Kara Ali ile yüz birinci idamlık

Onu görünce hepimiz susup mazgallardan geri çekildik. Yalnız yüz birincinin kafası dışarıdaydı, merakla zindancıyı takip ediyordu. O ise sarsak adımlarla ilerliyordu koridorda elindeki ateşten kırbacını şaklata şaklata. Sonunda geldi ve yüz birincinin karşısında durdu, “Kim olduğunu merak mı ediyorsun?” dedi bet sesiyle alaycı alaycı. “Sen bir ölüsün oğlum!” diye ekledi, “Buradaki tüm numaralar gibi”…

KUSURA bakmayın, burada ben karışmalıyım öykünüze! Ben kim miyim? Zindancı… Yani patronun en sadık, ancak kendisine en uzak adamı… “Uzak” dediysem, coğrafyalar ötesinde değilim, bir kat alttayım sadece. Yani patronun sarayının altındaki rutubetli karanlık mekân benden sorulmakta. Ki burası “zindan” olarak bilinir fanilerce. Gün içinde bir sürü zanlı gelir, bir sürüsü gider. Kimi suçsuz bulunur ve rücu eder yer üstüne tekraren, kimi de üç bacaklı ağaca, salıncakta sallanmaya... Bense buranın hem bekçisi, hem yargıcı, hem de Kara Ali’siyim. Bakmayın vazifemin çokluğuna, şikâyetçi değilim. Şükür, idare edip gidiyoruz. Patronla da herhangi bir problemim yok, memnunum kendisinden. Ha, adını söylemeyi unuttum patronun; kısaca “Zeb” diyorum ona…   

Gelelim yüz birinci adamıma...

Yeraltında bulunan rutubetli ülkemin 13. koridorundaki 101’inci hücrede kaldığı için ona “yüz birinci adamım” diyorum. Neyse, geçelim…

Birkaç hafta evvel cinayet zanlısı olarak getirildi ülkeme. Paslı kapıyı gıcırdatarak açıp içeri buyur ettiğimden beri bizim yüz birinci tutturdu “Ben masumum!” diye. Suçlular dünyasına teşrif etmiş olan herkesin iddiasıdır bu: “Suçsuzum da suçsuzum!” Yok ya?!

Neyse ki pek çoğu iddiayı uzatmaz ve Kara Ali’nin tezgâhından geçince itiraf edip teslim olur adaletime. Ancak bazıları inatçı çıkar ve diretir de diretir “Masumum!” diye. Ben ülkemde masum tanımam, gözümde alayı suçludur misafirlerimin. Sadece patronun özel evrakıyla suçsuz bulunanları tahliye ederim. Diğerleri için çıkış yolu diye bir şey yoktur, her yan kapalıdır.

Zindanımı teşrif edenlerin arasında gerçekten suçsuz olanlar varsa ve onlar “Zeb Fermanı”na sahip değillerse bizde de suç çok. Birini yamar, yaftayı asarım beyaz urbanın döşüne ve çekerim tabureyi. İşte o kadar! “Güle güle adamım…”

***

Neyse, gelelim yine yüz birinciye… Gece ve gündüz masum olduğunu haykıra haykıra ne bende, ne de diğer konuklarda kafa beyin bıraktı, şişirdi de şişirdi. Ben “yüz ikinci idamlık” diye yaftalanan mahkûm olmadan evvel, tıpkı yüz birinci gibi, bir sonbahar gününün sonunda getirildim Kara Ali’nin ülkesine. Doğal olarak iki yanımdan koltuklayan aseslere canhıraş bir şekilde itiraz ediyordum. Ağzımda bildik mahkûm sakızı vardı, “Ben masumum!” diye çiğniyordum o acı kengeri: “Bırakın beni! Yanlış adamı yakaladınız. Nerede adalet, nerede hukuk?”

Ya bu ülkedeki tüm asesler sağırdı, ya da pepe. Ne susturuyorlardı beni, ne de susmamı istiyorlardı. Kendileri de bir şey söylemiyorlardı. Yalnız görevleriyle meşgullerdi. Görevleri ise sadece zanlıyı yakalamak ve Kara Ali’ye teslim etmek… El-hak, başarıyla icra ediyorlardı vazifelerini. Şahidim, yıllarca da ettiler.

