Kadınlar

Güzellikleri, cazibeleri, işveleriyle yürek hoplatan, Mecnûn’u çöle, Ferhat’ı dağlara çıkaran, uğruna ölünüp ağıtlar yakılan, ulvî ve süflî duygularımıza bir anda sirâyet eden kadınlar... Onlar bazen fethedilmesi gereken bir İstanbul, bazen yakılması gereken bir Roma oluverirler.

“Arzulamak, bizde olmayanı istemektir.” (Eflatun)

***

KADINLARI tanımlamak kadar zor bir şey yoktur, ama yine de kadınları tanımlamaktan zevk duyarlar erkekler. Filozoflar yüzyıllardır kadınlar üzerine kafa yorarken, şâirler şiirlerinde coşkun bir dille anlatırlar onları. Her nedense erkeğin kadına bakışında her zaman erkek egemen bir çizgi hâkimdir. Kadın ya sevilen bir varlık ya da ulaşılması gereken bir ufuk olarak görünür. Ama nedense ona ulaşan da bir şey anlamaz, ulaşmayan da.

Yeryüzüne sürülen Âdem ve Havva’dan bu yana bu kaçış ve kovalamaca hiç değişmeden sürmektedir. Bu, bir bütünün parçalarını oluşturan varlıklar olması nedeniyle mi böyle sürmekte, yoksa doyumsuz olan erkek ve kadın ruhunun arayışlarının bir sonucu mu, bilinmemektedir.

Cemil Meriç’in, “Kadınlar Messalina’dır, yumurtalıklarıyla düşünür” diyerek tanımladığı kadınlara baktığımızda, güzelliğiyle dillere destan bu Romalı kadın alt tabakadan biridir. Güzelliği dolayısıyla kralla evlenir. Ama güzelliğin verdiği şımarıklık, doyumsuzluk onu tatmin etmez ve alt tabakadan erkeklerle düşüp kalkar. Ölümü bile yaşadığı bu doyumsuzluktan kaynaklanır. Peki, yalnız kadın mı doyumsuzdur? Ya erkeklere ne demeli? 

İlk aklıma gelen Kazanova… Sayısız kadınlardan sonra bir köpekle çiftleşecek kadar alçalan mahlûk! Ünlü Alman şâiri Goethe’ye ne demeli? O da hayatına dört güzel kadın sığdırmış; hepsine delice âşık olurcasına… Her eserini bir kadından ilham alarak yazmış adeta.

Sonra şâirlerin kadına bakışı... Hiç değişmeden aynı his, aynı duygu, aynı açlıkla döktürmüşler mısralarını: “O kadar hayvan var ki içimde,/ Her kadının gözüne bir başkası göz eder./ Biri takılır peşine sarışın güzelinin,/ Öbürü bir esmerin ardından gider.”

Celal Sılay,  hangi kadının peşinde gideceğini şaşıradursun, Necip Fazıl kararını çoktan vermiştir: “Ömrümüzün geçtiği yolda bana sorsalar,/ Gidiyorum bir kadın bacağının peşinden…”

Daha sonra hidâyete eren Necip Fazıl, peşinden sürüklendiği kadını yine bulamamıştır. Bu defa kadını sadece bir parça olarak değil, bir bütün olarak ele almıştır. Kadını sevilecek bir varlık olarak görür: “Saç tel tel, hep tül tül düşer./ Güzümün değdiği yere gül düşer./ Sonunda sana da bir gönül düşer;/ Gönlümün şimdiki duygusu gibi…”

Bu mısraları söyleyen şâir, yine de kovalamasını sürdürür. Kadının -ne olursa olsun- erkekten (kendisini sevenden) kaçıp kurtulamayacağını belirtir: “Sen kaçan bir yavru ceylansın dağda,/ Ben peşine düşmüş bir canavarım./ İstersen dünyayı çağır imdada,/ Yeryüzünde bir sen, bir de ben varım!”

Bu mısralardaki duyguyu Faruk Nafiz Çamlıbel de aynı duyarlılıkla, “ceylan-canavar” benzetmesiyle dile getirmiştir. Bu anlamda şâirlerin kadınlara bakışındaki ortak yan daha da belirginleşir sanki: “Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine/ Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek./ Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine/ Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek.”

Kadınlar bazen hayatın yegâne amacı olarak karşımıza çıkarken, bazen de Nazım Hikmet’in dediği gibi “Ve kadınlar…/ Bizim kadınlarımız:/ Korkunç ve mübarek elleri,/ İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle/ Anamız, avradımız, yârimiz/ Ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen/ Ve soframızdaki yeri/ Çküzümüzden sonra gelen/ Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız/ Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki/ Ve kara sabana koşulan ve ağıllarda/ Işıltısında yere saplı bıçakların/ Oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan/ Kadınlar…/ Mizim kadınlarımız”…
“Soframızda ineğimizden sonra yer alır” ya da “Dağa kaldırılan kadınlarımız” dediği kadınlarımız… Kavuşunca tükenen,  ayrılınca çoğalıp büyüyen, efsaneleşip ruhumuza giren kadınlar… Güzellikleri, cazibeleri, işveleriyle yürek hoplatan, Mecnûn’u çöle, Ferhat’ı dağlara çıkaran, uğruna ölünüp ağıtlar yakılan, ulvî ve süflî duygularımıza bir anda sirâyet eden kadınlar... Onlar bazen fethedilmesi gereken bir İstanbul, bazen yakılması gereken bir Roma oluverirler. Ama her şeye rağmen Roma kerhanesinde yatan Messalina de bizi cezbeder, Mısır saraylarındaki Züleyha’da.

Eflatun’un dediği gibi, biz kendimizde olmayanı arzularız. Filozofların düşünceleri de bu arzunun sonucudur, şâirlerin şiirleri de. Yüzyıllardır tanımlamaya çabaladığımız kadını arzulamak kadar büyük bir “coşku”, kavuştuğumuz zaman da duyduğumuz “acı” kadar büyük bir şey yoktur.