“Hiç Yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp
bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Mülk, 14)
***
İNSAN, dünya gezegeninin en etkin varlığıdır. Bu
gezgende insan olmasaydı, hayatımız hâneleri metruk bir kasaba gibi sessiz ve
neşesiz olurdu. “Dünya hayatında insan hesaba katılmadan yapılan hiçbir iş
yoktur” denilebilir. Dolayısıyla bu çalışmanın özü insandır. Her ne kadar
misafir olarak şu evrende bir müddet kalsak da ev sahipliği yapmaktan geri
durmuyoruz.
Biz insanlar çok karmaşık bir yapıya sahibiz.
Yapıcı olduğumuz kadar yıkıcı da olabiliyoruz. Sevindirebildiğimiz kadar üzebiliyoruz
da. Sevinebildiğimiz gibi üzülebiliyoruz. İnsan, eksi ve artılarıyla insandır
ve tek başına kendi kendine yetebilen bir varlık değildir. Bazen kendini çok
güçlü hissederken, bazen gözle görülemeyen küçük bir mikroba yenik düşebilir.
İlk insan topluluğundan günümüze kadar her
devirde çeşitli sıkıntılarla karşılaşan ve o sıkıntıları bir şekilde aşmaya
çalışan insan, yine aynı insandır. Dünya döndüğü müddetçe, bundan sonra da
sıkıntılar, stresler olacak ve insan bundan kurtulmanın yollarını hep
arayacaktır. İnsan, mutluluğu yakalamaya çalışan ve sürekli onun peşinde koşan
bir varlıktır. Ancak bunu şu sınırlı hayatta herkes yakalayamamaktadır. Doğrusu
çoğu insan, onu nasıl yakalayacağını bilememektedir.
Sade bir hayattan karmaşık bir hayata geçişle
insanın mutsuzluğu daha çok arttı. Sanayileşme, büyük şehirlerin oluşması ve teknolojinin
hayatımıza girmesiyle huzurumuzu kaçıran etkenlerin de arttığı bir gerçektir.
Sanayileşme ve teknoloji hayatımıza birtakım kolaylıklar getirirken, birtakım
sıkıntı, stres ve gerilimleri de beraberinde getirdi. Teknolojik gelişmelerin
karşısında duramayacağımıza ve dışında da kalamayacağımıza göre, teknoloji ve
hayatımız arasında orta bir yol izleyerek denge kurmak zorundayız.
Biz insanlar madde ve mânâ boyutu olan sosyal
varlıklarız. Çevremizle sürekli iletişim hâlindeyiz. Bu çerçevede
olumlu-olumsuz, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin her tür davranış ve olayla
karşılaşıyoruz. Bunlardan iyi, doğru ve güzel olanlar ruh dünyamızda olumlu
etkiler bırakırken, kötü, çirkin ve yanlış olanlar ise olumsuz birer iz
bırakmaktadırlar. Karşılaştığımız bütün olumsuzluklar ruhumuzu iğneliyor ve
sinir sistemimizin kasılması veya gerilmesiyle yüz mimiklerimize kadar
yansıyor. Sadece dışa yansımasıyla da kalmıyor, bunların her biri iç dünyamızda
da olumsuz birer iz bırakıyor. Yaşanan olumsuzlukları kendi kendimize tamamen
yok edemiyoruz; birtakım çabalarla ya zararsız hâle getirmeye çalışıyor ya da
iç dünyamıza gömerek üzerini örtüyoruz. Maalesef hiçbir şey kaybolmuyor, ancak
şekil değiştirerek kamufle oluyor. Fırsatını bulduğu zayıf bir ânımızda gün
yüzüne çıkıveriyor.
