkileşimi önemlidir. Biri olmadan öbürü olmaz.

Lâkin mevzubahis “stratejik yorum” olunca, burada sözünü ettiğimiz ve “duayen yorumcu” diye sıfatlanabilen insanların ustalıklarından söz etmiyoruz. Çünkü duayen olsun ya da olmasın, yorum yapma cesareti ve becerisi gösteren insanların yaptıkları, yazdıkları, konuştukları yani ortaya koyduklarından sadece yorum öğrenilebilir. Herhangi bir meselenin yorumu...

Fakat bu yolla “yorumculuk” öğrenilmesi konusunda endişeliyiz. Kanaatimizce, yorumun ve yorumculuğun ustası, bizâtihî kişinin beyni ve hatta beynin kendisi olsa gerek. Bu nedenle bidayette, yorum yapabilmek için çok katmanlı düşünebilen bir beyne ihtiyaç var. O hâlde denilebilir ki, çok katmanlı düşünebilen bir beyin gibi tek katmanlı düşünen beyinler de mevcut. Buna bağlı olarak “çok katmanlı düşünce” ve buna karşın tek katmanlı düşüncenin de varlığından haberdar olmalıyız. Zaten bu ikilemden ve bu iki insan tipinden ötürü yorum yapan ve yorum dinleyen taraflar ortaya çıkmakta.

“Çok katmanlı düşüncenin görüntüsü nasıl bir şeydir?” sorusunun cevabı fakirde, her zaman “kübik resmin” mucidi ve büyük ustası İspanyol ressam Picasso'nun sıra dışı tablolarındaki portrelerini çağrıştırır. Kübik resim ise (en basit ve kestirmeden tarif olarak) bir objenin, değişik açılar ve yönlerden çekilen resimlerinin üst üste oturtularak fantastik bir kolaj elde edilmesidir. Eğer söz konusu obje bir insan sûreti ise, aslında o sûrette görünen, birkaç tane insanın saydam yüzlerinin birleştirilmiş hâli sayılabilir.

Misâli vardırmak istediğimiz yer şu: Picasso resmindeki “kübik insan” örneğini gerçek sayarsak, o, aynı kafa içerisinde birkaç beyin ve aynı yüzde değişik yönlere bakabilen gözler, değişik sesleri duyan kulaklar ve değişik cihetlerden konuşabilen bir ağzın birleşmiş hâli gibidir. Böylece ortaya çıkan yorumcu/analist/stratejist tipografı ve kısacası “kübik insan”ın merkezinde durduğu resim, fakire her zaman (yine bir başka İspanyol dehâsı olan) ressam Salvador Dali’yi ve onun iç içe geçmiş olağandışı fakat figüratif de sayılabilen tablolarını hatırlatır. Zaten mevzubahis tablolarda görünen de değişik zamanlarda ve değişik açılardan çekilmiş, gerçek hayatta bir araya gelmeleri zor, hatta imkânsız gibi görünen yapboz parçalarının oluşturduğu sürrealist bir resimdir.

Yazının burasında üstte verilen örnekten sıyrılıp “neo-sürrealist dünya”ya yani gerçeğe dönelim. Hakikatte kübik bir insan olan yorumcunun işi ya da becerisi, Salvador Dali’nin resim sanatında yaptığının bir benzerini yazma sanatındaki ustalığıyla ortaya koyduğu kübik sürreal resminin anlaşılır olarak yansımasını sağlamaktır. Asıl ustalık bu olsa gerek! İşte yazının başındaki soruda yer alan “siyaset yorumunun formülü” ifadesi de burada saklı! Yani yorum yapanın, aslında kübik olan yüzünü ve aslında sürrealist olan resmini anlaşılır kılmak, aynı zamanda bir “sürreal fantezi” olan düşüncesini herkes gibi bir yüzle ve her görünen gibi bir resim şeklinde ortaya koyma becerisi olsa gerektir. İşte yorumcu/stratejist/analist bunu yapar!


