KUSURA bakmayın, burada
ben karışmalıyım öykünüze! Ben kim miyim? Zindancı… Yani patronun en sadık,
ancak kendisine en uzak adamı… “Uzak” dediysem, coğrafyalar ötesinde değilim,
bir kat alttayım sadece. Yani patronun sarayının altındaki rutubetli karanlık
mekân benden sorulmakta. Ki burası “zindan” olarak bilinir fanilerce. Gün
içinde bir sürü zanlı gelir, bir sürüsü gider. Kimi suçsuz bulunur ve rücu eder
yer üstüne tekraren, kimi de üç bacaklı ağaca, salıncakta sallanmaya... Bense
buranın hem bekçisi, hem yargıcı, hem de Kara Ali’siyim. Bakmayın vazifemin
çokluğuna, şikâyetçi değilim. Şükür, idare edip gidiyoruz. Patronla da herhangi
bir problemim yok, memnunum kendisinden. Ha, adını söylemeyi unuttum patronun;
kısaca “Zeb” diyorum ona…
Gelelim
yüz birinci adamıma...
Yeraltında
bulunan rutubetli ülkemin 13. koridorundaki 101’inci hücrede kaldığı için ona “yüz
birinci adamım” diyorum. Neyse, geçelim…
Birkaç
hafta evvel cinayet zanlısı olarak getirildi ülkeme. Paslı kapıyı gıcırdatarak
açıp içeri buyur ettiğimden beri bizim yüz birinci tutturdu “Ben masumum!”
diye. Suçlular dünyasına teşrif etmiş olan herkesin iddiasıdır bu: “Suçsuzum da
suçsuzum!” Yok ya?!
Neyse
ki pek çoğu iddiayı uzatmaz ve Kara Ali’nin tezgâhından geçince itiraf edip
teslim olur adaletime. Ancak bazıları inatçı çıkar ve diretir de diretir
“Masumum!” diye. Ben ülkemde masum tanımam, gözümde alayı suçludur
misafirlerimin. Sadece patronun özel evrakıyla suçsuz bulunanları tahliye
ederim. Diğerleri için çıkış yolu diye bir şey yoktur, her yan kapalıdır.
Zindanımı
teşrif edenlerin arasında gerçekten suçsuz olanlar varsa ve onlar “Zeb
Fermanı”na sahip değillerse bizde de suç çok. Birini yamar, yaftayı asarım
beyaz urbanın döşüne ve çekerim tabureyi. İşte o kadar! “Güle güle adamım…”
***
Neyse,
gelelim yine yüz birinciye… Gece ve gündüz masum olduğunu haykıra haykıra ne
bende, ne de diğer konuklarda kafa beyin bıraktı, şişirdi de şişirdi. Ben “yüz ikinci
idamlık” diye yaftalanan mahkûm olmadan evvel, tıpkı yüz birinci gibi, bir
sonbahar gününün sonunda getirildim Kara Ali’nin ülkesine. Doğal olarak iki
yanımdan koltuklayan aseslere canhıraş bir şekilde itiraz ediyordum. Ağzımda
bildik mahkûm sakızı vardı, “Ben masumum!” diye çiğniyordum o acı kengeri:
“Bırakın beni! Yanlış adamı yakaladınız. Nerede adalet, nerede hukuk?”
Ya
bu ülkedeki tüm asesler sağırdı, ya da pepe. Ne susturuyorlardı beni, ne de
susmamı istiyorlardı. Kendileri de bir şey söylemiyorlardı. Yalnız görevleriyle
meşgullerdi. Görevleri ise sadece zanlıyı yakalamak ve Kara Ali’ye teslim
etmek… El-hak, başarıyla icra ediyorlardı vazifelerini. Şahidim, yıllarca da
ettiler.
