Kadınları tanımlamak (1)

Necip Fazıl’ın “Biz kadında olmayanı isteriz” şeklindeki mısraında belirttiği olgu, “Gerçekte ne istediğimizi biliriz ama kadın bize o istediğimizi hiçbir zaman vermez” şeklinde yorumlanabilir. En yoğun birleşmede dahi kadının verdiği şey rûhu değil, tenidir.

DÜŞÜNCE tarihi boyunca insanların üzerinde kafa yorduğu ama tanımlamakta zorlandığı kavram ve olgular vardır şeytan, cin, rûh, kader, kadın, aşk veya şiir gibi... Gerçekten bunlar üzerine ne kadar konuşulmuşsa, o kadar giriftleşmiştir. Bu kavramlar içinde tanımlanmaya en müsait olan kadındır, ama onlar için de “En çok tanıdığımız an, en çok yanıldığımız andır” diyerek sözün bittiği yere gelmişlerdir.

Kadınların erkekler için bu denli muammaya dönüşmelerinin nedeni ne olabilir? Bunu tersinden soralım: Acaba kadınların erkekleri tanıma gibi bir endişesi var mıdır? Birinci soruya verilecek cevap, “Erkek, erkeksi duygu ve düşüncelerle kadını tanımlamaya çalışır ve bu yüzden yanılgıya düşer, her tanımı kendisine hazin bir şekilde geri döner.  Çünkü kadını tanımlamak için ancak kadın gibi kadına bakmak gerekir” yönündedir. Erkeklerin kadını tanımlamadaki en büyük handikapları, onları insan teki olarak kendileri gibi görmeleridir.

Oysa tanımlanamaz kavramlar içinde kadının yanında rûh, şeytan, cin ve kader gibi kavramların ardı ardına sıralanması anlamsız değildir. Ortaçağ’da papazların kadını cin veya şeytanlarla bir görmesi, melek veya perilerin kadınlarla özdeşleştirilmesi, erkeklerin de tanımadıkları bu yaratıklar karşısında başka kavram ve olgulardan medet ummalarından başka bir şey değildir.

İkinci sıradaki “Kadının erkeği tanıma gibi bir endişesi var mıdır?” sorusuna gelince… Kadının bence öyle bir kaygısı yoktur, olmamıştır da. Hayata zâhirî bakan ve beyniyle ancak zâhirî olan şeylerle ilgilenen kadınların ne kendilerini tanıma ve tanımlama, ne de erkekleri tanıma gibi bir endişeleri olmuştur. Kadının rûh hâli, ânı yaşamaya kurgulanmış, görüneni değerlendirmeye müsait yaratılmıştır. Kadının ânı yaşamaya kurgulanmış bir varlık olmasının en büyük kanıtı, ölü evinde ölü sahibi gibi ağlaması, düğün evindeyse evlenenler gibi eğlenmesidir. Erkek bu tür ortamlarda hep dışarıdadır. Hatta kendi ölüsü ve düğününde dahi…

Bu anlamda kadın yazar ve sanatçılara baktığımızda, ortaya koydukları eserlerde bir kadın duyarlılığı göze çarpar. Aslında bu duyarlılık, aynı zamanda kadının hayata bakışı, hatta kendini tanımlayışıdır. Öykücü veya romancı kadın yazarların eserlerinde tasvîre önem vermeleri, görünen nesneler üzerinde uzun uzun yazılar ve cümleler kurmaları, hatta bu sıradan nesneleri olmazsa olmaz duruma getirmeleri, bu anlamda kadının durduğu yer ve hayata bakış anlamındaki ipuçlarını vermektedir.

J. Ortega Y. Gasset, “Bir kadını tanımak istiyorsanız, onun önünde durmak, -başka bir türlü söyleyecek olursak- onunla flört etmek gerekir. Onu tanımanın başka bir yolu yoktur. Elektrik konusunda deneyler yapmak ne anlama geliyorsa, kadın konusunda flört etmek de o anlama gelir”[i] diyerek bir kadını tanımak için onunla birlikte olmayı şart koşar. Ama Ortega’nın, kadınları tanımanın en iyi yolu olarak ileri sürdüğü “flört” dahi onları tanımamızda yeterli değildir. Her flörtten sonra kadın rûhunun ancak bir kısmını çözebilirsiniz, geri kalan büyük bir kısmı ise muamma olarak kalır, yine yanılgıya düşersiniz.

Kadın, erkeğe bedenini verme konusunda cömert davranır, güzelliğini teşhîr etmekte bütün topluma açıktır; ama iş rûhuna gelince, onu hep derinlerde bir yerde saklar, erkeği acıdan acıya sürükler. Şâirler, içlerindeki derin acıları, sarsıntıları, kanamaları ve dahası, hissedip de söyleyemedikleri şeyleri imgeler vasıtasıyla bizlere hissettirirler. Erkek için de kadın bir imgedir ve tek bir anlamı yoktur, çeşitli anlamları vardır. Şâirlere dağ, deniz, ağaç, bitki, yeryüzü veya gökyüzü, kısacası tabiat nasıl heyecan ve ilham veriyorsa, kadın da tıpkı bu varlıklar gibi erkeğe ilham verir, erkeğin dikkatini çeker, ama hep imge olarak kalır. O imgeyi herkes kendine göre tanımlar.

Necip Fazıl’ın “Biz kadında olmayanı isteriz” şeklindeki mısraında belirttiği olgu, “Gerçekte ne istediğimizi biliriz ama kadın bize o istediğimizi hiçbir zaman vermez” şeklinde yorumlanabilir. En yoğun birleşmede dahi kadının verdiği şey rûhu değil, tenidir.

Mesela Stendhal kadınlar üzerine kırk yıl kafa yormuş, sevgi ve kadınlar üzerine kitaplar yazmış, fakat yine de kadını tanımlayamamıştır. Hatta o çok övündüğü kadınlarla düşüp kalkma bile gerçekleşmemiştir. Stefan Zwaig, onun büyük bir yalancı olduğunu söyler.

Kadının erkek için neden bu denli önemli ve üzerinde düşünülmeye değer bir varlık olduğuna gelince…

Erkeğin her zaman kendini kadında tanımlama duygusundan kaynaklandığını düşünüyorum bunun nedeni olarak. Bir kadın tarafından tercih edilen erkek, teslim olan erkektir. Teslim olan erkek, bilinçsiz bir şekilde bütünleşmek demektir. Yarım ve eksik yönünü tamamlamak… Fizikî anlamda değil, rûhsal anlamda tamamlanmak… Buna erkeğin kadında betimlenmesi de denebilir. Veya tersinden söylersek, kadının erkekte betimlenmesi…

Tekrar Gasset’ten örnek verecek olursak, “Kadının gerçek kişiliği erkeğin rûhuna işler, onu yavaş yavaş düşsel üstyapılarla süslemeye başlar; çıplak rûh üzerindeki bu süsler üst üste yığılarak düşlenebilecek en kusursuz biçimleri oluşturur”[ii] der. Oluşturur oluşturmasına da, erkeğin bu düşünün yıkıldığı an da işte bu durumda ortaya çıkar! Çünkü düşler her zaman erkeği yanıltır. Gerçekte düşsel olarak tanımladığı kadın, gerçek kadına hiçbir zaman benzemez. Ve erkeğin kadın konusunda sükût-u hayâle uğradığı an da burada başlar!



[i] Gasset, age. Sh.93

[ii] Gasset, age. Sh.26