Felsefe yapmak

Yukarıdaki uzun girizgâhta serdedilen tarifi anlatmak da, galiba anlamak da yorgun-yokuş ilişkisi… “Siyaset analizi” ve “siyâsî durum yorumculuğu”nda da bu mevcut. Her daim göz önünde bulunan gazetecilerin yaptığından farklı bir iş hâddizâtında. Zaten gazetecilik de sayılmaz yorumculuk; öyle algılanıyor olsa da... Madem buradan girdik konuya, öyleyse bu doğrultuda şu tespiti de yapmak lâzım: Gazeteci, aldığı eğitimin gereği olarak, haber değeri taşıyan olayları fark edip fotoğrafını çekmekle mükellef. Ancak adına stratejist, analist, yorumcu veya her ne denirse densin, görünenin arkasındaki görünmeyeni fark etmek ve onu kamuya göstermekle mükellef olan kişi, gazeteci tarafından fotoğrafı çekilen olay ve olayların arkasındaki görünmez manzaranın resmini yapmak gibi zorlu işe talip. Onun yaptığı işi, en yalın ve reel bir lisanla, hikâye edilen herhangi bir yaşanmışlığın satır aralarından fark edilmeyen bir başka masalı kendi lisanınca çözümleyerek “gölgelerin felsefesi”ni yapmak olarak tarif edebiliriz.

Bu nedenle gazetecilerin kameralarının çok gelişkin olması, yorumcuların ise beyin katmanlarının tam kapasiteyle faaliyette olup hayâl kapılarının ardına kadar açık olması şart! Tabiî ki fırtınalı bir düşünce ve sınırsız bir hayâl, yorumcu için olmazsa olmaz ölçekte mühim.

Bilindiği gibi gazeteciliğin bir örgün eğitim süreci bulunuyor. Ülkemizde iletişim fakülteleri bu işi yapmakta. Ancak siyâsî durum yorumculuğu, analiz ve strateji uzmanlığının herhangi bir okulundan söz edilemez. Bakmayın siz bazı partilerin siyaset akademilerine, orada yapılan tedrisat da “usta(laşmış) siyasetçi”lerin parti hedeflerini anlatmasından öteye gitmez bir faaliyet olarak tescilli. Yorumcu bu mânâda gazeteciden farklı olduğu gibi, usta siyasetçiden de apayrı bir kişilik; kendine has ve özgün... Zira dedik ya, bir örgün öğretimin eseri değil yorumculuk. Aslında bir meslek de sayılmaz ama yine de “meslek” diyerek devam edelim anlatımımıza.

Bu mesleğin inceliklerini öğrenme şekli, kişinin kendi uğraşısıyla ve “öz örgün eğitim”ini tamamlamasıyla ilgili bir tedrisat biçimi. Ve vaziyeti şahsa özel; şahsın kendi isteği ve çabasıyla ortaya çıkan bir ustalık durumu…

İşin asıl zor yanı ise…

Mevzubahis eğitim anlayışında “stratejist namzet”in evvelemirde bir nevi intihar kararı alarak "sırlar kuyusu"na düşmeyi göze alması lâzım. Peki, gerçekte böyle bir kuyunun olduğu söylenebilir mi? Evet, ama yine de değişmeceli! Şurası bir hakikat ki, dünyada hiçbir şey göründüğü gibi değil ve zannedildiği gibi münferit olayları yaşamıyor insanlık. Dün olduğu ve yarın olacağı gibi, günümüzde de hemen hemen her şey birbirine görünmez “network iplikçikleri” ile bağlı. Bu bağlılık, denildiği gibi sadece bugünle sınırlı değil, geriye doğru, tarihin derinlikleri içerisinde kaybolan bir yapıda. Bu bağlamda denilebilir ki, sözü edilen “network iplikçikleri”nin sırrı çözülmeden yani dünü bilmeden bugünü yorumlamak, kısır tahminlerde bulunmaktan öte bir işe yaramaz ve yavanlıktan, sığlıktan kurtaramaz yorumcuyu. Sır burada, kuyu da burası!

Dünü bilerek bugünü gözlemleyen beyinler, ancak istikbâle matuf fütürist tahminlerde bulunabilirler. Stratejik yorumlar için “dün-bugün-yarın formülü” kan kadar gerekli, aş ve ekmek kadar önemli! Bu nedenle yorumcu, “zamana bağlı olmayan adam” demektir bir bakıma. Bastığı yer bugün, fakat düşüncesi dünde; beyni ise yarınlarda dolaşmak zorunda! “Dün” derken, elbette “tüm” tarihi kastediyoruz; yarın ise bir nevi müneccimlik...

