BU
dünyanın devranına/ Aldanma gönül aldanma./ Zilli çanlı kervanına/ Aldanma
gönül, aldanma.
Yüze güldürür devranı,/ Sonra okutur fermanı./ Bulamam
derde dermanı./ Aldanma gönül, aldanma.
Bilir misin neden nesin?/ Bir gün kesilecek sesin./ Çürür
cisminle kafesin./ Aldanma gönül aldanma.
Evden barktan geçeceksin,/ Ecel tasın içeceksin./ Ne
ektinse biçeceksin./ Aldanma gönül, aldanma.
Cafer sözünü kısa kes,/ Kem âlâta
eyle heves./ Menzil almaz tamam nekes,/ Aldanma gönül, aldanma.
Türkülerin derleme sırasında karşılaştığı tehlikeler,
genellikle sonradan icrası sırasında ortaya çıkar. Türkülerimizin bugünkü
haliyle okunması sırasında genellikle sözlerde yapılan yanlışlıkların çeşitli
sebepleri vardır. Derleme gayretlerinin zirveye ulaştığı dönemlerde ses kayıt
cihazlarının yetersizliği, kaynak kişinin başkent Ankara'dan gelen devlet
erkânı karşısında duyduğu heyecanla kapıldığı telaş ve en önemlisi de
derlemeleri notaya alanların “yore” aksan veya şivesini bilememesinden doğan
yanlışlıklardır.
Bu son maddenin, çok bilinen Urfa türküsünde, aslı “Kadanı alayım” olan cümleyi, o yörenin
şivesiyle “kaday ben alım” şeklinde
okuyan kaynak kişinin dediğini anlamayıp “Kaday belay vay” diye kayda geçtikten sonra aslına
döndürülmesi mümkün olmuş mudur bilmiyorum.
Bir de sözün mahiyetini tam anlamadan, daha doğrusu
söylenilenin arkasındaki mücerret (soyut) mananın ima ve yahut ne ifade etmek
istediğini idrak etmeden söylenenler var ki, bu durum, özellikle türkü icra
edenlerin dikkatinden genellikle kaçmaktadır. Ya da kaçmakta mıdır, yoksa anlamı
idrak edilemeyince sallanmakta mıdır, üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele
de budur.
“Gönül
gel seninle…”
Derviş Ali'ye nispet edilen, ancak Pir Sultan Abdal'ın
olması hayli mümkün olan “Gönül, gel seninle
muhabbet edelim!” mısraıyla başlayan türkü de bu duruma örneklerden
biridir. Türkünün birinci mısraındaki hece sayısı 12’dir. Türkü, kendi
içerisinde bunu müzikle idare ediyor diyelim (Aslı: “Gönül, gel seninle sohbet edelim!”),
ikinci mısradaki “Araya kimseyi alma sevdiğim” sözleri, birinci
kıtanın dördüncü mısraında belirginleşen ve “Kaldır gönlündeki karayı/sarayı
gönül” diye devam eden “sarayı, yarayı, verâyı, sırayı” rediflerine aykırı bir
redif olarak ortada durmaktadır.
Birinci kıtadaki ikinci mısranın “Bu kadar uzatma
arayı gönül”, ikinci mısraın da “Ya benim kimim var, kime varayım?” olması daha
makuldur ve zaten öyledir: “Gönül, gel seninle sohbet edelim!/ Bu kadar uzatma
arayı gönül./ Ya benim kimim var, kime varayım?/ Kaldır gönlündeki sarayı gönül…”
Bu şiirin türkü olarak icrasında Hatâyî bölümü, asıl
amaç olarak gönül aracılığıyla sevgiliye ölümü hatırlatmak olduğu halde, ikinci
mısra değiştirilerek şairin meramı -tabiri câizse- katledilmiştir. Aslı
şöyledir: “Pir Sultan'ım öğüt verir özüne,/ Gönül lutfeyleyip gelmez sözüne./
Azrail konarsa göğsün düzüne,/ O zaman beklemez sırayı gönül…”
İcracı ise bütün şiirin anlamını berhava edecek bir
değişiklik yapıyor ve “Gönül lutfeyleyip geldi sözüne” diyor. Şimdi soralım: Gönül âşığın sözüne
geldiyse, âşık ölümü neden hatırlatsın?
Türkü icracılarının bu inceliği anlamalarını
beklemeyelim, tamam, ancak bu türküyü okuyan mektepli okur yazar takımının da
aynı yanlışı sürdürmelerini nasıl karşılayacağız? Sanat dediğimiz şey,
kavuşulmamış aşkların hikâyesini, yani vuslata ermemiş iki gönlün macerasını
anlatır. Özellikle şiire sesle hayat veren türküdür. Gönül lutfeyleyip sözüne
geldiyse, tâ şiirin başından beri ya şair bizimle kafa buluyor yahut tam hicran
ateşiyle yandığı sırada sevgili, âşığın sözüne geliyor.
“Eh, şair ne yapsın, bu kadar güzel mısralar ortaya
çıktıktan sonra da şiiri feda edemiyor” mu diyeceğiz? Peki, o söze lutfederek gelip
ortaya çıkan sevgiliye Azrail’i hatırlatmak neden? Türküler uzaktan saf
görünseler de ahmak değildirler.
