AVRUPA’daki Aydınlanma
ve Endüstri Devrimi ile eşzamanlı olarak bilimler felsefeden kopmaya ve
çeşitlenmeye başladığında, sosyoloji, topluma dair olan bütün çeşitliliği,
değişkenliği ve tüm ayrıntıları kendi içinde inceleme konusu edinmiştir.
Sosyolojinin bir bilim olarak kabul edilmesinden önce Yunan Antik döneminde
yaşamış olan Platon ve Aristoteles gibi düşünürlerin görüşleri, Orta Çağ’dan
sonra Avrupa’nın Doğu kültürleriyle buluşması ve etkileşime geçmesiyle birlikte
yeniden değerlendirilmiş ve başvuru kaynağı olarak kabul edilmiştir.
Aydınlanma,
“Avrupa düşüncesinin aklın, deneyimin, dinsel ve geleneksel otoritelere
kuşkuyla bakmanın ve seküler, liberal ve demokratik toplumların ideallerinin
tedrici biçimde şekillenmesinin vurgulanmasıyla somutlaşan dönemi” (Marshall,
1999: 48) olarak ifade edilir. Aydınlanmanın bilim, sanat, felsefe ve din
aracılığıyla çeşitlenen bir yelpazesi vardır. Bu makale, Klasik Dönem kuramlarını
oluşturan Auguste Comte (1798-1857), Karl Marx (1818-1883), Max Weber
(1864-1920) ve Émile Durkheim’in (1858-1917) din
ile ilgili görüşlerini ele almaktadır. Kavramsal çerçevesini bu şekilde
çizdiğimiz makalemizde, her birinin din ile ilgili görüşlerinin kuramlarını
oluşturmalarında nasıl bir etkiye sahip olduğu anlatılacaktır.
Auguste
Comte
Comte,
1798’de Fransa’nın kuzeyindeki Montepillier kentinde, Katolik ve monarşi
yanlısı bir ailede doğdu. Doğduğu dönemde Napolyon, Fransa İmparatorluk tacı
giymişti. Dolayısıyla Comte, hem siyâsî açıdan, hem de sanayileşmenin hızla
geliştiği karmaşık bir Fransa içine doğmuştu. Bu durum, onun bu karmaşanın
nasıl çözüleceğine dair düşünmesini sağladı ve kendi kuramını oluşturmasında
etkili oldu.
Paris’te
doğa bilimleri alanında eğitim gördü. Öncüllerinin, dönemin toplumsal
hareketliliğini anlamlandırmaya çalışan yapıtlarını okuma ve onların
görüşlerini öğrenme imkânı buldu. Simon’un öğrencisi ve sekreterliğini yapan
Comte, Simon’daki mistisizme kayan yaklaşımından dolayı, aralarında süregelen
fikir ayrılıklarını da bahane ederek onun yanından ayrıldı (Aktay, Köktaş,
2007: 30). Evlilik ve özel hayatındaki sarsıntılar, onun tahammül gücünü
zayıflattı ve insanlardan uzaklaştırdı. Fransız Devrimi ile birlikte ortaya
çıkan “eşitlik, insan hakları ve halkların egemenliği gibi kavramların içleri
boş metafiziksel soyutlamalar ve dogmalar olduğunu söyleyerek demokrasinin
yöntemlerini savunanlara da karşı çıktı” (Cevizci, 2002:223). Toplumsal
sorunları çözümlemede öncüllerinin ve çağdaşlarının bütüncül bakamadıklarını
eleştirdi. Kendi çalışmalarında toplumu öncelikle bir bütün olarak ele aldı.
Comte,
bilimlerin ayrılığına değil, birliğine inanır. Pozitivistlerin aksine,
kendisinin felsefesini “pozitif felsefe” olarak niteler ve bu konuda geleceğe
olumlu bakar. Ona göre bilim, yeni dindir. Ve “iyi bir toplum kurmanın yegâne
yolu” bilimden geçer (Turner, Beeghley, Powers, 2015: 33). Comte bu temelde,
kendi ilgi nesnesini “toplumsal bütün” olarak tarif eder ve bu yeni nesnenin
bilimine ilk başta “toplum fiziği”, daha sonra “sosyoloji” der (Marshall,
2003:106). Tarihçileri, geçmişi “insanın deneyimini yalnızca mucizelerin ve
büyük adamların başarılarının sergilendiği bir sahne biçimi” olarak ele
almalarından dolayı eleştirir. Ve bu durum, “insanoğlunun toplumsal gelişmesini
düzenleyen yasaların keşfini” kösteklemektedir (Bottomore, Nisbet, 2002: 74).
Comte,
geçmişten gününe süregelen yaklaşım biçimlerinin eksikliğine vurgu yaparak, bir
anlamda bu yaklaşımının bir ön kabul olmasını sağlamaya çalışır. Bu çabası,
onun geleceğe yönelik pozitif ilerlemeyi mümkün kılacak kuramının altyapısını
oluşturur.