Sır kuyusunun dibine inenle başındaki çıkrığı bekleyen

Sırlar kuyusuna tekrar dönersek…

Takvimdeki dünden başlayarak tarihteki düne doğru derinleşmenin adı, “sırlar kuyusu”na düşmek olarak tarif ediliyor bu yazıya mahsus olmak üzere. Ve bu kuyuda ne var, ne yoksa hepsini teşhis etmek şart! Lâkin buradaki sırrı teşhis etmenin de iyi bir yorum ve isabetli tahminler için yettiğini söyleyemeyiz. Stratejist-analist için tarih kitaplarında bölüm bölüm sunulan bilgilerin kendi aralarındaki görünmez bağlarını teşhis etmek gerekli bidayette. Mevzubahis bağları teşhis etmeden ve nörolojik bağlanmaların künhüne/sırrına ermeden yapılan tarih okumaları da insanı stratejist yapmaz, sadece tarih öğretmeni yapar. Hocalarımız zinhar yanlış anlamasınlar, tarih öğretmenliğini küçümsüyor değiliz bu tespitle. Aksine, her şeyi yerli yerine oturtmaktır amacımız. Bu sebeple diyoruz ki, “Tarih öğretmeni iyi bir tarihçidir fakat stratejist olması gerekmez”. Bunun gibi, gazeteci de iyi bir reel haber yazıcısıdır ve bu yüzden analizci olması elzem değil. Ancak iyi bir stratejist, aynı zamanda iyi bir tarihçi olmak zorunda. Ve gündemi anbean takip eden bir gazeteci kimliğini de taşımalı.

Analizcilerin tarihi kullanarak yaptığı tarihsel söyleme “tarih” denemez aslında! Yorumcuların yaptığı işin adına “tarih felsefesi” dense yeri var. Bunun gibi, yine onların yaptığı işe “gazetecilik” denmezse isabet olur. Zira o insanların ortaya koyduğu bilgi, bir reel haber sayılmaz hiçbir zaman. Belki haber felsefesi...

Jargon, içerisinde formüller, kavramlar, kümülatif tarifler taşırsa, yeni bir kuram oluşturmak ve oluşturulan kuramı anlatmak da o oranda kolay olur. 

Gerek tarih felsefesi, gerekse haber felsefesi olsun, yorumcuların tarifi, “felsefeci” şeklinde de yapılamaz. Çünkü o filozof değil, sadece yorumcu/analist/stratejist! Yukarıda dedik ya, bu kabil işlerin eğitimini veren bir okul yok ki resmî sıfatlı bir meslek erbâbı olsun. Malûm, üniversitelerimizin önemli fakültelerinde salt tarih okutulur onlarca seneden beri, fakat onunla beraber “tarih felsefesi” başlıklı bir yan ders okutmak kimsenin aklına gelmiş değil şimdiye kadar. Bu davranış da yanlış sayılmamalı doğrusu. Hatta bu doğrultuda klasik tarihçiler için “felsefe yapmak”, “tarihe ihanet” sayılmakta.

Zira meselâ şöyle bir soru, tarih amfilerinde lânetli bir ifade olarak algılanır her zaman: “Ya Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethetmeseydi, ne olurdu?” Hiçbir tarihçi, aldığı eğitimin gereği olarak böyle bir soru sormaz; kendisine sorulmasını da arzu etmez. O nedenle kendisine emanet edilen tarih bilgisinin ve bir bakıma hakikatin koruyucusu olarak ancak öğretmenlik/hocalık görevi yapabilir. Ama hocaların söz konusu bilgiyi kullanarak yorum yapması mümkün olamaz. Zira yorum, hakikatin yer yer yırtılmış, yanmış kısımlarını tahminlerle doldurmaktan ibaret bir gerçek-hayâl koalisyonu sayılabilir. Yani ortaya konulan yeni bilginin doğru olma ihtimâli olduğu gibi, yanlış olması da mümkün sayılmalıdır. Yorumcular bunu göze alır, lâkin tarihçilerin böyle bir lüksü yoktur. Ama yorumcuların, gerçeğe hayâllerini kattıkları için ortaya çıkarttıkları masalsı nevale, popüler bir yiyecek gibi algılanabilir. Fakat tarihçilerin yaptığı yorum, yavan çöreklere benzer; bu yüzden onların tarih gerçekliğinden ayrılmaması tercih edilir.

