
ÇAĞINI yaşayamayan
insanlar tarihe kaçar, geleceği olmayanlar ânı yaşar, âna sığınırlar. Peki, çağının
sorunlarını, problemlerini, dahası kendi kendinin ruhsal problemini çözememiş
insanlar ne yaparlar? Onların da elbet sığınacakları bir kucak vardır: Aşk ve
kadın!
Varoluş problemiyle yüz
yüze kalmış, hayatın anlamını çözememiş, kendini sorgulayan herkesin
trajedisidir “kaçış”. Kaçmak, bütün sancılı insanların kaderi. Aydını, şâiri,
sanatçısı hep bir kaçış içinde, hep bir sığınış… Kendi kendileriyle
hesaplaşmaktan korkan, yüzleşmekten çekinen insanlar, bu kaçışlarında sakin bir
liman bulduklarında durulurlar. Aslında bu durulma değil, içindeki kavgayı
dindirmek için kısa bir soluklanmadır.
İnsanın içinde bulunduğu bazı
durumlar, onu bu tür kaçışlara zorlar. Özellikle de iç çekişmenin çoğaldığı,
toplumun insanı kuşattığı demlerde bu daha da kendini hissettirir. Bu
durumlarda insan en çok kendinden kaçar, ama bunu ne itiraf edebilir, ne de bir
başkasıyla paylaşır. Aslında bu kendi kendini kandırmaktan başka bir şey
değildir.
Şahsen bu tür kaçışlar
yaşadığım zamanlarda ya kitaplara ya da kadınlara sığınma gereği
hissediyorum. Bazen bir kitabın beni
alıp götüren sahifeleri arasında kayboluyorum, bazen yazdığım bir şiirin bir
mısraında duruluyorum. Bedenî doyumların doyumsuzluk ürettiği, değerlerin
değersizleştiği bir zaman diliminde kaçışlardan durulmalara, durulmalardan
sevgiye/aşka bir yol bulamıyorum.
“Aşk” demek, “muhabbet”
demektir. Adam gibi adam bulup gönül diliyle iki kelime edebileceğin bir dost,
bir arkadaş bulamıyorsun. Aslında herkesin içinde fazlasıyla yaşadığı bu
varoluş fırtınasını/işkencesini dindirecek bir çift güzel söz, bir güzel nazar
yok! Hep gönül diliyle konuşacak o güzel sözlü, güzel yüzlü can insanlar
neredeler acaba?
İçimde kopan cihan
savaşını durduracak, tesellî bâbında da olsa güzel sözler söyleyecek kimseler
yok mu? Arayışlarım hep kaçışlarla mı sürecek? Hiç sığınacağım bir kucak,
gönlümün iniltilerini bastıracak bir yürek, beni teskîn edecek bir kadın
bulamayacak mıyım?
Kitaptan kitaba, şehirden
şehre, kadından kadına koşmaktan yoruldum. Kitaplar okudukça acıktırıyor rûhumu,
bildikçe acıtıyor yüreğimi, hep sorular sorduruyor, cevap vermiyor. Hakîkat
yoldaşlığımda kitaplar sadece karanlığa tutulan fener misali yolumu
aydınlatıyor ama rûhumu teskîn etmiyorlar. Şehirler, sıkıntılarımı taşıdığım
mekânlardan başka bir şey değiller. Gittiğim yere sıkıntımı götürüyorum, yorgunluğum
yine bana kalıyor.
Kadınlar… Tanrım!.. Aynı
dili konuştuğumu sandığımız ama ne yazık ki farklı algılarla çatıştığımız
biricik varlıklar... Yarım yamalak yanlarımız. Doymayan rûhumuz, acıyan yüreğimiz,
savrulan hayatımız kadınlar. Varlıklarıyla da, yokluklarıyla da yaşayamadığım
mahlûklar… Şâirin belirttiği gibi, tanrısal yanlarımız “varoluşumuz ve özümüz”:
“Tanrısal bir özü var sevdiğimiz kadınların/ Onları kollarımıza alıp/ Sımsıkı
sarıldığımızda/ Tanrılarla bütünleşmiş oluruz/ Ürkütücü kuleler gibi yükseliriz/
-kimse alçaltamaz bizi-.”[i]
Kadını, dahası aşkı bulamayan
kitaba, bulansa kadına sarılır. Ne aşkı, ne kadını bulabilenler, varoluşlarını
da bulamazlar. Bu yüzden ne kadına sarılabilirler, ne kitaba. Hep doyumsuz
yanlarıyla debelenip giderler hayatın acımasız çarkları arasında. Ben ne kadını
bulabildim de sarıldım aşka, ne aşkı bulabildim ve sarıldım kitaplara.
Kitaplar, kaçtığım limandan başka bir şey değil. Aslında rahatsızlığımın
belirtisi… Şâirin mısralarında ortaya koyduğu gibi: “Sevdiğimiz kadınlar nardır/
Gelir, bulurlar bizi/ Geceleri/ Memeleriyle yok ederler yalnızlığımızı/ Yağmur
yağarken/ Kendilerini saçlarımıza gömerler/ Ve onları parlayan gözyaşları/ Işıyan
kıyılar/ Narlar gibi/ Süslerler.”[ii]
Şâirin burada belirttiği
yalnızlık, aslında kendi varoluşumuzu sorguladığımız anlardır. Bu anlamda kadın,
iç dünyamızdaki problemlerin yatışmasında bir sığınak görevi görür. Özelikle
erkek, bu yüzden aşk ve kadın arayışlarına girer. Teskîn edilmeyen rûhuyla
yüzleşmekten kaçmak için sığınır kadın kucağına veya patolojik bir rahatsızlık
olarak aşka. Aslında kendiyle yüzleşmekten korktuğu bu durumda, kadına sığınsa
bile gerçekte bir başka paradoksu yaşıyordur ama farkında değildir. Çünkü aşk
veya kadınla olan ilişki, bizi dış dünyaya karşı duyarsız kılar ve sağlıklı
düşünme yetimizi elimizden alır. Şehirden şehre, kadından aşka kaçarken,
sığındığımız limanların güvenli olduğunu sanıyoruz; oysa limanlar, yalnızca bir
anlık dinlenme veya soluklanma yerleridir. Dahası, eskimiş yolcuları
indirdiğimiz, yeni yolcuları aldığımız çıkmazlarımızdır. Bu anlamda aşk ve
kadın, hem kaçışımız, hem de sığınağımızdır. Bunun ötesini henüz çözemiyoruz.