Erken
yaşlardan itibaren dinle bağını koparan Comte, başlarda dinî düşünceyi cehalete
bağlar. Dinin bir uydurma ve hurafe olduğunu savunur. Daha sonra dini,
toplumsal işlevi açısından yeniden değerlendirecektir. Öncelikle toplumları
gelişme açısından üç temel evreyle saptar: (1) Teolojik evre; çok tanrılı
inançlara sahip toplumların her şeyi doğaüstü güçlere göre açıkladığı dönemdir.
(2) Metafizik evre; ilkinden farklı olarak yine toplumsal her şeyi doğaüstü güce
dayandırıldığı açıklamalardır, ancak tanrı tek olduğu için daha istikrarlı ve
sistematiktir. (3) Pozitif evre; düşünceler ve açıklamalar spekülasyonlara değil
bilime, soyut felsefeye değil empirik deneylere dayandırılır. (Slattery, 2007:
72). Ancak pozitif evrede de insanların bir dininin olması gerektiğine karar
verir ve bu din, “insanlık dini” olan pozitivizmdir.
Bir
toplumda gerçek birliğin var olabilmesi için, herkes tarafından benimsenen
temel düşüncelerin bütününün tutarlı bir bütün oluşturması gerektiğini
belirtir. Bunun imkânını ancak din sağlar. Pozitivizmi son din, kendisini de
peygamber ilân edecek kadar ileriye taşır savını. Yeni din, insanlığa inanmakla
başlar. Tüm diğer dinlere karşı saygılıdır. Çünkü ona göre diğer dinler,
insanları pozitivizme hazırlamıştır. Bu anlamda İslâm’ı da araştırmıştır.
Eserlerinde İslâm ve Son Peygamber Hazreti Muhammed ile ilgili övgü dolu
sözlere yer verir. Hatta diğer dinlerden daha çok İslâm, Müslümanları
pozitivizme uygun bir şekilde yoğurmuştur. Bundan “Pozitivizmin İlmihali”nde
bahseder. Kuramının ağlarını örerken, ilk yıllarda “dinî kuramlar ve dinî mevki
sahipleri rasyonel bir toplumsal düzenle bağdaşmazlar”; ancak sonradan ona göre
din, “salt bir kuruntu olmaktan çok bir davranış uyaranı ve insan toplumunun en
önemli bağıdır” (Aktay, Köktaş, 2007: 29-30).
Özetle Comte, başlarda dini ilerlemenin önündeki engel olarak görürken, ilerleyen yaşlarında onun toplumsal işlevini fark ve kabul etmesiyle birlikte, kendi kuramını yeni bir din olarak sunar. İlerlemeci yaklaşımıyla tüm toplumların kurtuluşu buna bağlıdır. “Modern toplumda toplumsal birlik isteğinin -toplumsal otorite- temelde, politik ya da ekonomik güçlerden değil, ahlâkî ve entelektüel güçler” (Swingewood, 1998: 69) tarafından sağlanacağı hükmüne varır. Bu ahlâk, soyut olarak dini temsil eder ve bu din, insan aklının ürünüdür; aklı yüceltir. Ona göre “akıl güç değildir, olamaz da; çünkü akıl, bir bakıma en yüce şeydir” (Aron, 2004: 87). Ve bu en yüce şey, “bireyi kendi kişisel çıkarını değil de toplumun çıkarını düşünecek, onu kendi çıkarına üstün tutacak şekilde yetiştirecek, böylece toplumda benciliğin yerini özgecilik alacaktır” (Cevizci 2002: 223).
Karl
Marx
Marx,
1818’de Trier’de dünyaya geldiğinde, şehir Prusya İmparatorluğu’nun
himayesindeydi. Ve o yıllarda Prusya’da Yahudiliğe iyi gözle bakılmazdı.
Yahudilerle ilgili bu dışlayıcı yaklaşıma aşağıda Durkheim’in dinle ilgili
görüşleri yazılırken değinilecektir.
Marx’ın
babası, Marx doğmadan önce bir seçim yapmak durumunda kalmıştır: Ya din
değiştirmesi gerekmektedir ya da mesleğinden feragat etmelidir. O da din
değiştirmeyi seçmiştir. Dolayısıyla Marx, Hıristiyan bir babanın ve Yahudi bir
annenin çocuğu olarak dünya gelir. Aile üyeleri arasında birçok haham vardır.
Ancak kendisi ve kardeşleri devlet tarafından Hıristiyan olarak vaftiz
edilirler.