Yazının bir üstteki paragrafında bir stratejist, tarihçi, gazeteci yarıştırması yaptığımız sanılmasın, elbette toplum için her üçü de elzem. Ancak öncelikle tarihçiler ve gazeteciler... Zira yorumcuların temel enstrümanlarından birincisi tarihse, onunla paydaş anlamdaki de haberdir. Ortaya konulan tarih ve haber ne kadar gerçek olursa, yapılan yorum da bir o kadar hakikate yakın olarak meydana çıkar. Aslolan da budur!

Yöntem ve iz

Fakir, stratejik analiz ve siyâsî yorum söz konusu olduğunda, geçmişi içselleştirmiş bir "tarihçi" tipografı arzu eder her zaman. “Peki, yorum için sadece tarih bilgisi yeterli mi?” sorusunun karşılığı olarak bir ön cümledeki tırnak içinde verilen “tarihçi” ifadesinin yerine “ilâhiyatçı, coğrafyacı, fizikçi, iletişimci” ve benzeri pek çok bilgi-bilim mesleğini yazarak cümleyi yeniden okumak yeterli olur ne demek istediğimizi anlatmak açısından.

Tavsiye edilen cümleler serisi kurulup gereği yapıldıktan sonra yorumcunun yolculuğu başlar. Elbette sırlar kuyusunun alacakaranlık ortamında... Buradaki önkabul, her şeyin birbiriyle ilintili olduğu yönünde bir postulatin hakikat sayılmasıdır. Yani birçok “kuram”dan söz etmek şeklinde belirlemeyi arzu ediyoruz disipliner yolculuğun amacını. Ve bu amacı “postulat” ifadesiyle anlatmak isterken, tarih kuramı, fizik kuramı, teoloji kuramı gibi kümülatif bilgi-bilim yapıları şeklinde teoriler oluşturarak şu ünlü Kelebek Etkisi’nin altını çizmek istiyoruz. Ayrıntılı “Kelebek Kuramları”ndan sonra varılmak istenen şey, elbette ve nihaî durak olarak “bilim kuramı” olmalıdır. Yani kaderleri birbirine bağlı kelebeklerin seri hikâyeleri, her yorumcunun bilmesi gereken, en önemli enstrümanlar, parametreler, gerekçe ve argümanlardır.


Kuram oluşturmak için yapılacak işe, öncelikle üzerinde okumalar yapılan “-loji”lerdeki “bilgi fotonları”ndan ileri ya da geriye doğru devam eden bir iz sürme ameliyesine başlamak diyebiliriz. Ve mevzubahis izlere basa basa takip edilecek yol/yöntem/olgu/olay ve bilgi paketlerinin, gerek kendileri ve gerekse “-loji” oluşturan paydaşlarıyla aralarındaki “nöronsal iç bağlar”ın varlığını önce kabul etmek ve arkasından söz konusu bağın/bağların hangi yönden, nasıl ve ne şekilde ilerleyerek geldiğini teşhis etmek gerekiyor. Burada “nöronik/nöronsal” ifadesini geçirmemizin sebebi şu: Yorumcular, sırlar kuyusundaki yolculuklarında bir beyin jimnastiği yapmaktalar aslında. O hâlde, insanlığın ortaya koyduğu tüm bilgi paketlerinin de birer beyin ameliyesi olduğu gerçeğinden hareketle, aynı haritayı stratejistlerin de kendi yolculuklarında güvenilir kılavuz yapmalarının gereğinin altını çizmeliyiz.

Yorumcu açısından olmazsa olmaz bir durum olarak anlaşılması gereken “özgün kuram” oluşturma yolculuğunda, öncelikle paslı çivilerin adreslerini tespit edip teker teker sökmek lâzımdır her birini. Ve bir sonrakini sökerken de bir önce söküleni kullanmak şarttır. Bu söküm işleminin sonuna kadar gitmekse farz! Son çivi ya da nihaî noktaya ulaştıktan sonra geri dönmek gerek. Çünkü sırlar kuyusunda ileri doğru hareket bilgi birikimini, geriye dönüş yolculuğundaki biriktirilmiş bilgiler ise yorumculuğu beraberinde getirecektir. Yorumcular ileri giderken, önlerine neyin ve kimin çıkacağını bilemezler fakat geri dönerken sürpriz yoktur artık. Bu sebeple geri dönüş eylemi, etrafı ve etrafta olan biteni “Kim var, kim yok?” sorusunu anlamayı kolaylaştıracaktır artık. Yani yol tanıdık olacak ve böyle olunca yorum kolaylaşacak.