Allah, bütün evrende olduğu gibi biz insanlara
da müthiş bir denge koymuştur. Bu dengenin korunmasını tavsiye etmiş ve tercihi
bize bırakmıştır. Dengeyi koruyanlar olduğu gibi, bu dengeyi bozarak
dengesizliği tercih eden insanlar da her zaman olagelmiştir. Bu yüzden
toplumlarda mûtedil insanlarla birlikte dengesiz insanlara da rastlanır.
İnsanın maddî ve mânevî iki yönünün olduğunu
yukarıda belirtmiştik. Maddî tarafımızı fizikî ve biyolojik yapımız oluşturur.
Ruhî tarafımızı ise inanç ve içsel yaşadığımız yapısal-derûnî fıtratımız
oluşturur. Maddî boyut hava, su ve gıdalarla beslenerek devam eder. Mânevî boyut
ise duâ ve ibadet gibi ruhu besleyen yüksek değer ve davranışlarla gıdalanır.
Bunlarla gelişir ve anlam kazanır. İster maddî, ister mânevî açıdan olsun,
gıdasız kalan insanın zayıflaması kaçınılmazdır. Zayıf olan insanların da
üzüntü, stres ve sıkıntı gibi insanı içten çökerten olumsuzluklar karşısında
teslim olmaları daha kolaydır. Dolayısıyla bu dengeye dikkat etmemiz gerekir.
Eğer maddî ve mânevî açıdan zayıf değilsek, karşılaştığımız sıkıntılardan daha
çabucak sıyrılabiliriz. Kur’ân’ın muhtelif mesajlarında ve Peygamberimizin
uygulamalarında Allah’a inanan bir insanın üzüntüye saplanıp kalma yerine
kendini toparlayarak -dengeyi kurarak- işine bakması telkin edilir.
Maddî ve mânevî yapımız gereği bizler kimi zaman neşelenir, kimi zaman kederlenir ve üzülürüz. Kimi zaman da karşılaştığımız sıkıntı ve üzüntülerden kurtulmak için bir tesellî kaynağı ararız. Bizi rahatlatacak bir destek bulabilirsek çabucak kendimize gelir ve toparlanırız. İçsel yaşadığımız sıkıntı ve engellenmelerde çevremizden gelen olumlu bir mesaj çok önemlidir. Bunu Peygamberimizin ashabına bizzat uyguladığını görüyoruz. O, zaman zaman çevresindeki insanlara ruhsal destek vermiştir.
Biz insanlar her yönüyle sınırlı, aynı zamanda
da sorumlu varlıklarız. Sorumluyuz, çünkü bilinçliyiz. Gücümüzün, görmemizin,
duymamızın, aklımızın hepsi sınırlıdır. Dolayısıyla üstesinden gelebileceğimiz
ve gelemeyeceğimiz işler vardır. Herkes her işi yapamaz. Yapması da gerekmez.
Hepimizin birbirimizden farklı yetenekleri vardır. Birimiz fen dalında,
diğerimiz sosyal alanda iyi olabiliriz. Bir başkası da güzel konuşabilir veya
güzel yazı yazabilir. Bunların hepsi sanatsal güzel yeteneklerdir. Bir kişi
kendi kabiliyetine bakmadan, “Bunların hepsi bende olsun!” diye ısrarcı olur ve
eğer o alanda yeteneği de yoksa büyük hüsran yaşar. İçine girdiğimiz sıkıntı,
hazır yapabileceklerimizi de olumsuz etkiler. Sonunda kendi yetenek ve
kabiliyetimizi tanımadığımızdan bir engellenme yaşar ve mutsuz oluruz. Bu
bağlamda kendi kabiliyet ve yeteneklerimizin farkında olup bizi aşan işlere
soyunmamalıyız. Bununla birlikte, yapamayacağımız işlere cazip de olsalar “Hayır!”
demesini bilmeliyiz. Aksi hâlde hayâl kırıklığı yaşar, başarısız ve mutsuz
oluruz. Dolayısıyla kendimizin farkında olmalı ve şükretmesini bilmeliyiz.