Babasının
yolundan gitmeye karar veren Marx, hukuk eğitimi alır ancak eğitim hayatı
boyunca ve sonrasında felsefe ve tarihle de yakından ilgilidir. Öğrencilik
yıllarında Genç Hegelcilerle[i]
karşılaşır. Bir süre onlarla hareket eder. Hegelci idealizmi tanır ve bunu
reddeder; buna rağmen onun diyalektik yöntemini kabul eder. Marx’ı genç
yaşlarda etkileyen isimlerden biri de Feuerbach[ii]’tır.
Feuerbach da, Hegel’in nesnel idealizmini benimsemiş ama daha sonra
tinselcilik/materyalizm karşıtlığında materyalizmin tarafında olmuştur. Bu iki
ismin etkisiyle, sonuçta Marx din ile bağlarını genç yaşta koparmış ve ateist
olmuştur.
Marx,
din ile ilgili düşüncelerini gençlik yıllarında bırakır. Ona göre dinin
eleştirisi yapılmış ve konu kapanmıştır. Raymond Aron’a göre o, “her şeyden
önce kapitalist rejimin sosyoloğu ve iktisatçısıdır; Marx bu rejimin, insanları
uğrattığı yazgı ve karşılaşacağı evrim kuramını yapmıştır” (2004:117). İlgisini
tamamen ekonomiye ve kapitalizmin çözümlenmesine çevirmiştir. Avrupa’nın
kıtalar aşarak sömürü yoluyla zenginleşmesi, burjuva sınıfının oluşması ve bu sınıfın
makinalaşmasıyla birlikte sermaye sahipleri olarak seri üretime geçip daha da
zenginleşmek için pazarını genişletmesi ve işçi sınıfının emeğinin karşılığı
olan ücretleri minimize etmesini konu edinir. Onun kuramı, “tamamen üretim
araçlarına sahip olduğunda iktidarı kullanan burjuva sınıfı ile burjuvazinin
yerini alacak sınıf olarak düşünülen emekçi sınıf arasındaki doğa farkı üzerine
kuruludur” (Aron, 2004: 160).
Kapitalizmin
doğuşundan ziyade evrimine dair kafa yormuştur. İlerlemeci olan Marx, kapitalizmin
doğal bir sürecin uğrağı olduğuna inanır. Dolayısıyla kuramı, tarihsel
maddeciliğe ve temel ekonomiye dayanır.
Kapitalizmin
ortaya çıkmasıyla birlikte, üretici güçler siyasal güçleri de ele geçirir.
Böylece Marx’a göre diğer bütün kurumlar, ekonomi temelli bir alt ve üstyapı
şeklinde formülize edilir. Altyapıyı ekonomiyi temsil eder. Diğer bütün
kültürel, ideolojik ve politik pratikler ve kurumlar üst yapıyı oluşturur.
“Üretim ilişkileri (üretimin iş bölümü, otorite ve hukuk aracılığıyla toplumsal
açıdan örgütlenme yolları) ekonomik yapıya denk düşmektedir. Marx’ın modeli,
üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında denk bir ilişki bulunduğunu
varsayar, üretim ilişkileri bir bütün olarak üretim çıkarlarına hizmet ederken
üstyapının gölge-fenomen statüsüne indirgenmesiyle ekonomik güçler öncelik
kazanmaktadır” (Swingewood, 1998:106). Modern devletin yürütme erki tüm
burjuvazinin ortak faaliyetlerini düzenleyen bir komiteden başka bir şey
değildir (Turner, Beeghley, Powers, 2015: 155).
Sonuç itibariyle Marx’a göre devlet, “basitçe, burjuva sınıfının mülkiyetini ve çıkarlarını güvence altına almak üzere kendiliğinden benimsediği örgütlenme biçimi değil, sivil toplumun yabancılaşmış toplumsal ilişkilerinden gelişen bir kurumdur” (Swingewood, 1998: 211).
Marx (ve dostu Engels), insan ürünü olduğuna inandıkları dinin bilinçli bir şekilde ortadan kaldırılmasıyla insanın özgürleşeceğine inanmaktadır.
Anlaşıldığı
üzere devlet, halkın bir anlamda kayıtsızlığı sonucu ortaya çıkmıştır. Çünkü
halk, eşitsizliğe dayalı bir süreçte kendine yabancılaşmıştır. Bu eşitsizlik
üzerine “iktidar, ekonomik yapının politik toplum içindeki yansımasıdır”
(Swingewood, 1998: 211).
Yabancılaşma,
Marx’ın din ile ilgili görüşlerinin temelini de oluşturur. Hegel ve
Feuerbach’tan yabancılaşma konusunda etkilenmiş olduğu hâlde, “yabancılaşma
konsepsiyonunun, insan hayatının hem boş, değersiz ve yabancılaşmış olduğunu, hem
de doğru kavrayış ve sağlam bir yoruma erişilmesi durumunda gerçekte
yabancılaşmış olmadığını savunmak bakımından çelişik olduğunu” söylerken toplum
düzeniyle olan ilişkisini de vurgulayan Marx, Hegel ve Feuerbach’tan
yabancılaşmanın nasıl sona ereceği konusunda da ayrılır. Ona göre yabancılaşma,
bir yanılsama değil, gerçek durumdur. Yabancılaşma bağlamında temel problem
öyleyse, yabancılaşmış bireylerin özgürleşme yolunda düşsel birtakım engeller
değil de zihin dışı gerçek engeller bulunmasından dolayı anlamlı eylemlerde
bulunacak, değerli birtakım engelleri hayata geçirecek güçten yoksun olmaları
söz konusudur (Cevizci, 2002: 687-688).
