DÜŞÜNCE
tarihi boyunca insanların üzerinde kafa yorduğu ama tanımlamakta zorlandığı
kavram ve olgular vardır şeytan, cin, rûh, kader, kadın, aşk veya şiir gibi...
Gerçekten bunlar üzerine ne kadar konuşulmuşsa, o kadar giriftleşmiştir. Bu
kavramlar içinde tanımlanmaya en müsait olan kadındır, ama onlar için de “En
çok tanıdığımız an, en çok yanıldığımız andır” diyerek sözün bittiği yere
gelmişlerdir.
Kadınların erkekler için
bu denli muammaya dönüşmelerinin nedeni ne olabilir? Bunu tersinden soralım: Acaba
kadınların erkekleri tanıma gibi bir endişesi var mıdır? Birinci soruya
verilecek cevap, “Erkek, erkeksi duygu ve düşüncelerle kadını tanımlamaya
çalışır ve bu yüzden yanılgıya düşer, her tanımı kendisine hazin bir şekilde
geri döner. Çünkü kadını tanımlamak için
ancak kadın gibi kadına bakmak gerekir” yönündedir. Erkeklerin kadını
tanımlamadaki en büyük handikapları, onları insan teki olarak kendileri gibi
görmeleridir.
Oysa tanımlanamaz
kavramlar içinde kadının yanında rûh, şeytan, cin ve kader gibi kavramların
ardı ardına sıralanması anlamsız değildir. Ortaçağ’da papazların kadını cin
veya şeytanlarla bir görmesi, melek veya perilerin kadınlarla
özdeşleştirilmesi, erkeklerin de tanımadıkları bu yaratıklar karşısında başka kavram
ve olgulardan medet ummalarından başka bir şey değildir.
İkinci sıradaki “Kadının
erkeği tanıma gibi bir endişesi var mıdır?” sorusuna gelince… Kadının bence
öyle bir kaygısı yoktur, olmamıştır da. Hayata zâhirî bakan ve beyniyle ancak zâhirî
olan şeylerle ilgilenen kadınların ne kendilerini tanıma ve tanımlama, ne de erkekleri
tanıma gibi bir endişeleri olmuştur. Kadının rûh hâli, ânı yaşamaya
kurgulanmış, görüneni değerlendirmeye müsait yaratılmıştır. Kadının ânı
yaşamaya kurgulanmış bir varlık olmasının en büyük kanıtı, ölü evinde ölü
sahibi gibi ağlaması, düğün evindeyse evlenenler gibi eğlenmesidir. Erkek bu
tür ortamlarda hep dışarıdadır. Hatta kendi ölüsü ve düğününde dahi…
Bu anlamda kadın yazar ve
sanatçılara baktığımızda, ortaya koydukları eserlerde bir kadın duyarlılığı
göze çarpar. Aslında bu duyarlılık, aynı zamanda kadının hayata bakışı, hatta
kendini tanımlayışıdır. Öykücü veya romancı kadın yazarların eserlerinde tasvîre
önem vermeleri, görünen nesneler üzerinde uzun uzun yazılar ve cümleler
kurmaları, hatta bu sıradan nesneleri olmazsa olmaz duruma getirmeleri, bu
anlamda kadının durduğu yer ve hayata bakış anlamındaki ipuçlarını vermektedir.
J. Ortega Y. Gasset, “Bir
kadını tanımak istiyorsanız, onun önünde durmak, -başka bir türlü söyleyecek
olursak- onunla flört etmek gerekir. Onu tanımanın başka bir yolu yoktur.
Elektrik konusunda deneyler yapmak ne anlama geliyorsa, kadın konusunda flört
etmek de o anlama gelir”[i]
diyerek bir kadını tanımak için onunla birlikte olmayı şart koşar. Ama
Ortega’nın, kadınları tanımanın en iyi yolu olarak ileri sürdüğü “flört” dahi
onları tanımamızda yeterli değildir. Her flörtten sonra kadın rûhunun ancak bir
kısmını çözebilirsiniz, geri kalan büyük bir kısmı ise muamma olarak kalır,
yine yanılgıya düşersiniz.
Kadın, erkeğe bedenini
verme konusunda cömert davranır, güzelliğini teşhîr etmekte bütün topluma
açıktır; ama iş rûhuna gelince, onu hep derinlerde bir yerde saklar, erkeği
acıdan acıya sürükler. Şâirler, içlerindeki derin acıları, sarsıntıları,
kanamaları ve dahası, hissedip de söyleyemedikleri şeyleri imgeler vasıtasıyla
bizlere hissettirirler. Erkek için de kadın bir imgedir ve tek bir anlamı yoktur,
çeşitli anlamları vardır. Şâirlere dağ, deniz, ağaç, bitki, yeryüzü veya
gökyüzü, kısacası tabiat nasıl heyecan ve ilham veriyorsa, kadın da tıpkı bu
varlıklar gibi erkeğe ilham verir, erkeğin dikkatini çeker, ama hep imge olarak
kalır. O imgeyi herkes kendine göre tanımlar.
Necip Fazıl’ın “Biz
kadında olmayanı isteriz” şeklindeki mısraında belirttiği olgu, “Gerçekte ne
istediğimizi biliriz ama kadın bize o istediğimizi hiçbir zaman vermez”
şeklinde yorumlanabilir. En yoğun birleşmede dahi kadının verdiği şey rûhu
değil, tenidir.
Mesela Stendhal kadınlar
üzerine kırk yıl kafa yormuş, sevgi ve kadınlar üzerine kitaplar yazmış, fakat
yine de kadını tanımlayamamıştır. Hatta o çok övündüğü kadınlarla düşüp kalkma
bile gerçekleşmemiştir. Stefan Zwaig, onun büyük bir yalancı olduğunu söyler.
Kadının erkek için neden
bu denli önemli ve üzerinde düşünülmeye değer bir varlık olduğuna gelince…
Erkeğin her zaman kendini
kadında tanımlama duygusundan kaynaklandığını düşünüyorum bunun nedeni olarak.
Bir kadın tarafından tercih edilen erkek, teslim olan erkektir. Teslim olan
erkek, bilinçsiz bir şekilde bütünleşmek demektir. Yarım ve eksik yönünü
tamamlamak… Fizikî anlamda değil, rûhsal anlamda tamamlanmak… Buna erkeğin
kadında betimlenmesi de denebilir. Veya tersinden söylersek, kadının erkekte
betimlenmesi…
Tekrar Gasset’ten örnek verecek olursak, “Kadının gerçek kişiliği erkeğin rûhuna işler, onu yavaş yavaş düşsel üstyapılarla süslemeye başlar; çıplak rûh üzerindeki bu süsler üst üste yığılarak düşlenebilecek en kusursuz biçimleri oluşturur”[ii] der. Oluşturur oluşturmasına da, erkeğin bu düşünün yıkıldığı an da işte bu durumda ortaya çıkar! Çünkü düşler her zaman erkeği yanıltır. Gerçekte düşsel olarak tanımladığı kadın, gerçek kadına hiçbir zaman benzemez. Ve erkeğin kadın konusunda sükût-u hayâle uğradığı an da burada başlar!