Sevgili Peygamberimizin zaman zaman yaptığı
uygulamalardan hayata tutunma, normal işlerine devam etme ve üzüntü girdabından
çıkarma adına kimi sahabîlere moral desteği verdiği ve onları şevklendirdiğini
anlıyoruz. Örneğin O, sahabîlerinden, eşlerinden ve çocuklardan bazılarını tesellî
etmiştir. Hz. Peygamber’in bu tür uygulamaları, toplumsal mutluluğu yakalama
açısından önemli bir veri olarak değerlendirilebilir.
İnsan hayatında mânevî destek önemlidir. O boş
bir tesellî değildir. Mânevî destek, insanı içinde bulunduğu buhranlı durumdan
normal hâle getirme çabasıdır. Biz insanların üzüntü, stres, sıkıntı ve korku
gibi olumsuzluklar karşısında, duygusal yoğunluk yaşadığımız zamanlarda normal
hayattaki aktivite oranı zayıflar veya kaybederiz. Bu girdabın dışına
çıkamazsak, en sonunda tükenmişlik hâli belirmeye başlar. İşte mânevî destek,
tükenmişlik hâline girmeden normale dönmek için bir çıkış kapısı aralamaktır!
Normal evsafa sahip hiçbir insan, mutsuz olmak
için çalışmaz. Nihâî amacımız (dünya/ahiret), mutlu bir hayat yaşamaktır.
Yaptığımız bütün iş ve uğraşlarımız mutluluğumuz için birer araçtır. Aslında
mutluluk ve mutsuzluk biraz da hayata bakış açımızla alâkalıdır. Hayata pozitif
pencereden bakarak mutlu olmak için pek çok sebep görebiliriz. Örneğin gözümüzün
birini kaybettiğimizde, “Şükür, diğeri sağlam!” şeklinde olaya yaklaşırsak,
mutlu olmamızın bir sebebi olur. Olaylara negatif pencereden bakarsak, üzüntü
ve strese sebep olacak birçok neden görebiliriz. Örneğin ayakkabımız
eskidiğinde bundan mutsuz olabilir ve strese girebiliriz. Hâlbuki “Ayakkabım
eski ama çok şükür ayaklarım yerlerindeler!” şeklinde düşünebilirsek, o stresi
yaşamayız. Bu bakış açılarının ikisi de mümkündür. Bunlardan birincisini tercih
etmek, yani olumlu bakmasını ve düşünmesini, dolayısıyla şükretmesini öğrenmek
gerekir. Zira olumlu düşünme ve görme, öğrenilebilir bir beceridir.
Dinimiz, bize hayata olumlu yönden bakmamızı
tavsiye ediyor. Bu bağlamda, “İslâm, inananları olumlu düşünmeye özendiriyor”
diyebiliriz. Örneğin Peygamberimiz bir hâdislerinde şöyle buyurur: “Allah
(meleklerine), ‘Kulum bir iyilik yapmayı aklından geçirir de yapamazsa, onu bir
iyilik olarak yazın! Şâyet o iyiliği yaparsa, onu on kat olarak yazın!’ der.”[i]
Herkesin duygu, düşünce ve iradesi vardır. Zaman zaman sıkıntı ve üzüntülerle elbette karşılaşırız. Bu, insan olmamızın bir gereğidir. Böylesi durumlarda göstereceğimiz sabır ve alacağımız mânevî bir yardım (duâ, ibadet, sohbet) ile ondan hasarsız kurtulabiliriz.