En
son Kara’nın ülkesine yüz birinciyi getirdiler o vazifeşinas asesler. Zavallı ne
kadar da benziyordu bana ve ötekilere. Herkesin bidayetiydi yaşadığı. O “Ben
masumum, bırakın beni!” diye diye dizlerinin üzerinde sürüklenirken granit
koridorda, iki duvar yanına dizilmiş olan nemli ve idrar kokulu bir sandık
kadar küçük ve tavanları basık-alacakaranlık hücrelerden ayaklanmış ve merakla
mazgallardan dışarı uzatmıştık tıraşlı kafalarımızı. O an kendi videomuzu
izliyorduk sanki…
Kara
Ali aseslerin arkasındaydı. Kaçkın bir gorili andıran vücuduyla sarsak sarsak
ilerlerken sanki zindan sallanıyor gibiydi. Koridorun varıp dayandığı küçük alanda
“Buraya kadar çocuklar!” dedi kara cellât, “Bırakın ve çıkın!”. Suskun asesler,
birer robot misali denileni yaptılar ve zanlıyı gri bir çuval gibi bıraktılar
soğuk zemine. Sonra da o meşhur sakinliklerinden dirhem kaybetmeden geldikleri
gibi karanlığa karışıp kayboldular. Geride kaldı Kara Ali ve yeni gelen… Bir de
çevre mazgallarda, kömür karası suretlerinin ortasında iki beyaz adacık gibi
duran, belermiş gözleriyle bakışan biz mahkûmlar…
Ali
tüm zalimliğiyle hayata geçirdi maharetini. Önce koridorun ortasında tepeledi
elleri kelepçeli adamı. Yüzünü kızıl bir sıvıyla boyadı sanki. Urbalarını uğur
böceğinin yarım küresine benzetti, benek benek etti. Sonra içi hurdahaş kemik
dolu bir çuval gibi sürükledi malzemesini; yüz bir numaralı hücreye attı, ellerini
çırpa çırpa gitti. Artık onun adı “yüz birinci” idi, yani yeni gelenin… Benden,
yani “yüz iki”den bir önce, “yüz”den bir sonraydı numarası ve adı…
Ya
asıl ismi? Önemli değildi tıpkı benim ve diğerlerininkinin ehemmiyetsizliği
gibi... Bu nedenle ne ismimi verdim ona, ne de onunkini sordum. “Hey yüz birinci
kardeş!” diye seslendim mazgaldan kafamı yana döndürüp, “Bırak artık şu
lüzumsuz iddiayı. Bak, aseslerden sonra zindancı da gitti. Bu durumda kime dert
anlatmak istiyorsun ki be dostum? Bize mi? Eğer niyetin buysa, yorulma boşuna! Mekândaki
herkes, senin yaşadığın bugünü yaşadı geçmişte bir yerde. Hem de seninle aynı
iddiayı tekrarlayarak: ‘Ben masumum!’ diye diye yani… Sonra da dut bülbülü
misali sustu ve hücresinde, suçuyla bir arada kaldı. Haydi sen de rahatla
kardeş!”.
***
Dediğine
göre benim de susma vaktim gelmişti. Yüz iki de suçlu olabilirdi, yüz de. Hatta
zindandaki herkes… “Ama ben… İnanmıyor musun? Gerçekten masumum ben!” İlk defa
geniş bir kahkaha attı yüz (100). Sesi o kadar yırtıktı ki, insanın kulaklarını
tırmalayacak kadar köşeli çıkıyordu hançeresinden. Bu arada, arkalardan biri bu
konuşmalardan rahatsız olmuş gibi homurdandı, bir başkası galiz bir küfür
savurdu. “Sensin!” diye karşılık verdi yüz iki ve tekrar bana döndü: “Eğer
suçsuz isen çok geçmez, patronun afnâmesi gelir. Sen de buranın bir tadımlık
lezzetsizliğine şahit olur, akabinde çekip gidersin...”
Son
sözü sandım bunları. Mazgaldan çekilmişti. Değilmiş, zira hemen ardından tekrar
uzandı ve “Ha” dedi unuttuğu bir mevzuyu hatırlamış gibi, “Sen ne kadar masum
olduğunu sanırsan san, eğer buraya uğramışsan bilmediğin veya unuttuğun bir
suçun ya da kabahatin sebebiyledir. Unutma dostum, kimse masum değildir, peygamberler
hariç”…
Son
sözüydü bu. Çekildi mazgaldan ve bir daha da konuşmadı. Lakin son cümlesinden
etkilenmiştim doğrusu: “Kimse masum değildir, peygamberler hariç…” Haklıydı
galiba. Bu durumda ben bir peygamber olmadığıma göre, ufak tefek suçlarım,
günahlarım, kusurlarım ve kabahatlerim olmalıydı. Her ne kadar buraya atılışıma
bir kılıf uyduramamış olsam ve masum olduğumu iddia etsem de… Hâlâ ediyordum ya,
buna rağmen komşum yüz iki öyle demiyordu: “Kimse masum değildir, peygamberler
hariç…” Neyse…
Önce
oturacak bir yer bulmalıydım. Çünkü ölümüne yorgundum. “Hah, işte bir kerevet, oraya
oturabilirim!” Gözüme köşedeki metal peyke çarpmıştı. İki menteşe ve kulaçlık iki
zincirle kara kesme taşlı duvara sabitlenmiş bir sekilenme platformuydu bu.
