“Kem âlâta etme heves”

Sanat dediğimiz şey, kavuşulmamış aşkların hikâyesini, yani vuslata ermemiş iki gönlün macerasını anlatır. Özellikle şiire sesle hayat veren türküdür. Gönül lutfeyleyip sözüne geldiyse, tâ şiirin başından beri ya şair bizimle kafa buluyor yahut tam hicran ateşiyle yandığı sırada sevgili, âşığın sözüne geliyor.

BU dünyanın devranına/ Aldanma gönül aldanma./ Zilli çanlı kervanına/ Aldanma gönül, aldanma.

Yüze güldürür devranı,/ Sonra okutur fermanı./ Bulamam derde dermanı./ Aldanma gönül, aldanma.

Bilir misin neden nesin?/ Bir gün kesilecek sesin./ Çürür cisminle kafesin./ Aldanma gönül aldanma.

Evden barktan geçeceksin,/ Ecel tasın içeceksin./ Ne ektinse biçeceksin./ Aldanma gönül, aldanma.

Cafer sözünü kısa kes,/ Kem âlâta eyle heves./ Menzil almaz tamam nekes,/ Aldanma gönül, aldanma.

Türkülerin derleme sırasında karşılaştığı tehlikeler, genellikle sonradan icrası sırasında ortaya çıkar. Türkülerimizin bugünkü haliyle okunması sırasında genellikle sözlerde yapılan yanlışlıkların çeşitli sebepleri vardır. Derleme gayretlerinin zirveye ulaştığı dönemlerde ses kayıt cihazlarının yetersizliği, kaynak kişinin başkent Ankara'dan gelen devlet erkânı karşısında duyduğu heyecanla kapıldığı telaş ve en önemlisi de derlemeleri notaya alanların “yore” aksan veya şivesini bilememesinden doğan yanlışlıklardır.

Bu son maddenin, çok bilinen Urfa türküsünde, aslı “Kadanı alayım” olan cümleyi, o yörenin şivesiyle “kaday ben alım” şeklinde okuyan kaynak kişinin dediğini anlamayıp “Kaday belay vay” diye kayda geçtikten sonra aslına döndürülmesi mümkün olmuş mudur bilmiyorum.

Bir de sözün mahiyetini tam anlamadan, daha doğrusu söylenilenin arkasındaki mücerret (soyut) mananın ima ve yahut ne ifade etmek istediğini idrak etmeden söylenenler var ki, bu durum, özellikle türkü icra edenlerin dikkatinden genellikle kaçmaktadır. Ya da kaçmakta mıdır, yoksa anlamı idrak edilemeyince sallanmakta mıdır, üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele de budur.

“Gönül gel seninle…”

Derviş Ali'ye nispet edilen, ancak Pir Sultan Abdal'ın olması hayli mümkün olan “Gönül, gel seninle muhabbet edelim!” mısraıyla başlayan türkü de bu duruma örneklerden biridir. Türkünün birinci mısraındaki hece sayısı 12’dir. Türkü, kendi içerisinde bunu müzikle idare ediyor diyelim (Aslı: “Gönül, gel seninle sohbet edelim!”), ikinci mısradaki “Araya kimseyi alma sevdiğim” sözleri, birinci kıtanın dördüncü mısraında belirginleşen ve “Kaldır gönlündeki karayı/sarayı gönül” diye devam eden “sarayı, yarayı, verâyı, sırayı” rediflerine aykırı bir redif olarak ortada durmaktadır.

Birinci kıtadaki ikinci mısranın “Bu kadar uzatma arayı gönül”, ikinci mısraın da “Ya benim kimim var, kime varayım?” olması daha makuldur ve zaten öyledir: “Gönül, gel seninle sohbet edelim!/ Bu kadar uzatma arayı gönül./ Ya benim kimim var, kime varayım?/ Kaldır gönlündeki sarayı gönül…”

Bu şiirin türkü olarak icrasında Hatâyî bölümü, asıl amaç olarak gönül aracılığıyla sevgiliye ölümü hatırlatmak olduğu halde, ikinci mısra değiştirilerek şairin meramı -tabiri câizse- katledilmiştir. Aslı şöyledir: “Pir Sultan'ım öğüt verir özüne,/ Gönül lutfeyleyip gelmez sözüne./ Azrail konarsa göğsün düzüne,/ O zaman beklemez sırayı gönül…”

İcracı ise bütün şiirin anlamını berhava edecek bir değişiklik yapıyor ve “Gönül lutfeyleyip geldi sözüne” diyor. Şimdi soralım: Gönül âşığın sözüne geldiyse, âşık ölümü neden hatırlatsın?

Türkü icracılarının bu inceliği anlamalarını beklemeyelim, tamam, ancak bu türküyü okuyan mektepli okur yazar takımının da aynı yanlışı sürdürmelerini nasıl karşılayacağız? Sanat dediğimiz şey, kavuşulmamış aşkların hikâyesini, yani vuslata ermemiş iki gönlün macerasını anlatır. Özellikle şiire sesle hayat veren türküdür. Gönül lutfeyleyip sözüne geldiyse, tâ şiirin başından beri ya şair bizimle kafa buluyor yahut tam hicran ateşiyle yandığı sırada sevgili, âşığın sözüne geliyor.

“Eh, şair ne yapsın, bu kadar güzel mısralar ortaya çıktıktan sonra da şiiri feda edemiyor” mu diyeceğiz? Peki, o söze lutfederek gelip ortaya çıkan sevgiliye Azrail’i hatırlatmak neden? Türküler uzaktan saf görünseler de ahmak değildirler.