Bu hadisle, iyi ve güzel bir iş yapmak
istesek, fakat bazı nedenlerden dolayı onu yapamasak, o olumlu düşüncenin bile
bize sevap kazandıracağı vurgulanmaktadır. Görüldüğü üzere burada müspet düşünce
özendirilmektedir. Eğer olumlu düşünebilirsek, etrafımıza olumlu bakar ve
olumlu şeyler görürüz. Bu bakış açısı ise bize huzur ve mutluk verir. Yine
Peygamberimiz, “Güzel
bir söz sadakadır”[ii], “Her iyilik bir sadakadır”[iii]
buyurarak bizleri güzel söz söylemeye ve iyilik yapmaya teşvik etmiştir. Birine
iyilik yaptığımızdan veya güzel bir söz söylediğimizden dolayı Allah’ın
vereceği karşılık ayrı; burada dikkat çekici asıl unsur, söylediğimiz söz veya
yaptığımız iyiliğin karşımızdaki kişi üzerinde bırakacağı olumlu tesir
bırakacağıdır. Bir toplum düşünelim, insanlar birbirlerini güler yüzle selâmlasın,
birbirlerine iyilikte bulunsun ve güzel sözler söylesinler, böyle bir toplumda
sıkıntısı olan bir insanın sıkıntıları, yerini huzur ve mutluluğa bırakmaz mı?
Peygamberimizin bu tür sözlerine kulak veren insanlar hayata hem olumlu bakar,
hem de mutsuzluk çukuruna kolayca düşmezler. Bu çerçevede, “İslâm, hayatı güzel
yaşama sanatıdır” denilebilir.
Bizim robot gibi mekanik bir yapımız yoktur.
Herkesin duygu, düşünce ve iradesi vardır. Zaman zaman sıkıntı ve üzüntülerle
elbette karşılaşırız. Bu, insan olmamızın bir gereğidir. Böylesi durumlarda
göstereceğimiz sabır ve alacağımız mânevî bir yardım (duâ, ibadet, sohbet) ile
ondan hasarsız kurtulabiliriz. En basitinden, sıkıntımızı samîmi bulduğumuz bir
dosta açarak da rahatlayabiliriz. Sıkıntının belli bir dönemi vardır ki, o
aşamaya gelirsek kilitlenir kalırız ve aklıselim ile düşünemeyiz. İşte bu
süreci atlatmak için birinin desteğine ihtiyacımız olabilir! Bu süreci
atlattıktan sonra daha sağlıklı düşünerek kendi başımızın çâresine bakabiliriz.
Kendimiz bazı çözüm yolları üretip çıkış yolları bulabiliriz. Bu süreci
atlatamadığımız zaman problemin derinleşmesi ve bizi ümitsizliğe doğru
sürüklemesi söz konusu olabilir. Allah korusun, böyle durumlarda insan
tükenmişlik yaşar ve girdiği karanlık tünelde hiçbir ışık göremeyerek kendini
yok etmeye, yani intihara bile yönelebilir. Bu duruma sürüklenmememiz için
sohbet meclislerimiz, samîmi arkadaşlarımızla belli zamanlarda bir araya
gelmemiz, bir taraftan şarj, bir taraftan da deşarj olmamız önem arz eder. Bu
bağlamda derdimizi açabileceğimiz samîmi dost ve arkadaş, nasihat eden ve yol
gösteren bilge kimseler sıkıntılarımızın sigortasıdırlar.
Allah, Peygamberimizi karşılaştığı bazı
sıkıntılara karşı tesellî etmiş, üzüntüyü bırakıp işine devam etmesini
istemiştir. O, Elçisini üzüntü ve ümitsizlikle baş başa bırakmamış ve O’nu
tükenmişliğe terk etmemiştir.[iv] O’nu her
zaman desteklemiştir. Peygamberimiz de bu metodu çevresindekilere uygulamış ve
onların hayattan kopmalarına izin vermemiştir. Örneğin Hicret sırasında
Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir için şöyle diyordu: “Üzülme, korkma, Allah bizimle beraberdir!”[v]
Bir insanın çalışma temposunun düşmesi,
kendini sürekli yorgun, hâlsiz ve bitkin hissetmesi, hayatı anlamsız bulması,
çevresine yabancılaşması, hiçbir şeyden keyif alamaması ve heyecan duyamaması, “tükenmişlik”
kavramıyla ifade edilmektedir. Bunları sürekli yaşayan bir kimse çatışmacı veya
içine kapanmış, mutsuz bir kişi olarak hayata tutunmaya çalışır. Bu durumdaki
insanlar için hayat bazen yaşanması zor bir işkenceye de dönüşebilir. Böylesi
durumlarda nelerin yapılması gerektiği ileriki satırlarda anlatılacaktır. Şu
kadarını belirtelim ki, bir günümüzdeki her an aynı olmadığı gibi, hayatımız da
sonuna kadar aynı değildir.