Mahkûmlar otursun, gerektiğinde yatsın diye herhalde...
Evet,
kerevete otursam iyi olacaktı. Oraya yöneldim. İki adım sonra kerevetteydim. Makatım
bir buz kalıbına yapışmış gibi oldu oturmamla birlikte. Can havliyle ayağa
fırladım… Yok, fırlayamadım; zira gerçekten de yapışmıştım mutlak soğukluğun
somutlaşmış hali olan gri metal peykeye. İçimde, anında ince bir çıtırtı
silsilesi oluştu. Sanki yekpare bir plazmik cam gibi çıtır çıtır çatlamaya başlamıştım.
Bu, hücrelerimin merkezinden dışa doğru gelişen bir çatlamaydı. İçimi milim
milim acılara gark eden çıtırtı, en son derimde duyuldu. İstem dışı bir nazarla
gözlerim elimin üstüne gitti; plazmik muhtevam “mutlak soğuk” ile temas halinde
genleşmiş ve önce hücre duvarlarını, sonra doku ambalajlarını ve nihayetinde de
vücudumu sarmalayan deriyi milyonlarca yerinden çizik çizik çatlatmıştı tıpkı
buzluğa konulan su dolu cam kavanoz misali.
O
halimle dondum ve buzdan bir heykel gibi asıldım kaldım havaya. Sadece beynim
hariç… Sanki mutlak soğuk beynimin içine nüfuz edememiş gibiydi ve kafatasımın
içindeki yağ kitlesi, 36 buçuk derecelik doğal ortamında eski devinimine devam
edegidiyordu.
***
Hücreler
arasında bir parmak ölçüsündeki panel duvarlar nedeniyle 101’de olup bitenleri
anbean hissediyordum. Mutlak soğukluğu havi metal kerevete otururken bile masum
olduğunu tekrarlayıp duran adamın donan hücrelerindeki buz çıtırtısını bedenime
yapışıkmış gibi duyuyordum. Aynı anda, dudaklarıyla birlikte sözleri de
donmuştu. Son “Ben masumum!” çığlığı havada eriye eriye asgarî volüme indi ve o
noktada durdu. Şimdi hafif bir inlemeydi dudaklarından dökülen. Biliyordum
bundan sonra olacakları; zira aynı deneyimi herkes gibi ben de yaşamıştım.
Bedenin total enerjisini emen beyin en arı duru seviyesindeydi ve şu kadar
yıllık ömründe yaşadıklarını bir filmin akışı içerisinde anbean hatırlayacak ve
kendi lisanınca itiraf edecekti. Ben dâhil, tüm zindan ehli tüm itirafları duyacak
ve dikkatlice dinleyecektik. Ve başladı yüz birinci…
“Çocukluğumda”
dedi, “Mahalle bakkalından -ki yaşlı ve gözleri iyi görmeyen bir adamdı o- en
uzak raftaki ucuz bir şeyi ister, bu arada tezgâhın üzerindeki pahalı…”
Hâkim
olamıyordum kendime. Gözlerimin önünden bir film akıp gidiyordu; bu benim
senaryomdu. Ve ben, filmde gördüklerimi bir kitap gibi okuyordum. Tüm zindan
sus pus olmuştu o esnada ve galiba bütün mahkûmlar kulak kesilmiş, beni
dinliyor olmalıydılar. İlk sözünü ettiğim sahne, mahallenin yaşlı bakkalı
Tevfik Amca’dan aşırdıklarımla ilgiliydi. İtiraflarım herhangi bir etki
uyandırmadı bedenimde, zira buluğa ermemiş bir çocuğun masum sayılabilecek
densizlikleriydi görüntüde olup bitenler. Ve bu densizlikler o kadar çoktu ki…
Nihayet
çocukluk dönemi bitmiş ve ben akılbâliğ bir genç erkek olmuştum. O döneme ait
ilk itirafım sırasında üzerine oturduğum mutlak soğukluğu hızlı bir şekilde
düşürdüğünü hissettiğim anda makatımdan yükselen fokurtuyla irkildim. Sinir
bozucu fokurdamayı oluşturan kaynama, kısa bir süre içerisinde iki koldan
bedenimi sarmıştı. Şimdi tüm hücrelerim birer minik tencere gibi kaynıyordu.