Bu
tespitlerin ardından Marx, evrensel, özgür, bilinçli ve toplumsal olan insanın
önündeki en büyük engelin din olduğu sonucuna vardır. Din ve dinin toplum
üzerindeki etkisi kaldırılmadan, doğal bir sürecin durağı olan kapitalizmden
prokapitalizme geçilemeyeceğini savunur. Özgür ve bilinçli birey, bu sayede
teknolojiye değil, sadece teknoloji tarafından üretilen nesnelere tapmak olarak
ifade ettiği fetişizmden de kurtulacaktır.
Yukarıda
Marx’a dair verilen bilgiler ışığında, onun dine dair düşünceleri daha iyi
anlaşılacaktır. Zira en yakın dostu Engels ile birlikte yaptığı çalışmalarda,
din ile ilgili yorumları, kendilerinin takipçileri tarafından farklı yorumlara
sebep olmuştur.
Marksizm’den
kopmak istemeyen ve düşüncelerini Marksizm üzerine kuran bazı düşünürler, onun
ünlü “Din afyondur” söylemini olabildiğine olumlu açıklamaya çalışmışlardır.
Marx’ın yaşadığı dönemde afyon, iyileştirici, tedavi edici bir amaçla da
kullanılmış olduğu için, Marx’a ve Marksizm’e gelen eleştirileri hafifletmek
amacıyla bu yöne işaret ederek ılımlı açıklamalar yapmışlardır. Ancak durum
öyle değildir. Marx ve Engels’in birlikte çıkardıkları bazı eserlerden
özetleyerek derledikleri “Din ve Sosyoloji” başlıklı makalelerinde[iii]
dine dair sert bir giriş yaparlar. Onlara göre Almanya’daki din eleştirisi
tamamlanmıştır ve bu hareket tüm din eleştirilerinin de öncüsüdür.
“Kalplere
(gönüllere) ve mihraplara seslenen hitabı reddedileli beri hatanın din dışı
varoluşu gözden düşmüştür. Cennetin fantastik gerçekliği içinde süper insanı
arayan fakat orada kendi yansımasından
başka bir şey bulamayan insan, kendisinin asıl gerçekliğini araması gereken yerde,
artık kendi benzerinden -insan dışından- başka bir şeyi bulmaya
çalışmayacaktır”. Onlara göre, dinin aşkın hiçbir boyutu yoktur. Çünkü din
insanı değil, insan dini inşâ etmiştir.
“Din
henüz kendini bulamamış veya zaten kendini tekrar kaybetmiş insanın öz bilinci,
özel hissiyatıdır… Din, bu dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik bir
özeti, popüler bir form içindeki mantığı, onun ruhsal onur meselesi, coşkusu,
onun manevî müeyyidesi, ciddî tamamlanışı, teselli ve haklılaştırımı için
evrensel bir zemindir… Dinsel ıstırap
aynı zamanda gerçek ıstırabın bir ifadesi, gerçek ıstıraba karşı bir
protestodur. Din, bastırılmış varlığın müşahedesi, kalpsiz bir dünyanın
kalbidir, tıpkı ruhsuz bir dünyanın ruhu olduğu gibi. Din, insanın afyonudur. Dinin ortadan kaldırılması,
insanların gerçek mutluluğu için gerekli olan aldatıcı (illusory) bir mutluluk
gibidir. Onun koşullarıyla ilgili aldanıştan (illüzyondan) vazgeçme isteği, aldanışlara ihtiyaç duyan bir koşuldan
vazgeçme isteğidir. Dinin eleştirisi, böylece hâresi olan bir hüzün, bir
sıkıntı ırmağının tasarı hâlindeki eleştirisidir” (Aktay, Köktaş, 2007:
121-122).
Sonuç itibariyle Marx (ve dostu Engels), insan ürünü olduğuna inandıkları dinin bilinçli bir şekilde ortadan kaldırılmasıyla insanın özgürleşeceğine inanmaktadır. Bu sayede, eşitsizlikten doğan çatışmanın bir sonucu olarak proletarya, devrim yapıp üretim araçlarını ve iktidarı ele geçirecektir.