Bugün, “bireyin kendisinden ve çevresinden kaynaklanan
bedensel ve ruhsal gerilim, baskı, endişe, kısaca kişiye rahatsızlık veren her
durum”[vi],
“stres” olarak değerlendirilmektedir. Streste şu üç aşamanın olduğu görülür:
Birincisi etkiye karşı gösterilen reaksiyon; ikincisi direnç; üçüncüsü de
tükenme dönemi...
“Alarm dönemi” de denilen reaksiyon döneminde, kişi ya mücadele ederek ya da kaçarak bu durumdan kurtulmaya çalışır. “Direnç
döneminde” ise yüz yüze olduğu stres verici duruma karşı direncini yükseltir.
Bu aşamada eğer başarı sağlanırsa, beden normal işlevine devem eder. Başarısız
olursa beden direnç kaybeder. Direnme aşamasında stresin ortadan kalkmadığı ve
etkisini sürdürmeye devam ettiği hâllerde beden üçüncü aşama olan “tükenme
aşamasına” geçer. Stres verici olay çok ciddî ise ve uzun sürerse
organizma tükenir ve bu, artık geri dönüşü olmayan hasar bırakır.[vii]
Stres, kaynağı îtibarıyla içsel (iç etkenler) veya
dışsal (dış etkenler) olmakla birlikte kişiye mahsus bir olgudur. Çünkü bazı
kimseler çok basit bir meseleyi stres kaynağı yapabilir. Örneğin yağmurda
ıslanmayı sevmeyen birinin sabah şemsiyesini unutması, onda bir gerilime neden
olabilir. Bazen de kişi, ortada hiçbir mesele yokken, zihninde kurguladığı bazı
olumsuzlukları içinden çıkılmaz bir hâle getirebilir ve o sebeple gerginlik
yaşayabilir. Örneğin seyahate çıkacak bir kişi, gideceği yerde karşılaşacağı
olumsuzlukları daha gitmeden zihninde kurgulayarak bir gerilim içine girebilir.
Ayrıca inançlı bir kimsenin düzenli yapması
gerektiğine inandığı bir görevi (ibadet) aksattığında veya yapılması, inancına
göre yanlış olan bir davranışı yaptığında yine içsel bir sıkıntı yaşar ve
strese girebilir. İster dışarıdan gelen bir etki, ister kişinin zihninde
kurguladığı bir düşünce olsun, stres, kişinin verdiği tepkiye bağlı olarak
ortaya çıkmaktadır.
Bireyler stres karşısında genelde iki çeşit tepki
gösterirler. Birey ya savaşarak ya da ondan kaçarak kurtulmaya çalışır stresten.
Eğer savaşır ve savaşı kazanırsa kaygı ve gerilimden kurtulur. Kaybederse, ya
strese teslim olur ya da telef... Stresten kaçarsa, bu da içe kapanmasına ve
stresi içinde biriktirerek bir gün patlamasına neden olabilir. Aslında stresten
kurtulmak için bir yol daha vardır ki o yol, destek almaktır. Sıkıntı, korku,
endişe ve stresli kimselerin destek alması, toparlanmanın en kestirme yoludur.
