İslâm dünyasında mekânın kaybı

İçinde yaşadıkları hiçbir şeyi kendileri belirlemekte ve anlamakta güçlükleri olmayan Müslümanlar, yeryüzü serüvenine ilişkin bilgi kaynaklarını Tevrat, İncil ve pozitivist ontolojiden almaktadır. Böyle olunca da giderek “Müslüman soykırımı”, “Tevhit kırım” ya da “din kırımı”na dönüştürmektedir.

BU yazı, ülkelerini birçok nedenden ötürü terk edip Batı ülkelerinde, özellikle Almanya’da yerleşen göçmenlere yönelik uygulamaları konu edinmektedir.

Giderek farklılaşan ve değişen uygulamalar, göçmenleri farklı kültür, din ve diller etrafında yeniden yapılandırmaktadır. Bir şekilde tarihsel, kültürel, dinî ve siyasî olarak birbirlerine duydukları mesafe giderek azalmakta ve kendilerine uygulanan bu program ile bir masa etrafında toplanmaktadırlar. Acaba kendi ülkelerinden göç nedenleri arasında bir masa etrafında toparlanamama da bulunuyorsa, burada nasıl gerçekleşiyor ya da kendi ülkelerinde bu programı uygulamada nasıl ve neden zorlanmaktadırlar? Diğer yandan göçmenler ya da muhacirler, birbirlerine imkân sağlayabilecek bu alanı kadim topraklarında ve bu ölü toprakları da dirilten irfanda arayamamaktadırlar?

Mekân, varlığın görülme yeridir. Kevn, “varlık” demek ve bu varlığın, insanın kavramasına sunulduğu alan ise “mekân”. Bunun için “ruh”, kendisinden sorulsa bile çok az bilgi olandır. Oysa “elest-i bezm”, bu çok az bilginin geldiği ve anlaşılmasına imkân sunulduğu alandır. Bu nedenle ruh, âlemine gelince bir mekân ortaya çıkar. Ruhlar âleminden bedenin üretildiği kâinata gelince, yine burada da bir mekân içine konur. Beden ve kâinat ikilisi de yine varlıkla ilgilidir.

Yeryüzü serüveninde insan, kendisine sunulan bu imkân ve kudret içerisinde kendisi de bir mekân üretir ve ömrünü burada uzatır. “İmaret”, küçük bir topluluk ile bir yere yerleşerek gerçekleştirilen sosyal hayatı anlatır. Her nasılsa, uzun zamandan beri bedeninin yaratıldığı malzeme ile kurduğu ilişki nedeniyle, kurduğu mekânı yine kendisiyle birlikte inşa eder. Böylece kendisinin de içinde bulunduğu mekân, yine kendisi eliyle “yaratılmış” olur. Yani yaratılan ve var olan âlem içinde insan, kendisinin de dokunduğu bir alanı kendisine göre yeni baştan yapılandırır.

Göçmenler, uzun süreden beri üzerinde yaşadıkları mekânlarını terk ettiklerinde, doğal olarak bir başka dünyanın parçası, programı ve işaretine kendilerini teslim etmiş olurlar. Günümüzde de göçmenler, terk ettikleri topraklarla kuramadıkları ilişki nedeniyle, kendisinden yaratıldıkları topraktan uzağa düştüklerinde şaşkınlıkları iki boyut ve düzleme ulaşmaktadır.

Sanırım bu kadar giriş yeterli olacaktır; şimdi buradan bir başka alanı aktarmalıyım…

Acelecilik meselesi

Müslümanların Batı ile olan ilişkisinin genel hatlarıyla belirgin olduğu iki dilim Endülüs ve Selçuklu-Osmanlı Devletleriyle özetlenebilir. En azından bu irtibatlandırma, coğrafya ve zaman olarak şimdilik ana hatlarıyla biçimlenmiş olur. Bu bakımdan da Türkiye kökenli göçmenlerin, Selçuklu-Osmanlı siyasî coğrafyasının temsilcisi olduklarını söylemek bu tarihle ilişkilidir. Başka bir ifadeyle, Selçuklular, Haçlı Seferleri ve sonrasının muhatabıdır. Bu süreç, modern düşüncenin Kilise dışında bir umut, beklenti, Mesih vizyon ve Atlantis’ini aradığı veya yokladığı bir dilime rastlamaktadır. Batı dünyasının Selefîleri, kendilerini Kudüs’te yıkayıp arındırma peşindeydiler ve onları orada karşılayan Selçuklular oldu.

Bu dilim içerisinde Osmanlı ise, modern düşüncenin başlangıcına, yani Atlantis’in müşahhas hâle getirildiği bir döneme rastlamaktadır. Bu dönem, Osmanlı’nın Avrupa içlerine doğru harekete geçtiği ve Avrupa’nın merkezine ulaşmasıyla başlamaktadır. Doğal olarak, modern Batı düşüncesinin önemli konularından bir tanesi de “Osmanlı’nın fethi” meselesidir. Çünkü yenilik ya da yenileşmenin en önemli ayağı askerî bir başarı ile sağlanmakta ve de Osmanlı’nın askerî olarak durdurulması ve Avrupa’nın Osmanlı karşısında durdurulması anlamına gelmektedir.