Max
Weber
Modern
sanayi toplumunu çözümlemeye çalışan ve tartışmasız sosyolojinin kurucuları
arasında kabul edilen Weber, kapitalizmi çözümleme yönteminin farklılığıyla
değil sadece, din ve rasyonel bir temele dayanan bürokratik yapıyı da analiz
etmiştir. Prusya’da tanınmış bir hukukçu ve liberal bir babanın oğludur. Geniş
bir yelpazeye uzanan ilgi alanları, onu akademik kariyerinde de genç yaşta
profesörlüğe kadar yükseltmiştir. Ancak politik profesör olarak görev yaptığı
dönemde girdiği şiddetli bir tartışma neticesinde akademiden ayrılır ve 10 yıl
boyunca Avrupa’nın birçok kentini ve sonra da Amerika’yı gezme imkânı bulur.
Yeni dünyada sosyal hayatın hızlı değişimine ve çeşitliliğe yakından tanıklık
eden Weber, toplumsal düzen analizini ayrıntılı, kompleks ve gerçekte toplumu
bir bütün olarak ele aldığı hâliyle çağdaşlarından farklı tasavvur etmiştir.
Esasında Almanya’daki düşünürler de pozitivist gelenekten etkilenmiş, ancak kendine özgü bir metodoloji geliştirmeyi ve pozitivist Ortodoks çizginin temel argümanlarından uzaklaşmayı başarmışlardır. Anlama (verstehen) üzerine yoğunlaşan Wilhelm Diltey (1833-1911), Heinrich Rickert (1863-1936) ve Wilhelm Windelband (1848-1915) sosyal bilimler ve kültür bilimlerinde epistemolojik sorunlara eğilmişler ve kültürel analizler yapmışlardır. Alman geleneği içerisinde bu isimler arasında en etkili isim kuşkusuz Weber’dir. Çünkü o, “sosyolojiyi toplumsal eylemin araştırılması olarak görür” (Turner, Beeghley, Powers, 2015:221). “Weber, bir bilim olarak sosyolojinin genel kavramsal çerçevesini en iyi bir biçimde ortaya koyduğu, tutarlı bir sosyal bilimler felsefesi geliştirdiği ve nihayet modern endüstri toplumunun temel özelliklerini sağlam bir biçimde kavrayıp ifade ettiği için, modern sosyolojinin kurucusu olarak tanınır” (Cevizci 2002: 1092).
Weber, Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu kitabında öncelikle Hıristiyanlık dininin mezheplerine ve toplumsal tabakalaşmaya değinir, din kaynaklı statü gruplarının dinle bağlantısını ve kapitalizmin ruhunu açıklar.
Julien
Freund, Max Weber Zamanında Alman
Sosyolojisi başlıklı makalesinde[iv],
Weber’in sosyoloji geleneği içerisinde farkını şu ifadelerle ortaya koyar: “O,
bu alana en az iki açıdan belirleyici katkıda bulunmuştur. (1) Weber
yorumlayıcı (interpretive) yöntemi getirdi. Weber’in değeri, bu yöntemi
kavramsal olarak ve daha kesin bir biçimde irdeleyerek sosyolojiye uygulamış
olmasıdır. (2) Weber’in yöntem bilgisine yaptığı diğer bir katkı, Pareto’yla
birlikte önde gelen kuramcılarından olduğu nedensel çoğulculuk kavramıdır. Bu,
onun anlamaya yönelik yöntemini tamamlar ve de mekanik ve tek taraflı
nedensellik modelini yetersiz olduğu için reddeder.” (Bottomore, Nisbet, 2002:
174-176.)
Weber,
din konusunda hassastır. Her ne kadar Hıristiyanlığın karşısında Doğu dinlerini
küçümsediği eleştirilerine maruz kalmış olsa da -ki bu anlamda bu eleştirilerin
haklılık payı vardır- amacının dinlerin felsefesini eleştirmek olmadığını
sıklıkla vurgular. Kendisinin asıl amacının, dinin toplumsal yansımalarını,
nasıl geliştiklerini ve ne gibi sonuçlar doğurduklarını araştırmak olduğunu
vurgular. Hatta Din Sosyolojisi başlıklı
makalesinde, “Dinsel davranışın dışsal seyirleri o kadar farklıdır ki bu
davranışın anlaşılması, ancak ilgili bireylerin öznel deneyim, düşünce ve
amaçları bakış açısından -kısaca dinî inanışın ‘anlamı’nın bakış açısından
(Sinn)- mümkün olabilir” (Aktay, Köktaş, 2007: 153) diyerek din algısının bir
anlamda bireye kadar indirgeneceğini hatırlatır. Buna rağmen Weber aynı
makalesinde, “Ekonomik ve siyâsî olarak belirlenen toplumsal etkilerin, belli
koşullarda dini ahlâk üzerinde ne kadar çok ağırlığı olursa olsun, asıl
damgasını yine dinsel kaynaklardan, en başta da o dinin açıklanan amaç ve
vaatlerinin muhtevasından alır” (Aktay, Köktaş, 2007: 166) diye, kendi
bütünlükçü yaklaşımı benimseyen metodolojisini nasıl temellendirdiğini
vurgular. “Dinlerin tebliğ ve vaatleri, doğal olarak kurtuluş ihtiyacı içinde
olan kitlelere hitap etmekteydi” (Aktay, Köktaş, 2007: 168).