Allah’ın Peygamber’i desteklemesi
İnsan, maddî ve mânevî desteğe ihtiyacı olan bir
varlıktır. Peygamberimizin (sav) bir beşer olarak bazı olaylar karşısında
sevindiğini, bazı olaylar karşısında da üzüldüğünü biliyoruz. Örneğin Allah Elçisi,
çocuğu dünyaya gelince sevinmiş, vefâtında ise üzülmüştür.[viii] O,
bazen fizikî[ix],
bazen de psikolojik[x]
baskı ve şiddete mâruz kalmıştır. Peygamber’in içinde bulunduğu sıkıntılı
durumlardan kurtulması için Allah’ın destek verdiği Kur’ân’daki bazı âyetlerden
anlaşılmaktadır. Bu desteklerin bazen psikolojik, bazen de hem psikolojik, hem
de fizikî oldukları söylenebilir.
1.
Psikolojik destek
Allah, Peygamberimize pek çok konuda mânevî
(psikolojik) destek vermiştir. Örneğin inanmadıkları hâlde inandıklarını söyleyen
münafıkların durumu ve Yahudîlerin hak ve hakîkate kulak tıkamaları
Peygamberimizi oldukça üzmüştür. Bu durum karşısında Allah, “Ey Resûl! İnanmadıkları hâlde ‘İnandık!’
diyenlerin ve Yahudîlerden küfür içinde koşanların hâli Seni üzmesin”[xi]
buyurmuştur. Âyetin devamında onların özellikleri sayılarak Peygamber’e, “Bu
duruma üzülmene gerek yok!” şeklinde bir mânevî destek verilmiştir.
Bazı âyetlerde Peygamberimize, “Sana karşı yapılan
davranışları onlar daha önce Allah’a karşı da yaptılar. Dolayısıyla Sen bu
duruma üzülme!” şeklinde yine psikolojik bir destek sağlanmıştır. Örneğin, “Eğer Sana hâinlik etmek isterlerse (üzülme,
çünkü) daha önce Allah’a da hâinlik etmişlerdi de Allah onlara karşı Sana imkân
ve kudret vermişti. Allah bilendir, hikmet sahibidir”[xii] buyurulur.
Kimi âyetlerde de, “Bir kısım insanların inkârda
yarışmaları Seni strese sokmasın, zira onların bu tutum ve davranışları Allah’a
hiçbir zarar veremez” denilerek Allah, Kendi gücüne dikkat çeker ve Elçisine
psikolojik bir destek verir. [xiii]
Zengin oldukları için tepeden bakarak inanmayanlar
için de Peygamberimizin üzülmemesi istenir. Örneğin, “(O hâlde Hakk’ı inkâr eden) birtakım kimselere verdiğimiz dünyevî zenginliklerden
yana gözünü çevirme! Ve (Seni umursamıyorlar diye) onlar için üzülme, fakat mü’minlere kol kanat ger!”[xiv]
buyurulur. Diğer taraftan, “Senden önceki
peygamberler de alaya alınmıştı”[xv]; “Ey Resûlüm! Senden önceki peygamberleri de
yalanlamışlardı”[xvi]; “Kurulan
tuzaklardan korkma ve endişelenme! Onlara karşı dayanma güç ve sabrını Allah
sana verecektir” [xvii]
şeklinde Allah, sıkıntılı zamanlarında desteğinin hep Elçisinin yanında
olduğunu ifâde eder. Allah, Bizzat Elçisine Kendisinin destek verdiğini Ahzap
Sûresi’nin 56. âyetinde şöyle açıklar: “Şu
kesin ki, Allah ve O’nun melekleri Peygamber’i desteklerler! Ey îman edenler,
siz de O’nu destekleyin ve tam bir teslimiyetle (O’nun örnekliğine) teslim olun!”