En son Kara’nın ülkesine yüz birinciyi getirdiler o vazifeşinas asesler. Zavallı ne kadar da benziyordu bana ve ötekilere. Herkesin bidayetiydi yaşadığı. O “Ben masumum, bırakın beni!” diye diye dizlerinin üzerinde sürüklenirken granit koridorda, iki duvar yanına dizilmiş olan nemli ve idrar kokulu bir sandık kadar küçük ve tavanları basık-alacakaranlık hücrelerden ayaklanmış ve merakla mazgallardan dışarı uzatmıştık tıraşlı kafalarımızı. O an kendi videomuzu izliyorduk sanki…

Kara Ali aseslerin arkasındaydı. Kaçkın bir gorili andıran vücuduyla sarsak sarsak ilerlerken sanki zindan sallanıyor gibiydi. Koridorun varıp dayandığı küçük alanda “Buraya kadar çocuklar!” dedi kara cellât, “Bırakın ve çıkın!”. Suskun asesler, birer robot misali denileni yaptılar ve zanlıyı gri bir çuval gibi bıraktılar soğuk zemine. Sonra da o meşhur sakinliklerinden dirhem kaybetmeden geldikleri gibi karanlığa karışıp kayboldular. Geride kaldı Kara Ali ve yeni gelen… Bir de çevre mazgallarda, kömür karası suretlerinin ortasında iki beyaz adacık gibi duran, belermiş gözleriyle bakışan biz mahkûmlar…

Ali tüm zalimliğiyle hayata geçirdi maharetini. Önce koridorun ortasında tepeledi elleri kelepçeli adamı. Yüzünü kızıl bir sıvıyla boyadı sanki. Urbalarını uğur böceğinin yarım küresine benzetti, benek benek etti. Sonra içi hurdahaş kemik dolu bir çuval gibi sürükledi malzemesini; yüz bir numaralı hücreye attı, ellerini çırpa çırpa gitti. Artık onun adı “yüz birinci” idi, yani yeni gelenin… Benden, yani “yüz iki”den bir önce, “yüz”den bir sonraydı numarası ve adı…

Ya asıl ismi? Önemli değildi tıpkı benim ve diğerlerininkinin ehemmiyetsizliği gibi... Bu nedenle ne ismimi verdim ona, ne de onunkini sordum. “Hey yüz birinci kardeş!” diye seslendim mazgaldan kafamı yana döndürüp, “Bırak artık şu lüzumsuz iddiayı. Bak, aseslerden sonra zindancı da gitti. Bu durumda kime dert anlatmak istiyorsun ki be dostum? Bize mi? Eğer niyetin buysa, yorulma boşuna! Mekândaki herkes, senin yaşadığın bugünü yaşadı geçmişte bir yerde. Hem de seninle aynı iddiayı tekrarlayarak: ‘Ben masumum!’ diye diye yani… Sonra da dut bülbülü misali sustu ve hücresinde, suçuyla bir arada kaldı. Haydi sen de rahatla kardeş!”.

***

Dediğine göre benim de susma vaktim gelmişti. Yüz iki de suçlu olabilirdi, yüz de. Hatta zindandaki herkes… “Ama ben… İnanmıyor musun? Gerçekten masumum ben!” İlk defa geniş bir kahkaha attı yüz (100). Sesi o kadar yırtıktı ki, insanın kulaklarını tırmalayacak kadar köşeli çıkıyordu hançeresinden. Bu arada, arkalardan biri bu konuşmalardan rahatsız olmuş gibi homurdandı, bir başkası galiz bir küfür savurdu. “Sensin!” diye karşılık verdi yüz iki ve tekrar bana döndü: “Eğer suçsuz isen çok geçmez, patronun afnâmesi gelir. Sen de buranın bir tadımlık lezzetsizliğine şahit olur, akabinde çekip gidersin...”

Son sözü sandım bunları. Mazgaldan çekilmişti. Değilmiş, zira hemen ardından tekrar uzandı ve “Ha” dedi unuttuğu bir mevzuyu hatırlamış gibi, “Sen ne kadar masum olduğunu sanırsan san, eğer buraya uğramışsan bilmediğin veya unuttuğun bir suçun ya da kabahatin sebebiyledir. Unutma dostum, kimse masum değildir, peygamberler hariç”…

Son sözüydü bu. Çekildi mazgaldan ve bir daha da konuşmadı. Lakin son cümlesinden etkilenmiştim doğrusu: “Kimse masum değildir, peygamberler hariç…” Haklıydı galiba. Bu durumda ben bir peygamber olmadığıma göre, ufak tefek suçlarım, günahlarım, kusurlarım ve kabahatlerim olmalıydı. Her ne kadar buraya atılışıma bir kılıf uyduramamış olsam ve masum olduğumu iddia etsem de… Hâlâ ediyordum ya, buna rağmen komşum yüz iki öyle demiyordu: “Kimse masum değildir, peygamberler hariç…” Neyse…

Önce oturacak bir yer bulmalıydım. Çünkü ölümüne yorgundum. “Hah, işte bir kerevet, oraya oturabilirim!” Gözüme köşedeki metal peyke çarpmıştı. İki menteşe ve kulaçlık iki zincirle kara kesme taşlı duvara sabitlenmiş bir sekilenme platformuydu bu. Mahkûmlar otursun, gerektiğinde yatsın diye herhalde...

