“KOMA”, bir
müzik tabiridir. Ana seslerin bölünmesinden kaynaklanan ara seslere denir.
Müzik dilinde bunlara diyez, bemol de deniyor. Bu diyez ve bemoller sesleri
bölerken, türkü yazılarının başında sözünü ettiğim melâlin, türküyü yakanla
türküye medâr olan hâdisenin hüznünü idrâk için açtığı aralıktan kendilerini
gösterirler.
Bu ara seslerin meydana
gelmesi, toplumun hüzün memelerinden beslenen coğrafyada hükümranlığını
sürdüren medeniyet, bu medeniyeti inşa eden mâşerî vicdan ve daha da giderek
mâşerî telezzüz ve mâşerî irfânla olur. Ancak en önemlisi, türkünün yakıldığı
kalp ve gönül hâlinin tarihini şekillendiren imanî sistem ve ruh hâlidir. Bu, Yüce
Yaratıcı’nın yarattıklarına sorduğu “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna
aldığı “Belî” cevabı üzerine ihsan ettiği melâl hâlinin ihsana muhatap olan
ümmetin, Rabbin elçisi olarak gelen İlâhî Mürebbî’ye bağlılıklarıyla bağlantılı
olan bir hâldir.
“Türkü Dinleme Kılavuzu”
yazılarına hazırlık olarak yazdığım ilk yazıda, türküyü işaret ve imâ eden
hâlin malâl olduğu üzerinde kafa yormaya çalıştım. Bizim, maddî ve manevî
hayatımız üzerinde uygulanan bütün vahşîce ameliyelere karşı hâlâ ayakta
kalabilmemizin sebebini, bize ihsan edilen melâlin emzirdiği hüznün Muhammedî
muhabbeti ima etmesinde buldum.
Melâl zuhurunun bir sebebe
ihtiyacı yoktur. Üstad Necip Fazıl’ın sözünü ettiği “burnum değdi burnuna yok’un” cümlesinde ifadesini bulan halin
tam tersi olarak, “kalbim değdi kalbine Var’ın”
cümlesiyle fehm veya idrak edilebilir.
Bir çekik yelek
Yukarıdaki iddiaya gelelim.
Milletler, ifade ettikleri her türlü kalbî hâli, adına “sanat” denilen bir fiil
ile ifade ederler. Müzik, bu sanatların içerisinde en çabuk ortaya çıkanıdır. Hadise
karşısında hazır tutulan bir malzeme gibidir. Ayrıca hâkim idarenin arkasından
dolaşmaya da yarayan bir çelik yelek gibidir.
Geçmişi günümüzden yaklaşık
yüz yıl öncesine dayanan Batı müziği merakı, Cumhuriyet’i kuran iradenin de
teşviki ve hatta zorlamasıyla topluma önce takdim edildi, arkasından devlet
eliyle kurulan kurumlar aracılığıyla çeşitli vasıtalar kullanılarak kabul
ettirilmeye çalışıldı. İlk olarak bir radyo kurulup yayına başladığında Türk
müziğinin yayını yasaklandı. Bu yasak -daha da ileri giderek- bütün yurtta
uygulanmaya çalışıldı. Bu yasağın yedi yıl sürdüğünü biliyoruz.
Mutfak meselesi
Birer musikî kurumu olarak
konservatuvarlar, kuruldukları ülkelerin musikî zenginlik ve değerlerini
muhafaza için icrâ-yı faaliyet gösterirken, ülkemizde kurulan konservatuvarlarsa
Türk musikisine vebalı muamelesi yaptı. Buradaki amaç, Türk musikisindeki
gayrinizâmî ses aralıklarını Batı musikisi seslerine benzetmek ve hatta Türk ahengini
tamamen Batı ahenginin arkasına eklemekti.
Türk musikisi seslerinin
kalbî ve manevî, Batı musikisinin ise aklî ve maddî temellere dayandığı
meselesi akademisyenlerin uzmanlık alanına girse de, meselenin sonunda kalbî ve
manevî sahayı alakadar etmesi sebebiyle burada ele alınmaya çalışıldı. Aslında
konu kendi başına ele alındığında, sonunda işin bir hars meselesi olduğu
anlaşılabilir.
Kültür diye adlandırdığımız
hars detaylar, inceliklerden meydana gelir. Vereceğimiz örneğin harc-ı âlem
olduğu doğru, ancak meselenin iyi anlaşılabilmesi için elzemdir. Örneğimiz
mutfakla ilgilidir.
Yaratan’ın insanlara ihsan
ettiği nimetler hemen hemen aynıdır. İnsanlar bu nimetleri kendi mutfaklarında ve
kendi hususî becerileriyle yemek haline getirirler. Sebze, et, un, şeker ve tuz
sonuçta aynıdır. Ayrı ayrı milletin aşçıları tarafından pişirilir, ancak o
sofralara gelen yemeklerin pişirildiği mutfaklar, o yemekleri pişiren ustaların
mensubu oldukları milletlerin mutfağı diye anılır ve bilinir.