Bazı rivâyetlerde Peygamberimize Allah tarafından
Cebrail’le yardım gönderildiği ifâde edilir. Örneğin Hz. Âişe Vâlidemiz bir gün
Peygamberimize, “Uhud Savaşı’nın yapıldığı günden daha zor bir gün yaşadın mı?”
diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle cevap verdi: “Evet, Taif halkından kötülük gördüm! Kötülüklerin en fenâsını onlardan
gördüm. Taifli birinin evine sığınmak istemiştim de Beni kabul etmemişti. Ben
de geri dönmüş, derin kederler içinde yürüyüp gidiyordum. Orada başımı kaldırıp
baktığımda bir bulutun beni gölgelediğini gördüm. Dikkatle bakınca, bulutun
içinde Cebrail’i fark ettim. Cebrail bana seslenerek, ‘Allah Teâlâ,
kavminin Sana ne söylediğini ve Seni himâye etmeyi nasıl reddettiğini biliyor.
Onlara dilediğini yapması için de Sana Dağlar Meleği’ni gönderdi’ dedi. Bunun üzerine Dağlar Meleği, Bana seslenerek selâm verdi. Sonra da,
‘Ey Muhammed! Kavminin Sana ne dediğini Allah Teâlâ işitti. Ben Dağlar Meleğiyim.
Ne emredersen yapmam için Allah beni Sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer
dilersen şu iki dağı onların başına geçireyim’ dedi. O zaman, ‘Hayır, Ben,
Allah’ın onların soylarından sadece Allah’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim’ dedim.”[xviii]
Bu sıkıntılı durumunda Peygamberimizin bir melekle desteklendiği anlaşılmaktadır.
Allah, Peygamberimize pek çok konuda mânevî (psikolojik) destek vermiştir. Örneğin inanmadıkları hâlde inandıklarını söyleyen münafıkların durumu ve Yahudîlerin hak ve hakîkate kulak tıkamaları Peygamberimizi oldukça üzmüştür.
2. Hem
psikolojik, hem de fiziksel destek
Allah’ın, Resûlüne bazı âyetlerden hem mânevî
(psikolojik), hem de fiziksel olarak
yardım ettiği anlaşılmaktadır. Örneğin Bedir Savaşı’nda Müslümanlar Allah’ın
yardım etmesi için duâ etmişlerdi. Allah o duâya şöyle karşılık vermişti: “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım
istiyordunuz, O da, ‘Ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim’
diyerek duânızı kabul buyurdu. Allah
bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye
yapmıştı. Zaten yardım, yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak
galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”[xix]
Mü’minlerin kalbini yatıştırması psikolojik, kazanılan
zafer ise sonuç îtibarıyla somut bir yardım olarak düşünülebilir.
Yine Huneyn Savaşı’ndaki yardımla ilgili de şu
bilgiler verilir: “And olsun, Allah
birçok yerde ve Huneyn Savaşı gününde size yardım etmiştir. Hani çokluğunuz
size kendinizi beğendirmiş, fakat (bu çokluk) size hiçbir yarar sağlamamış,
yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Nihâyet (bozularak) gerisin
geriye dönüp kaçmıştınız. Sonra Allah, Resûlü ile mü’minler üzerine Kendi
katından güven duygusu ve huzur indirdi. Bir de sizin göremediğiniz ordular
indirdi ve inkâr edenlere azap verdi. İşte bu, inkârcıların cezasıdır!”[xx]
Bu âyetler hem mânevî, hem de fizikî bir desteğin olmuş olabileceğini düşündürmektedir.
Hz. Peygamber’in insanları desteklemesi
Sevgili Peygamberimiz, mü’minlere karşı son
derece şefkatli ve merhametliydi. Onların sıkıntılarıyla ilgilenir,
problemlerini çözüme kavuşturmaya çalışırdı. O’nun bu özelliği Kur’ân’da şöyle
ifâde edilmektedir: “Ey inananlar! And
olsun ki içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün,
inananlara karşı şefkatli ve merhametli bir Peygamber gelmiştir.”[xxi]
O, yakınından uzağa
doğru bütün mü’minlerin sıkıntı ve derdiyle ilgilenen biriydi.