Evet, kerevete otursam iyi olacaktı. Oraya yöneldim. İki adım sonra kerevetteydim. Makatım bir buz kalıbına yapışmış gibi oldu oturmamla birlikte. Can havliyle ayağa fırladım… Yok, fırlayamadım; zira gerçekten de yapışmıştım mutlak soğukluğun somutlaşmış hali olan gri metal peykeye. İçimde, anında ince bir çıtırtı silsilesi oluştu. Sanki yekpare bir plazmik cam gibi çıtır çıtır çatlamaya başlamıştım. Bu, hücrelerimin merkezinden dışa doğru gelişen bir çatlamaydı. İçimi milim milim acılara gark eden çıtırtı, en son derimde duyuldu. İstem dışı bir nazarla gözlerim elimin üstüne gitti; plazmik muhtevam “mutlak soğuk” ile temas halinde genleşmiş ve önce hücre duvarlarını, sonra doku ambalajlarını ve nihayetinde de vücudumu sarmalayan deriyi milyonlarca yerinden çizik çizik çatlatmıştı tıpkı buzluğa konulan su dolu cam kavanoz misali.

O halimle dondum ve buzdan bir heykel gibi asıldım kaldım havaya. Sadece beynim hariç… Sanki mutlak soğuk beynimin içine nüfuz edememiş gibiydi ve kafatasımın içindeki yağ kitlesi, 36 buçuk derecelik doğal ortamında eski devinimine devam edegidiyordu.

***

Hücreler arasında bir parmak ölçüsündeki panel duvarlar nedeniyle 101’de olup bitenleri anbean hissediyordum. Mutlak soğukluğu havi metal kerevete otururken bile masum olduğunu tekrarlayıp duran adamın donan hücrelerindeki buz çıtırtısını bedenime yapışıkmış gibi duyuyordum. Aynı anda, dudaklarıyla birlikte sözleri de donmuştu. Son “Ben masumum!” çığlığı havada eriye eriye asgarî volüme indi ve o noktada durdu. Şimdi hafif bir inlemeydi dudaklarından dökülen. Biliyordum bundan sonra olacakları; zira aynı deneyimi herkes gibi ben de yaşamıştım. Bedenin total enerjisini emen beyin en arı duru seviyesindeydi ve şu kadar yıllık ömründe yaşadıklarını bir filmin akışı içerisinde anbean hatırlayacak ve kendi lisanınca itiraf edecekti. Ben dâhil, tüm zindan ehli tüm itirafları duyacak ve dikkatlice dinleyecektik. Ve başladı yüz birinci…

“Çocukluğumda” dedi, “Mahalle bakkalından -ki yaşlı ve gözleri iyi görmeyen bir adamdı o- en uzak raftaki ucuz bir şeyi ister, bu arada tezgâhın üzerindeki pahalı…”

Hâkim olamıyordum kendime. Gözlerimin önünden bir film akıp gidiyordu; bu benim senaryomdu. Ve ben, filmde gördüklerimi bir kitap gibi okuyordum. Tüm zindan sus pus olmuştu o esnada ve galiba bütün mahkûmlar kulak kesilmiş, beni dinliyor olmalıydılar. İlk sözünü ettiğim sahne, mahallenin yaşlı bakkalı Tevfik Amca’dan aşırdıklarımla ilgiliydi. İtiraflarım herhangi bir etki uyandırmadı bedenimde, zira buluğa ermemiş bir çocuğun masum sayılabilecek densizlikleriydi görüntüde olup bitenler. Ve bu densizlikler o kadar çoktu ki…