Kendisini
Ortodoks Hıristiyanlığın pençesinde hisseden Almanya’da, Calvinizmin ardından
Protestanlığın ilânı ve yaygın kabulü, Almanların da dinî yaşayışını etkiledi.
“Weber’in düşüncesine göre, kapitalizmin bir defalık bir tarihsel fenomenin,
çileci Protestanlığın ürünüydü ve onun kültürel anlamı, bu ‘ideal’ köklere
bağlıydı; sonuçta, bazı bireyleri fiilen özel olarak çalışmaya ve rasyonel
toplumsal eyleme yönlendiren, motivasyona bağlı bir yapı ortaya çıkarıyordu”
(Swingewood, 1998: 183). Weber’in başlarda makale olarak ele aldığı, daha sonra
kitaplaştırdığı Protestan Ahlâkı ve
Kapitalizmin Ruhu kitabı, “ne bir tarihsel analiz, ne de bir siyasal tarih
yorumudur; o daha ziyade, Weber’in tarihsel bir hipotezi bir kavramsal araç
olarak ideal tiplerden yararlanarak tasarladığı mantıksal bir deney
aracılığıyla sınanmasının parçasıdır” (Turner, Beeghley, Powers, 2015: 243).
Weber,
Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu kitabında
öncelikle Hıristiyanlık dininin mezheplerine ve toplumsal tabakalaşmaya
değinir, din kaynaklı statü gruplarının dinle bağlantısını ve kapitalizmin
ruhunu açıklar. Doğu-Batı ilişkisini dikotomik bir çerçeveden ele alan Weber,
karşılaştırmalı analizler yapar. Gerek tarihsel seyirde, gerekse eşzamanlı
gelişmelerde toplumsal analizinde başvurduğu otorite tipolojilerinde bu ayrım
belirgindir. İktidar ve otorite ilişkisini bu tipoloji üzerinden açıklarken
bürokrasinin de açılımını yapar. Asketizmin, Luther’in meslek kavramıyla
ahirete yönelik yanı dünyevîleşmiştir. Başlarda Marksist analiz biçimlerini
çürütmek amacıyla yazdığı kitabının sonunda, “Amerika Birleşik Devletleri’nde
dinî ve ahlâkî kılıfından sıyrılmış olan kazanç uğraşısı, bugün ona bir spor
karakterini veren yalın dünyevî tutkularla birleşmiştir” diye ifade ettiği
dünyevî asketizmin sonuçlarından ümitsizliğini de dile getirir.
Son olarak, “Çağdaş insan, genelde en iyi niyetle de olsa dinî inanç içeriğinin yaşam biçimi, kültür ve ulusal karakter açısından önemini, olması gerektiği kadar ortaya koyamaz” diye ekler (Weber, 2005: 141-142).
Émile Durkheim
Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Fransa’nın küçük bir
kasabası olan Epinal-Lore’de dünyaya gelir. Erken yaşta kaybettiği haham
babasının isteği üzerine önce din eğitimi alır. Eğitimi süresince felsefeyle
ilgilenir. Çalışma hayatına da felsefe öğretmeni olarak başlar.
Durkheim de çağdaşları gibi “Toplum düzeni nasıl sürdürülür?”
sorusuna cevap aramıştır. O da çağdaşlarının birçoğu gibi organizmacı bir
yaklaşıma sahiptir. Onlardan farklı olarak bireye inebilmiş ve “Bir birey
topluluğu nasıl olur da bir toplumu oluşturabilir?” (Aron, 2004: 256) sorusuyla
birey ve toplum ilişkisi üzerine yoğunlaşmıştır.
Durkheim’e göre insanın istekleri sınırsız ve doyurulması
imkânsız olduğu için bunlar kontrol altına alınmalıdır. Bireyin istekleri ile
toplumun düzen ve kontrol ihtiyaçları arsında sürekli bir çatışma veya gerilim
vardır ve bu her zaman sürecektir (Slattery, 2007:34). Bu, geçmişte de böyle
olmuştur, bugün de böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır. Durkheim’e göre
sağlıklı toplumlarda bu gerilim, toplumsal bir konsensüs ile kontrol altına
alınmıştır. “Toplumsal dayanışma” olarak kavramsallaştırdığı bu konsensüsü
anlamlandırmak için Durkheim, “geleneksel toplumların basit sosyal yapılarını
modern toplumların karmaşık işbölümüyle karşılaştırmak ve analiz etmek için iki
toplumsal düzen biçimine -mekanik ve organik dayanışmaya- başvurur” (Slattery,
2007:114).