Müslümanlar, yukarıda aktarılan siyasî coğrafyayı adlandırdıkları iki ana başlığa sahiptiler. Her düşünce sisteminin dönüşümleri de yine aynı döneme rastlamaktadır. Hatta düşünsel dönüşüm için bir bakıma, “Bu dönemin eşiği!” bile denebilir. Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd etrafında dünyaya nazar eden Müslümanlar, her iki programın devamlılığı veya art arda gelmesiyle birlikte Avrupa’yla karşılaşmıştır. Müslümanlar, Müslüman olmayan topluluklar da dâhil, birçok renk ve dille bir arada uzun süre yaşadılar. Hatta elan bu yaşam devam ediyor. Acaba bunca zamandır yönetimlerinde yaşayan topluluklar için kaç türlü programları vardı? Veya olmayan topluluklara dair geliştirdikleri ve uyguladıkları programın dönemsel değişimi nasıl gerçekleşti? Esas itibariyle insanın ya da Allah’ın kullarının siyasî, kültürel, iktisadî vb. bir işleme tâbi tutuldukları kaynak ve bu kaynağın değerlendirilmeye alındığı alan ve dönem nereye rastlamaktadır?

Müslümanların Batı ile karşılaşmaları -ki bu genel olarak farklı siyasal karşılaşma için de geçerlidir-, ontolojik, yani varlık alanına dair bir inşa iledir. Bir başka ifadeyle, “Tevhid”in, yani yaratılış ve peygamberlerin gelişinin baştan hatırlatılmasıyla başlar ve devam eder. Bu münasebetle çok farklı ve bu farklılık nedeniyle de Vahdet-i Vücûd dile getirildiğinde, siyasî, toplumsal ve kültürel karşılık bulur. Vahdet-i Vücûd havzasında Vahdet-i Şühûd gelişti ve etkisi, İmam-ı Rabbanî’den daha fazla, Mevlâna Halid-i Bağdadî ile Osmanlı sınırlarında hâkim oldu.

Vahdet-i Vücûd’un geliştiği ve yayıldığı dönem, bir bakıma Batı’dan yükselen pozitif ontoloji ile karşılaştı, pozitif ontolojiye cevap verdi veya mücadele etti. Başlangıç itibariyle İslâm dünyasına yönelik yenileşme gayretiyle yetinmedi ve bir bakıma Batı ile de mücadeleye girişti. Yani sadece İslâm coğrafyasının değil, bu coğrafyanın maruz kaldığı tehdit ve tehlikenin giderek ilerlediği askerî ve iktisadî başarısı karşısında da önemli bir çaba ve gayret gösterdi.

Lâkin Vahdet-i Şühûd’un perestiş ettiği ve önerdiği bilgi tazeliği ve fazlalığı, pozitif ontoloji karşısında giderek daha fazla ve hatta daha hızlı alan kaybetti. Vahdet-i Şühûd’un ön plâna çıkardığı bilgi, epistemik alanın kendisinde ontolojik bir karşılık buldu. Fakat epistemik başarısı -en azından kendi iddiasına göre- karşısında ontolojik varlık alan kuramadı veya ontolojik bir alan üretemedi. Bu münasebetle de ontolojik yeni bir sistemle pozitivizm ile karşılaşınca giderek kendisini de perestiş etti. Oysa başlangıcı, sadece bilginin perestişiydi. Doğrusu Vahdet-i Şühûdîlik itirazını, meşruiyetini Vahdet-i Vücûd’a yaparak alan, açtığında medrese ve kendisine meşruiyeti medreseden arayan iktidara yönelmekte gecikmedi.

Hâddizatında Vahdet-i Şühûd’un iktidara yönelmesi şaşılacak bir alan da değildi. Çünkü bilgiyi elde etmek ve bilginin kendisi etrafında çerçeve kazandırmak o kadar da zor değildi. Kaçınılmaz olan sayılabilen bilgi, doğrudan kendisi gibi bir alanı takip etmekte ve netice almakta “acele” etmekte ve “acele”ye kavuşmaktadır.

Netice itibariyle Osmanlı bakiyesi alanın pozitivizm ile serencamı Vahdet-i Şühûd üzerinden yürütüldü, yürütülmeye de devam ediyor. Bu hâl, Osmanlı’nın bir ya da birkaç eyaleti üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyet’te de varlığını işte Vahdet-i Şühûd’un pozitivizm karşısındaki mağlubiyetine borçludur. Daha da ötesi, İslâm ya da Müslümanlarla kurduğu ilişkide de makuliyetini yine bu mağlubiyet üzerinden gerçekleştirdi ve hâlen de devam etmektedir. Bu hususun daha yakın ve pratik bir yerde görülmesi, Batılı mühtedîlerden anlaşılabilir. Mühtedî, pozitivist ontolojiyle mücadele ya da hesaplaşmayı, yine Vahdet-i Vücûd’la, yani aynı düzlemden hareketle ontolojik bir yerden aşmak veya açmaktadır. Batı ile karşılaşmayı “varlık” olarak görmeyen/göremeyen Müslümanlar, her nasılsa bu çaba içerisinde mücadele eden mühtedîyi anlamakta da müşkül çekmekte, onun hakkında gümansız olmakta ve yakın bir ilişki kuramamaktadır.