Nihayet çocukluk dönemi bitmiş ve ben akılbâliğ bir genç erkek olmuştum. O döneme ait ilk itirafım sırasında üzerine oturduğum mutlak soğukluğu hızlı bir şekilde düşürdüğünü hissettiğim anda makatımdan yükselen fokurtuyla irkildim. Sinir bozucu fokurdamayı oluşturan kaynama, kısa bir süre içerisinde iki koldan bedenimi sarmıştı. Şimdi tüm hücrelerim birer minik tencere gibi kaynıyordu. Beynim yine azadeydi bu değişimden ve film gösterimine devam ediyordu. Cızırtılı bir plak gibi acılar içinde anlatıyordum sırası gelen kabahatlerimi. Bunlara suç ve günah desem daha doğru olurdu. Susturmak niyetiyle kıpırtısına engel olmak istediğim dudaklarım sanki kontrolümde değillerdi; bir robot gibi önümde oynayan filmin senaryosunu okuyorlardı. Bazen tüm gücümle zorluyor ve kilitliyordum ağzımı, lakin bu da boş bir çabaydı. Zira bu kez söz konusu günahı, o günahı işleyen azamda bir ağız açılarak anlatıyor, okumalarım oradan devam ediyordu.

Tan vakti olana kadar devam etti yüz birinci hayatının itirafına. Her itirafla birlikte biraz daha artan kerevet sıcaklığıyla yanıp kavrulan vücudunun yağlı kokuları tüm zindanı sarmıştı. Hepimiz bu yanık kokusu ve canhıraş itiraflar arasında uyuyacak değildik ya, tüm mahkûmlar uyanıktık ve cümle cümle dinliyorduk zindanı dolduran acılı anlatımı. Belki de sonsuz gibi uzayıp giden koridorda uyuyan sadece zindancıydı. Arada bir aslan kükremesini andıran kaba saba horlaması yükseliyordu koridorların derununda.

Sabahla birlikte bitmiş olmalı film. İtiraflar kesildi sonunda. Zindanı derin bir sessizlik kapladı. Hücreler rutinine döndü. Nice sonra bitkin bir vücudun yorgun ayaklarının zeminde sürüklenirken çıkardığı sesi duydum. Anlaşılan, yüz birinci nihayet kalkabilmişti yapışıp kaldığı kerevetten. Az sonra kapıdaydı. Mazgal kapağını açmaya uğraşıyordu.

***

Kömür kesmiş parmaklarımın müsaadesi nispetince, zorlanarak açtım mazgalın kapağını. Hâlâ üzerinden dumanlar tüten başımı koridora doğru uzatıp “Zindancı!” diye bağırmaya başladım. Galiba bu sırada koridorda dolanan horultu ona aitti. Duymadı. Daha yüksek bir sesle bağırdım. Belli ki uykusu ağırdı; çünkü onca seslenmeme rağmen ne horlamasını kesti, ne de uyandı.

Ancak bu sırada yüz ikinciydi gıcırtıyla mazgalının kapağını açan. Sonra kafası göründü küçük kapı penceresinde. Bana sorduğu ilk soru, “Hayırdır, yine masum olduğunu mu söyleyeceksin?” oldu. Bir anda afalladım. “Evet!” mi demeliydim bu soruya? Tabiî ki hayır! O dâhil, tüm zindan gece boyunca itiraflarımı dinlemişti, bu durumda nasıl “Masumum!” diyebilirdim ki? Bu yüzden “Yok!” dedim, “Zaten masum değilim ki... Unutma, hiç kimse masum değildir! Hariç olan sadece peygamberler, değil mi?”. Karşılık vermedi, sadece sustu ve müstehzi bir dudak kıvrılmasıyla kafasını salladı.

Evet, sadece peygamberlerdi masum olan. Ancak yine de merak ettiğim bir şey vardı. “Zihnen ve bedenen o kadar çok yorgunum ki kendimi altı aylığına meşakkatli bir yolculuk çekmiş gibi hissediyorum” diye girdim söze, “Bura nere, neden getirildim buraya, hiç bilmiyorum”. Sonra bir süre durdum ve en anlamsız sualimi ekledim: “Hatta ben kimim?”

***

Son sualine öyle gülesim geldi ki kendimi tutamadım ve koyuverdim kahkahayı; benimle birlikte tüm zindan da bıraktı kendini. Hatta nihayet uykusunu tamamlamış olan zindancı bile… Onu görünce hepimiz susup mazgallardan geri çekildik. Yalnız yüz birincinin kafası dışarıdaydı, merakla zindancıyı takip ediyordu.  O ise sarsak adımlarla ilerliyordu koridorda elindeki ateşten kırbacını şaklata şaklata. Sonunda geldi ve yüz birincinin karşısında durdu, “Kim olduğunu merak mı ediyorsun?” dedi bet sesiyle alaycı alaycı. “Sen bir ölüsün oğlum!” diye ekledi, “Buradaki tüm numaralar gibi”…