Geleneksel toplumlara karşılık gelen mekanik dayanışmada aile ve din, birer sosyalleşme aracıdır ve bu toplumlar basit, farklılıkların az olduğu, özel mülkiyetin olmadığı iş bölümüne dayalı itaat eden bireylerden oluşan toplumlardır. Organik toplum ise, gelişen modern toplumu ifade eder ve iş bölümünün olduğu, sanayi ekonomilerinin belirlediği farklılaşan meslek kollarına dayanan ve özel mülkiyetin olduğu toplumlardır. Durkheim, organik toplumlarda birbirine sıkı sıkıya bağlı bireylerin oluşturduğu gruplar ile toplumun bütünü arasında ilişki kurar (Aron, 2004:256). Parçaların olgusal nitelikleri toplumdan topluma farklılık gösterir ve “toplumsal olguları nesne gibi gözlemek ve toplumsal olguyu uyguladığı baskı ile tanımak, Durkheim’in metodolojisine temel olan iki öneridir” (Aron, 2004:291).
İnsanlar iyi ve kötüdür. Hem iyi, hem de kötü… Toplumsal konsensüsü sağlaması bakımından dinin işlevi vazgeçilmezdir.
Durkheim’in
sosyolojisinde din de bu açıdan -bir olgu olarak- önemli bir yere sahiptir.
İnsanlar iyi ve kötüdür. Hem iyi, hem de kötü… Toplumsal konsensüsü sağlaması
bakımından dinin işlevi vazgeçilmezdir. Ancak bunu yaparken, ilkel dinleri asla
aşağılamadığını ve toplumsal bir gerçeklik olarak kabul ettiğini vurgular. Dinî
mensubiyetini çalışmalarının dışında tutmaya çalışarak, bir bilim adamının
objektif olabilmesi gerekliliğinin de altını çizer.
Raymond
Aron, Durkheim’e ayırdığı bölümde sırasıyla onun üç kitabına da yer verir: “Toplumsal
İş Bölümü”, “İntihar” ve “Dinsel Yaşamanın İlksel Biçimleri”… Bu üçünde de
dinin genelde toplumu, özelde bireyi nasıl etkilediğini ortaya koymuştur. Her
üç kitabında da yaklaşım biçimi sosyolojiktir. Söz konusu din olduğunda ise
“sosyolojik açıklamanın iki niteliği vardır; bir yandan bireylerin aynı yerde
toplanmalarıyla oluşan ortak coşku dinsel olguyu ortaya çıkartır ve kutsallık
duygusunu hazırlar, öte yandan da bireyler farkında olmadan toplumun kendisine
tapar” (Aron, 2004: 289).
“Dinsel
Yaşamın İlksel Biçimleri” eserinde Durkheim, “ilksel” ifadesini çağdaşları gibi
evrimci bir yaklaşımla değerlendirmemiş, çağdaş kurumları ahlâkî açıdan önceki
öğelerden üstün olarak ele almamıştır (Bottomore, Nisbet, 2002: 209).
Durkheim,
Din Sosyolojisi makalesinde[v],
“Dinin var olmaya başlamış olduğunu söyleyebileceğimiz bir an yoktur ve sonuçta
bizi zihnen oraya taşıyacak bir yol bulmaya ihtiyaç da yoktur. Tüm beşerî
kurumlar gibi dinin de hiçbir yerde bir başlangıç noktası yoktur… Yapmak
istediğimiz şey, dinî düşünce ve pratiğin en esaslı biçimlerinin tâbi olduğu,
her zaman var olan nedenleri ayırt etmenin yolunu bulmaktır” der (Aktay,
Köktaş, 2007: 139). Onun vardığı sonuç, dinin fazlasıyla toplumsal bir gerçek
olduğudur. Onun metodolojisinden ziyade, bu makalede dine dair düşünceleri ele
alındığından, son olarak dinler hakkındaki genel görüşüne son kez kulak vermek
gerekir: “Esas itibariyle yanlış olan hiçbir din yoktur. Hepsi kendilerine göre
doğrudur; hepsi de -değişik yollarla da olsa- insanî varoluşun belirli
koşullarına karşılık gelir” (Aktay, Köktaş, 2007: 134).
Sonuç
niyetine
Her
bir kuramcının kendi başlıkları altında dine dair görüşlerini aktarırken, satır
aralarında değerlendirmelerimizi de yaptığımız için ayrıca bir değerlendirme
yapma ihtiyacı duyulmamıştır. Ancak her bir sosyoloğun toplum ve din ilişkisine
dair kendi yaşanmışlıkları, deneyimleri, tecrübeleri ve en önemlisi de birikimlerinden
hareketle yapmış oldukları din açıklamaları, yetersiz veya eksik veya çelişkili
olduğuna dair eleştirilere maruz kalmış olsa da kendi kuramları içerisinde
tutarlıdır. Ayrıca din ile ilgili değerlendirmelerinin kaynağında din olarak
Hıristiyanlığın olduğu unutulmamalıdır.