Yeniden söyleyelim: Örnek basit,
ama bize Türk mutfağı veya İtalyan mutfağı dendiğinde nereyi ve neyi işaret
ettiğini anlamaya veya anlatmaya yardımcı olması bakamından önemlidir. Oysa
domates de, patlıcan da, et de sonunda pişirilmektedir. O mutfaklara adlarını
veren ustaların yaptıkları özel bir işlem, yapılana detay ve tat katmaktır.
İşin bütün temeli, kullanılan malzemeyi kendi üslûbunca pişirmektir. Yani bir
başka milletin aşçısının bilmediği bir inceliği oluşturmak… Medeniyetlere temel
teşkil eden kültürleri birbirinden ayıran ve ilk bakışta hesaba alınmaması
herhangi bir mesele teşkil etmeyecek bir farktır bu.
Farklılık
Milletlerin medeniyetlerini
bina ettikleri temel, binlerce incelik ve farkın bir arada korunarak yoğrulduğu
harçla karılır. Bu harcı meydana getiren incelikler, insan topluluklarını
millet haline getiren ruhun işaret ettiği irfandır. Her incelik de bu sebepten
milletlerin dinleri ve Yaratıcı ile olan ilişkilerinin özünü ima eder. Yani her
kaşıkta yenilen neyse, Yaratıcı’nın o millete indirdiği de bir ayettir.
İnsanlar ve topluluklar,
manevî hayatlarını da midelerine inen ve maddî gıdalarını oluşturan nimetlerin
verdiği güçle düzene sokarlar. Medeniyet, maddî ve manevî gıdalarla beslenirken
ortaya çıkan farklılıkların hâsılasıdır: Yazıya başlık olarak aldığım “koma işte
budur. Yüzyıldan beridir mutfağımızdan girip yatak odamızdan çıkan alafrangalık
tatmin olmamış olmalı ki, millî melâlimizin imâl ettiği nefes irfanımızın da
boğazını sıkarak, bizi biz yapan komalarımızı unutturmaya çalışıyor.
Herhangi bir mutfaktaki hususî
nüans nasıl yiyene mensubu olduğu medeniyetin lezzetini veriyorsa, musikîdeki
incelik de o milletin mensubuna o lezzeti verecektir. Günümüzde, bazı
reklamlarda vurgusu yapılan “haz”, bizim irfan sahamızın tanıdığı bir duygu
değildir. Bizim medeniyetimizin bütün hususiyeti “hüzün ve gurbet”tir.
Tehlike
Yüzyılın başından beri toplum
hayatımıza yapılan hücumlar mâşerî metânet duvarına tosladı. Ancak son
zamanlarda usta sanatçı ve araştırmacı Ender Doğan'ın, çığlık gibi bir uyarı
olan “Bana si-bemolümü verin” feryadıyla işaret etmeye çalıştığı yıkım
teşebbüsleri, millî ruhumuzda bir kanser mikrobu gibi yayılma istidadı
göstermektedir.
Bu durumun örneklerini acı da
olsa uzaktan yerli ve hatta İslamî gibi görünen grup ve cemaatlerin özellikle
okullarında, özellikle “Türk çalgısı olmasın da ne olursa olsun” der gibi bir
inatla Batı müziği sazları tercih edilmektedir. Böylece bu yeni nesil, kalbî
hassasiyetini millî irfanıyla değil, yabancı bir kültürle hemâheng kılacaktır.
Unutulmamalıdır ki, nasıl
maddî vücudun hastalık veya sağlık merkezi mide ise, manevî vücudun merkezi de
kalptir. Hazin olan, bu durumun sanatçılarımızı da tesiri altına almış
olmasıdır. Bazı televizyon programlarındaki konuşmalarında yüzde yüz yerli
hassasiyetlerini öne çıkaran edebiyatçıları bile, çok sevdiklerini söyledikleri
türküleri dahi söylerken si-bemole geldiklerinde si sesini Batılılar gibi
çıkararak (si natürel) söylemeye gayret ettiklerini gözlemliyoruz. Bu
arkadaşlara “O sesi çıkarmaya çalıştığınızda Batılı gibi olduğunuzu
sanıyorsunuz, ama bu arada hüznünüz güme gidiyor” diyecek birinin çıkması lazım.
İşin bir başka hazin yanı da
şudur: Bu hâl, dışarıdan bakıldığında belki bir musiki zevki gibi görülebilir,
ancak aslında insanımızdaki aidiyet duygusunu yitirme tehlikesini içinde
barındırmaktadır. Gezi Parkı olayları sırasında -eylem arası verildiğinde- ta
Avrupa'nın bir ucundan bir piyanonun getirilip gençleri piyano başına
toplamanın arkasındaki temel estetik saldırı üzerinde düşünmek, aidiyet
duygusunun önemini anlatmaya yeter sanıyorum. Eylem arasında müzik dinletisi
yapılacak idiyse, yine o eylemciler gibi solcu bir türkü icracısı
getirebilirlerdi. Türkünün tehlikesi ise, eylemcilerin kalbinde uyandırılması
muhtemel aidiyet duygusu sonunda eylemlerde amaçlanan sonucun alınamamasıydı.
Türkü ve koma medeniyettir...