Çoğu zaman bu insanların titizlikleri, “aşırılık” olarak algılanmaktadır. Tuhaf olan ise, onları aşırı olarak görenlerin, Vahdet-i Şühûd zemininde durmalarıdır. Öyleyse mühtedîlerin titiz ve aşırı oluşu karşısında kendilerini dahi esneten Vahdet-i Şühûd güruhu, bilgisinin eridiğini ve -işe yaramadığı bir yana- giderek kendisini yok ettiğini anlamakta mıdır?

Doğal olarak pozitif ontolojiyle verdikleri mücadeleyi giderek kaybetmeye başlayınca, mevcut hâli yine ellerindeki bilgiyle meşrulaştırma, diğer yandan da savunma alanı üretmeye harcamakla geçirmektedirler. Batı karşısında savunma, yenilgi içinde olan Müslümanları zaman içerisinde, kendi elleriyle hâlen yıkmaya devam ettikleri Osmanlı sahasına sığınmak zorunda bırakmaktadır. Doğrusu onlar da bir yönleriyle Osmanlı’ya sığınmaya gönüllü ve razıdırlar. Çünkü hem Batılı, hem Osmanlı olmak ve her iki alanda da var olmak, kamusal bir görünürlüğü sağlamaktadır. Tamah ettikleri ve tûl-i emelleri, her geçen gün yaptıklarıyla, yani amelleriyle obezleşen bir “habitat amalehüm”ü bir güruh hâline getirmektedir.

Günümüzde göçmenler, terk ettikleri topraklarla kuramadıkları ilişki nedeniyle, kendisinden yaratıldıkları topraktan uzağa düştüklerinde şaşkınlıkları iki boyut ve düzleme ulaşmaktadır. 

Sığınma, ama neye, kime?

Batı karşısında bu siyasî sığınma bazen “İslâm”a da -yani din olarak- yönelmektedir. Bundan dolayı yenilgi, giderek Batı tarzı bir düşünce sistemine evrilmekte gecikmedi. Vahdet-i Şühûd’un 2. Dünya Savaşı ardından yöneldiği “bilgi çatışmalı” epistemik kavga, böylece “İslâmîleştirilen bilgi” yerine, Batılılaşan İslâm ile gerçekleşti. Hem göçmenler, hem zihinsel dönüşüm yeni bir dil ve anlam üretti. Böylece mühtedî, koloni ve işçiyle başlayan göçler ve göçmenlerle giderek yaygınlaşan tema, Müslümanların ifade ve anlam olarak Batı modeline yanaştıklarını göstermektedir.

Batı’da ve Batı’dan gelen Müslümanlık, pozitivist olmakta kalmaz, Batı tarzı dindarlığı Tevrat ve İncil’in Pozitivist yorumuyla başabaş gerçekleşmektedir. Böylece insan, vahiy, kitap, melek, ahiret, ölüm, mekan, şehir, savaş gibi hemen hayatın tamamı buradan şekillenmekte ve biçimlenmektedir.

Müslümanlar yüzyıllardır birlikte değil, kendi yönetim ve idarelerinde yaşayan farklı dinî grupları bugün Batı kavramları üzerinden yeniden tanımlıyor ya da buna zorlanıyor. Her nasıl olsa, sonunda Müslümanlar bu yeni dünyada tanımlananın kendisi olduğunu dikkatten kaçırmaktadır. Yani Müslümanlar, kendilerini Batı değerleriyle “ne olmadıklarını” anlatma çabasına heba etmekte ve bunun kayısını taşımaktadır. Bu çaba, ne olduklarını yüzyıllardır koruyan diğer din mensupları yardımıyla utangaç ve mahcup başlarken, önde izaha yeltenmekte ve hatta dilenmektedirler.

İçinde yaşadıkları hiçbir şeyi kendileri belirlemekte ve anlamakta güçlükleri olmayan Müslümanlar, yeryüzü serüvenine ilişkin bilgi kaynaklarını Tevrat, İncil ve pozitivist ontolojiden almaktadır. Böyle olunca da giderek “Müslüman soykırımı”, “Tevhit kırım” ya da “din kırımı”na dönüştürmektedir.

Müslümanların krizi, Batının krizidir. Batı, Müslüman dünyayla daha karşılaşmadı ya da yüzleşmedi. Daha da ötesi, kendi içerisinden çıkan “mühtedîleri” de usta bir hamleyle zaman içerisinde mistik bir dünyanın parçası kılarak olabilecek tehdit ve tehlikeyi de savuşturmuş oldu.

Mekânını kaybeden göçmen, varlık mesajını da kaybeder!