Buna
rağmen, bu sosyologların sosyolojiye katkıları yadsınamaz.
Günümüzde,
ülkemizde dinle ilgili tartışmalar alevlenmişken, bozulmamış olduğu herkesçe
kabul edilen Kur’ân’ın özünün değil, yaşama biçimlerinin, gelenekselleşmiş hâliyle
zamanla öze aykırı yorum ve uygulamaların baz alınması gerektiği de hem bilim
adamlarınca, hem de ulema sınıfınca kabul edilmekte, bu ilke ve bu ön kabul
ışığında tartışmaların genişletip yaygınlaştırılması gerektiği de herkesin malûmudur.
Kaynakça
Aktay,
Y., Köktaş, M. E. (2007) Din Sosyolojisi,
Üçüncü Baskı, Vadi Yayınları, Ankara.
Aron,
R. (2004) Sosyolojik Düşüncenin Evreleri,
Korkmaz Alemdar (Çev.), Beşinci Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara.
Bottomore,
T., Nisbet, R. (2002) Sosyolojik
Çözülmenin Tarihi, İkinci Baskı, yraç Yayınevi, Ankara.
Cevizci,
A. (2002) Felsefe Sözlüğü, Beşinci
Baskı, Paradigma Yayınevi, İstanbul.
Marshall,
G. (2003) Sosyoloji Sözlüğü, Osman
Akınhay – Derya Kömürcü (Çev.), İkinci Baskı, Bilim ve Sanat, Ankara.
Slattery,
M. (2007) Sosyolojide Temel Fikirler,
Ümit Tatlıcan – Gülhan Demiriz (Çev.), Birinci Baskı, Sentez Yayıncılık,
İstanbul.
Swingewood,
A. (1998) Sosyolojik Düşüncenin Kısa
Tarihi, Osman Akınhay (Çev.), İkinci Baskı, Bilim ve Sanat, Ankara.
Turner,
J. H.,Beeghley, L., Powers, C. H. (2015) Sosyolojik
Teorinin Oluşumu, Ümit Tatlıcan (Çev.), Beşinci Baskı, Sentez Yayıncılık,
İstanbul.
Weber,
M. (2005) Protestan Ahlakı ve
Kapitalizmin Ruhu, Zeynep Gürata (Çev.), Dördüncü Baskı, Ayraç Yayınevi,
Ankara.
[i] “Hegel’e göre,
insan, bilgide kendisinin dışında olan, kendisinin yaratmadığı ve insandan
bağımsız olan bir dünyayı tecrübe etmektedir. Bu doğal dünya bütünüyle zihnin
eseridir, fakat biz insanların zihinlerinin eseri değildir; bilgimizin
nesneleri bizim zihnimiz tarafından yaratılmamıştır. Bundan Hegel’e göre, şu
sonuç çıkar: Bu dünya, bu dünyayı meydana getiren ve bilgimizin konusu olan
nesneler, sonlu bireyin, insan zihninden başka bir zihnin eseri olmalıdır.
Bilginin nesneleri ve dolayısıyla bütün bir evren mutlak bir öznenin, mutlak
bir Zihin, Akıl ya da Tinin ürünüdür. Hegel’in Tin, Geist, İde, Mutlak, Mutlak
Zihin adını verdiği tinsel varlık, tüm bireysel, sonlu insan ruhlarının
dışındaki nesnel bir varlıktır. Hegel, Mutlak Zihnin, Geist’ın özüne,, insan
aklı tarafından nüfuz edildiğine inanır, çünkü Mutlak zihin, insan aklının
işleyişinde olduğu kadar, doğada da açığa çıkar (Cevizci, 2002: 476).
[ii] “Dinin gerçek ya
da antropolojik özünü çözümleme çabası içine giren Feuerbach, Tanrı’nın,
insanın içedönük doğasının dışa dönük karşılığı ya da yansıması olduğunu iddia
etmiştir. O, Tanrı’ya yüklenen çeşitli sıfatları tartışarak, bu niteliklerin
insan doğasının farklı ihtiyaçlarının karşılığı ve ifadesi olduğunu
savunmuştur. Tanrı’nın insandan bağımsız bir varlığı olduğu görüşünün, bir
çerçeve içinde, vahiy ve kutsal nesnelere inanmaya yol açtığını öne süren
Feuerbach, teolojiyi antropolojiye indirgemiştir” (Cevizci, 2002: 412).
[iii] Aktay ve
Köktaş’ın derledikleri Din Sosyolojisi
kitabında.
[iv] Bottomore ve Nisbet’in
derlediği Sosyolojik Çözülmenin Tarihi
kitabında.