Beynim yine azadeydi bu değişimden ve film gösterimine devam ediyordu.
Cızırtılı bir plak gibi acılar içinde anlatıyordum sırası gelen kabahatlerimi.
Bunlara suç ve günah desem daha doğru olurdu. Susturmak niyetiyle kıpırtısına engel
olmak istediğim dudaklarım sanki kontrolümde değillerdi; bir robot gibi önümde
oynayan filmin senaryosunu okuyorlardı. Bazen tüm gücümle zorluyor ve kilitliyordum
ağzımı, lakin bu da boş bir çabaydı. Zira bu kez söz konusu günahı, o günahı
işleyen azamda bir ağız açılarak anlatıyor, okumalarım oradan devam ediyordu.
Tan
vakti olana kadar devam etti yüz birinci hayatının itirafına. Her itirafla
birlikte biraz daha artan kerevet sıcaklığıyla yanıp kavrulan vücudunun yağlı
kokuları tüm zindanı sarmıştı. Hepimiz bu yanık kokusu ve canhıraş itiraflar
arasında uyuyacak değildik ya, tüm mahkûmlar uyanıktık ve cümle cümle
dinliyorduk zindanı dolduran acılı anlatımı. Belki de sonsuz gibi uzayıp giden
koridorda uyuyan sadece zindancıydı. Arada bir aslan kükremesini andıran kaba
saba horlaması yükseliyordu koridorların derununda.
Sabahla
birlikte bitmiş olmalı film. İtiraflar kesildi sonunda. Zindanı derin bir
sessizlik kapladı. Hücreler rutinine döndü. Nice sonra bitkin bir vücudun
yorgun ayaklarının zeminde sürüklenirken çıkardığı sesi duydum. Anlaşılan, yüz birinci
nihayet kalkabilmişti yapışıp kaldığı kerevetten. Az sonra kapıdaydı. Mazgal
kapağını açmaya uğraşıyordu.
***
Kömür
kesmiş parmaklarımın müsaadesi nispetince, zorlanarak açtım mazgalın kapağını. Hâlâ
üzerinden dumanlar tüten başımı koridora doğru uzatıp “Zindancı!” diye
bağırmaya başladım. Galiba bu sırada koridorda dolanan horultu ona aitti.
Duymadı. Daha yüksek bir sesle bağırdım. Belli ki uykusu ağırdı; çünkü onca
seslenmeme rağmen ne horlamasını kesti, ne de uyandı.
Ancak
bu sırada yüz ikinciydi gıcırtıyla mazgalının kapağını açan. Sonra kafası
göründü küçük kapı penceresinde. Bana sorduğu ilk soru, “Hayırdır, yine masum
olduğunu mu söyleyeceksin?” oldu. Bir anda afalladım. “Evet!” mi demeliydim bu
soruya? Tabiî ki hayır! O dâhil, tüm zindan gece boyunca itiraflarımı
dinlemişti, bu durumda nasıl “Masumum!” diyebilirdim ki? Bu yüzden “Yok!” dedim,
“Zaten masum değilim ki... Unutma, hiç kimse masum değildir! Hariç olan sadece
peygamberler, değil mi?”. Karşılık vermedi, sadece sustu ve müstehzi bir dudak
kıvrılmasıyla kafasını salladı.
Evet,
sadece peygamberlerdi masum olan. Ancak yine de merak ettiğim bir şey vardı.
“Zihnen ve bedenen o kadar çok yorgunum ki kendimi altı aylığına meşakkatli bir
yolculuk çekmiş gibi hissediyorum” diye girdim söze, “Bura nere, neden
getirildim buraya, hiç bilmiyorum”. Sonra bir süre durdum ve en anlamsız
sualimi ekledim: “Hatta ben kimim?”
***
Son sualine öyle gülesim geldi ki kendimi tutamadım ve koyuverdim kahkahayı; benimle birlikte tüm zindan da bıraktı kendini. Hatta nihayet uykusunu tamamlamış olan zindancı bile… Onu görünce hepimiz susup mazgallardan geri çekildik. Yalnız yüz birincinin kafası dışarıdaydı, merakla zindancıyı takip ediyordu. O ise sarsak adımlarla ilerliyordu koridorda elindeki ateşten kırbacını şaklata şaklata. Sonunda geldi ve yüz birincinin karşısında durdu, “Kim olduğunu merak mı ediyorsun?” dedi bet sesiyle alaycı alaycı. “Sen bir ölüsün oğlum!” diye ekledi, “Buradaki tüm numaralar gibi”…