Stratejist ya da yorumcuların kendi öz eğitimlerinde yapacakları ileri doğru iz sürmenin geri dönüşü esnasında, giderken şahit olunan ve merakla eteğe toplanan bütün tekil kavramları içselleştirmeleri gerekli. Sonra da onları unutmuş gibi davranmaya gelir sıra. İşte o aşama, strateji yorumcularının, artık yorum yapabilecekleri bir alana çıktıkları anlamına gelir. Artık önünde kocaman bir tablo durmaktadır. Ve on, yüz, bin yapboz parçasından meydana gelen bu tablo, bağlantılarla bir anlam ifade etmektedir ancak.

Bakış açısı geniş ya da yukarı doğru yükselen bir beynin, bulutlarda durup yeryüzüne nazar etmesi gibi bir durumdan söz ediyoruz burada. Zaten o zaman anlaşılır yeryüzündeki her canlı ve cansızın birbiriyle ilişkili olduğu. Ve böyle başlar kuram oluşturma süreci. Yukarılardan bakılan devasa tarih hikâyelerinde de bu böyledir, fizikte de, coğrafyada da, teoloji ve diğerlerinde de… Kuşbakışı görünen resimlerin içselleştirilmesinden sonra, analistlerin yazdıkları ya da konuştukları onca kavram ve onlarca tarif, bilgisayar örneğinden hareketle söylemek gerekirse, artık onların "monitör"ünde değil, beyninin harddiski ve o harddiskin “C:” sektöründe kayıtlı olmalıdır. Yani içsel, yedekte ve ikincil… Peki, bu ikincillik neden gereklidir? Yorumcuların bir tarihçi, bir coğrafyacı, bir fizikçi gibi ya da bir din adamı gibi konuşmasını önlemek için...

Filhakîka, yorumcular tarih konuşur, ancak tarihçi değildirler. Fizik konuşur ama fizikçi değildirler. Dinî meseleleri konu edinirler fakat imam da değildirler.

Özgün tavır

Analizciler için mühim olan, bilim “-lojileri” üzerinde dört bir tarafa doğru ve bilgi paketlerine basa basa takip ettikleri “nörolojik izler” ve sonunda fark ettikleri bağlantılardan hareketle bir jargon geliştirmeleri olmalıdır. Bu jargon, içerisinde formüller, kavramlar, kümülatif tarifler taşırsa, yeni bir kuram oluşturmak ve oluşturulan kuramı anlatmak da o oranda kolay olur. Anlatımda kolaylık sağlayan unsurlar olarak her zaman jargon önemlidir. Bir o kadar da özgün bir tavır olarak ortaya çıkmayı sağlar kanaatimizce. Jargon, özgün kavramlarla zenginleştirilmelidir.

Bu bağlamda analizciler, önce kendilerini ve beyinlerini kavram bombardımanına tutmalılar. Dünyanın çeşitli “-lojik disiplinleri”nin derinlikleriyle tanışmak böyle bir şeydir işte! Ve nöronik algı uçlarını bilginin ışığına muhatap kılıyor olmalarını, stratejistler açısından okuyucu veya dinleyicisini aydınlatmasının içsel bir minyatürü ya da proto hâli diye tarif edilebiliriz. Yaptıkları analizlerin gerek kendi beyinlerinde ve gerekse periferileri içerisinde anlaşılır olabilmesi için kendi içsel aydınlanmalarının ve kavramlarla süslenmiş kuramlarının tamamlanması, yorumcuları dinlenilir ve dikkate alınır yapar. Bu durumda sırlar kuyusundaki yolculuk esnasında, bilim-bilgi paketleri arasındaki kuramsal ilişkiyi kurmayı ve bu ilişkiden bir özgün jargon üretme ve farklı yorumlar yapmayı kolaylaştıran yeni kavramlar, zannedildiği gibi kargaşa sebebi olmazlar. Ya da yorumu anlaşılmaz kılmaz, aksine kolaylaştırır. Ve bu kolaylaşma eylemi ivmelenerek devam eder.