“Kızım
sana söylüyorum…”
Gelelim sevgili kardeşim Murtaza'nın, Cafer Baba'nın
sözleriyle söylenen türküdeki itirazına…
Yukarıda tamamını aldığım Cafer Baba'nın kalenderisi
de hemen hemen aynı macerayı yaşamış gibidir. Cafer Baba, bilindiği üzere bir Dede'dir.
Şiirde de kendi gönlünü muhatap alıp “Kızım
sana söylüyorum, gelinim sen anla” darb-ı meseli fehvasınca
taliplere nasihat etmektedir. Yalnız üzerinde bir şeyler söylemeden önce bazı
yerlerini düzeltme ihtiyacındayım.
İkinci kıtadaki “Bulamam derde dermanı” bölümü yanlış.
Doğrusu ise “Bulaman
derde dermanı” (yani “bulamazsın” manasındaki yöre söyleyişi) olacak.
Hatâyî bölümündeki (“Hatâyî bölümü” demek, şairin son
kıtada kendi mahlasını söylediği bölüm demek) son kıtanın tamamını ele alarak
düşünmek daha kolay olacak: “Cafer sözünü kısa kes,/ Kemalete eyle
heves./ Menzil almaz tamam nekes./ Aldanma gönül, aldanma…”
Konu, bir televizyon programında bu türkünün icrası
sırasında gündeme geldi. Benim eski kayıtlarımda bu şiirin ikinci mısrası “Kem âlâta etme heves” diye
yazılı. Programdaki icracı beyleri uyardım, “Kemalete eyle heves” değil,
doğrusu “Kem âlâta etme heves” olacak.
Aldığım cevap, şaşırtıcı olduğu kadar, medeniyet idrakinin, icracı zevatın
semtine uğramadığını göstermesi açısından hüzün vericiydi.
İman
etmek için önce inkâr edeceksin
İmdi, tarikat, Allah yolunda talibin, bir mürşide
kavuşması ile başlar. Talibin terbiye edilmesi de önce dünya hayatıyla bağların
en azından gevşetilmesi nasihatiyle başlar. Mürşit, talibine nasihati, kendi
özüne yaptığı ihtar ve uyarılarla yapar. Bunun sebebi ise “ben” dememek
içindir. Çünkü “ben” dediğinde, karşısındakinin beni (nefsi) de kendini ortaya
atacaktır.
Cafer Baba’nın başından beri yaptığı da budur. Talibini
kendi gönül penceresinde açtığı irfan çeşmesinden besleyerek eğitir. Burada
mürşidin (pîr)in kendinden söz etmemesinin, kendisini o kemâle erdiren pîrine
duyduğu minnet ve hürmet olduğu bilinmelidir. Yani “ben” dememek, benlik
sevdasına kapılmamak içindir. Kıtada yer alan “Kem âlâta etme heves” iddiamızın
müddeâsı, hemen altındaki mısradır: “Menzil almaz tamam nekes.”
Nekes, sözlük anlamı “kimse olmayan, herhangi bir insani değeri olmayan” demektir.
Buradaki anlamı da aslına yakın olmakla birlikte, tembel, herhangi bir gayreti
olmayan anlamında kullanılmıştır. Mısranın anlamı ise “Çalışmayan, gayret
etmeyen menzil alamaz” demektir. İşte “kem âlât”, burada “herhangi bir gayret
ve çabası olmayanın hâli”dir, tarikat edebine uygun olmayan yollarla bir şey
olmaya çalışana yapılan ihtardır. Buradaki ihtar, ayrıca Cafer Baba’nın
kendisine de yaptığı bir uyarıdır. “Cafer sözünü kısa kes” ihtarı, lüzumundan
fazla sözün de kötü bir alet, istenmeyen bir yol olduğuna işaret etmektedir.
Yine meşhur sözdür “Çok söz yalansız olmaz” cümlesi.
Peki, sevgili Murtaza'nın itirazına sebep olan şekilde söylemiş olabilir mi
Cafer Baba? Olabilir belki, ama “Kemalete heves et” diye nasihat ettiğinde,
nasihat sonunda kemaletin ne olduğu hususunda da bilgi vermesi gerekmez miydi?
Kendini örnek gösterse olmaz, çünkü mürşitler, kendilerinden söz etmez, benlik
davası gütmezler.
Peki, bu iki söyleyiş biçiminde ifade edilen manalar
aynı mıdır? Birinci söyleyiş “kemalete heves etmeyi” öğütlüyor (hevâ vü hevesle
kemaleti ara, bulabilirsen…). İkinci söyleyiş ise, önce sakınmayı öğütlüyor, yani
hakikatin kendisini. Kötülükten sakınmak, iyilikten öncedir. İman etmek için,
önce inkâr edeceksin. Şâh-ı Velâyet iman ettiğinde, zaten Mekke'nin putlarını
inkâr etmişti. İmam Hüseyin şehit düştüğünde, Yezid'in zulmüne yarayan
yalanları inkâr etmişti.
İyilik, değerli bir iş değildir. Kötülük yapmamak iştir. Sonuç: Türküler, müzik eşliğinde söylenen sözler değil, binlerce yıllık medeniyetin toprağımıza saldığı irfanın manaya bürünmüş halidir. Yukarıdaki mısrada, üzerinde kafa ve gönül yorduğumuz iki ayrı okunuşun aynı olduğunu söyleyenlerin bu irfan çeşmesinden ne kadar nasipleri var, okuyucu karar versin.