“Kızım sana söylüyorum…”

Gelelim sevgili kardeşim Murtaza'nın, Cafer Baba'nın sözleriyle söylenen türküdeki itirazına…

Yukarıda tamamını aldığım Cafer Baba'nın kalenderisi de hemen hemen aynı macerayı yaşamış gibidir. Cafer Baba, bilindiği üzere bir Dede'dir. Şiirde de kendi gönlünü muhatap alıp “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” darb-ı meseli fehvasınca taliplere nasihat etmektedir. Yalnız üzerinde bir şeyler söylemeden önce bazı yerlerini düzeltme ihtiyacındayım.

İkinci kıtadaki “Bulamam derde dermanı” bölümü yanlış. Doğrusu ise “Bulaman derde dermanı” (yani “bulamazsın” manasındaki yöre söyleyişi) olacak.

Hatâyî bölümündeki (“Hatâyî bölümü” demek, şairin son kıtada kendi mahlasını söylediği bölüm demek) son kıtanın tamamını ele alarak düşünmek daha kolay olacak: “Cafer sözünü kısa kes,/ Kemalete eyle heves./ Menzil almaz tamam nekes./ Aldanma gönül, aldanma…”

Konu, bir televizyon programında bu türkünün icrası sırasında gündeme geldi. Benim eski kayıtlarımda bu şiirin ikinci mısrası “Kem âlâta etme heves” diye yazılı. Programdaki icracı beyleri uyardım, “Kemalete eyle heves” değil, doğrusu “Kem âlâta etme heves” olacak. Aldığım cevap, şaşırtıcı olduğu kadar, medeniyet idrakinin, icracı zevatın semtine uğramadığını göstermesi açısından hüzün vericiydi.

İman etmek için önce inkâr edeceksin

İmdi, tarikat, Allah yolunda talibin, bir mürşide kavuşması ile başlar. Talibin terbiye edilmesi de önce dünya hayatıyla bağların en azından gevşetilmesi nasihatiyle başlar. Mürşit, talibine nasihati, kendi özüne yaptığı ihtar ve uyarılarla yapar. Bunun sebebi ise “ben” dememek içindir. Çünkü “ben” dediğinde, karşısındakinin beni (nefsi) de kendini ortaya atacaktır.

Cafer Baba’nın başından beri yaptığı da budur. Talibini kendi gönül penceresinde açtığı irfan çeşmesinden besleyerek eğitir. Burada mürşidin (pîr)in kendinden söz etmemesinin, kendisini o kemâle erdiren pîrine duyduğu minnet ve hürmet olduğu bilinmelidir. Yani “ben” dememek, benlik sevdasına kapılmamak içindir. Kıtada yer alan “Kem âlâta etme heves” iddiamızın müddeâsı, hemen altındaki mısradır: “Menzil almaz tamam nekes.”

Nekes, sözlük anlamı “kimse olmayan, herhangi bir insani değeri olmayan” demektir. Buradaki anlamı da aslına yakın olmakla birlikte, tembel, herhangi bir gayreti olmayan anlamında kullanılmıştır. Mısranın anlamı ise “Çalışmayan, gayret etmeyen menzil alamaz” demektir. İşte “kem âlât”, burada “herhangi bir gayret ve çabası olmayanın hâli”dir, tarikat edebine uygun olmayan yollarla bir şey olmaya çalışana yapılan ihtardır. Buradaki ihtar, ayrıca Cafer Baba’nın kendisine de yaptığı bir uyarıdır. “Cafer sözünü kısa kes” ihtarı, lüzumundan fazla sözün de kötü bir alet, istenmeyen bir yol olduğuna işaret etmektedir.

Yine meşhur sözdür “Çok söz yalansız olmaz” cümlesi. Peki, sevgili Murtaza'nın itirazına sebep olan şekilde söylemiş olabilir mi Cafer Baba? Olabilir belki, ama “Kemalete heves et” diye nasihat ettiğinde, nasihat sonunda kemaletin ne olduğu hususunda da bilgi vermesi gerekmez miydi? Kendini örnek gösterse olmaz, çünkü mürşitler, kendilerinden söz etmez, benlik davası gütmezler.

Peki, bu iki söyleyiş biçiminde ifade edilen manalar aynı mıdır? Birinci söyleyiş “kemalete heves etmeyi” öğütlüyor (hevâ vü hevesle kemaleti ara, bulabilirsen…). İkinci söyleyiş ise, önce sakınmayı öğütlüyor, yani hakikatin kendisini. Kötülükten sakınmak, iyilikten öncedir. İman etmek için, önce inkâr edeceksin. Şâh-ı Velâyet iman ettiğinde, zaten Mekke'nin putlarını inkâr etmişti. İmam Hüseyin şehit düştüğünde, Yezid'in zulmüne yarayan yalanları inkâr etmişti.

İyilik, değerli bir iş değildir. Kötülük yapmamak iştir. Sonuç: Türküler, müzik eşliğinde söylenen sözler değil, binlerce yıllık medeniyetin toprağımıza saldığı irfanın manaya bürünmüş halidir. Yukarıdaki mısrada, üzerinde kafa ve gönül yorduğumuz iki ayrı okunuşun aynı olduğunu söyleyenlerin bu irfan çeşmesinden ne kadar nasipleri var, okuyucu karar versin.