Güneş doğunca yıldızların görünmez oluşu nasıl ki olmayışlarına işaret etmiyorsa, kuram oluşturmada genel anlatıma yardımcı olan nirengi kavramları da “-loji” disiplinleri ve bu disiplinlerin içeriğini oluşturan “bilgi fotonları”nın birbirlerinin arasındaki ilişkinin veya birbirilerini nasıl tamamladıklarının yani “yorumsal estetiğin” fark edilmesinden sonra çakan bir flaşın aydınlığında tüm anlaşılmazlıklar görünmez olur ve yorum alanı beyaz bir kâğıda döner. Böylece kafa karışıklığı da izale olur, jargon oturur. Zira yorum, biraz da şahsî jargon demektir ve zamanla “Leb” demeden leblebiyi anlama işidir mesele. Bunu sağlayansa, özgün kuram ve “kuramın düğmeleri” diyebileceğimiz özgün kavramlar olarak karşımıza çıkar.

“Komplo kırıcı, şom ağızlı geveze adam” bolluğunda kimin doğru, kimin yanlış söylediğini bilmenin tek yolu var: Kendi yorumunu yapmak... 

Yukarıdan beri anlatageldiğimiz yorum ve yorumculuk mesleğinin en zor işi, özgün kuram ve özgün kavramlar oluşturabilme yeteneğine sahip olmak ve olmamakla yakından ilgilidir. Bunu sağlamış kimseler, örgün eğitim sonunda kazandıkları meslekleri her ne olursa olsun, yorumculuk hususunda örgün bir eğitimden geçemeyecekleri için kendi kendilerine yaygın bir öğretimin eseri olarak yorumcu ve analist olarak her zaman doğruya en yakın “teorileri” anlatan kişiler olarak tescillidirler, tescillenirler.

Sonuç

Etrafta komploların uçuştuğu bir dünyada yaşayan insanın, yaşadıklarının göründüğü gibi olmasını sanmasında bir problem yoktu bir zamanlar ve dolayısıyla yorumculuk mesleğinin ortaya çıkması da gerektirmiyordu. Bugünkü gibi bir durum, zaten bir zamanlar ihtiyaç değildi ve görünenle yetinmeye şartlanılmıştı. Lâkin günümüzde sıradan işler hâline gelen iletişim kolaylığı, bilgiye ulaşmadaki kolay mesafe ve medyanın hayatın bir parçası hâline gelmiş olması, insanların önünde devasa “Matruşka bebeklerin” bina edilmesine sebebiyet verdi. Zira dünya komplolar çağında yaşıyor! Komplo varsa, elbette onun teorisi de olacaktı. Bu sebeple ortaya çıkan “komplo teorisi” ise günümüz insanının önünde bina edilen “siyaset Matruşkaları”nın katmanlarının deşifresi olarak kendini gösterdi. Çünkü “Matruşka merakı”, anlamama sıkıntısına sebebiyet veren bir virüs gibi yayılmakta. Bu nedenle ihtiyaç duyuldu stratejist ve analistlere.

Ve işin iyisi yahut kötüsü, insanların merak hissinin tetiklediği gebelikten doğan “komplo teorisyenlerinin” göz önündeki matematiği arttıkça, komplolar da çoğaldı sanki. Buna bağlı olarak Matruşka bebeklerin sayısı arttı, katmanları sayılmaz aritmetiği ulaştı. Bu durum hasebiyle günümüzde hava ve su gibi bir ihtiyaç oldu yorum ve yorumculuk. Onun için televizyonlar ve gazeteler yorumcuların, analistlerin ve stratejistlerin cirit attığı ortamlar hâline geldi.

Yetmedi, artık günümüz insanı yaşadığı, izlediği ve şahit olduğu olayların ve komploların yorumunu bizzat yapmak ister oldu. Çünkü sözü edilen “komplo kırıcı, şom ağızlı geveze adam” bolluğunda kimin doğru, kimin yanlış söylediğini bilmenin tek yolu var: Kendi yorumunu yapmak...

Bu yüzden gençler merakla soruyor: “Yorumcu olabilmek için ne yapmalıyım?”