1. Korku ve üzüntülere karşı psikolojik destek
Mekke’de İslâm’ın
yayılmasını önleyemeyen müşrikler, son çâre olarak Hz. Peygamber’i
evinden dışarıya çıktığı an öldürmeyi planlamışlardı. Peygamberimiz evinde yol
hazırlığı yaparken, Ebu Cehil, adamları ile evin etrafını kuşatmıştı. Gece geç
vakitte Hz. Peygamber, Kur’ân okuyarak evinden çıktı ve avucuna aldığı toprağı
müşriklerin üzerine serperek onların arasından geçip Hz. Ebu Bekir’in evine
vardı. Hz. Ebu Bekir ile buluşan Peygamberimiz, gizlice Sevr dağına erişti.
Allah Resûlü’nün evinin önünde bekleyen müşriklerse gün ağarmaya başlayınca O’nun
yatağında yatanın Hz. Ali olduğunu gördüler. Hiddetlerinden ne yapacaklarını
şaşıran müşrikler Mekke’yi didik didik aradılar, bulamayınca Peygamberimizle
Ebu Bekir’in yakalanması için ortaya bir ödül koydular. Ayrıca Medîne’ye giden
bütün yolları ve mağaraları aradılar. Mekkeli müşrikleri yanıltmak amacıyla
Medîne tarafına değil de güneydeki Sevr dağına doğru giderek oradaki bir
mağarada üç gün kaldılar.
Peygamberimizi arayan Mekkeli müşriklerden
bazıları Sevr dağına gelip mağaranın önüne kadar izleri takip etmişlerdi.
Onların yaklaştığını gören Ebu Bekir, “Ey
Allah’ın Elçisi! Eğilip baksalar bizi görecekler” diyerek telâşını
belirtti. İşte bu durum karşısında Allah Resûlü, Ebu Bekir’e şöyle destek oldu:
“Endişelenme, Allah bizimledir!”[xxii]
Ardından, “İki yoldaş ki, üçüncüsü
Allah’tır, hiç endişe edilir mi?”[xxiii]
diyerek onu sakinleştirdi.
Anne ve babasının kendi gözleri önünde,
işkenceler altında şehit edildiğini gören Ammar bin Yasir, bir taraftan bu acı
ile kıvranırken, diğer taraftan da müşriklerin işkencelerine dayanamaz hâle
gelmişti. Yapılan eziyetlere artık dayanamayacağını anladığı bir anda, Lat ve
Uzza ile ilgili müşriklerin memnun olacakları birkaç söz söyledi. Bunun üzerine
müşrikler onu bırakıp gittiler. Onlar gittikten sonra Ammar o kadar üzüldü ki
kendini tutamadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Doğru Peygamber’in yanına
koştu. Onun bu durumunu gören Allah Resûlü ne olduğunu sordu. Ammar olanları
anlattı, Lat ve Uzza ile ilgili söylediklerinden dolayı “Ben mahvoldum yâ
Resûlallah!” diyordu. Allah Resûlü ise “Kalbin nasıl yâ Ammar?” dedi. Ammar
“Îmanla dopdolu yâ Resûlallah” deyince, Peygamberimiz, “Eğer bir daha seni yakalarlarsa aynı şekilde davran!”[xxiv]
buyurarak Ammar’ın dinden çıkmış olma endişe ve korkusunu ortadan
kaldırdı.
2. Üzülenlere karşı tesellî desteği
Allah Resûlü’nün
çevresindeki insanlara maddî veya mânevî (psikolojik) yapmış olduğu desteklerle
ilgili hayatında pek çok örnekler vardır. Onlardan bazıları şöyledir:
Rivâyet edildiğine
göre Peygamberimiz bir yere oturunca, arkadaşları hemen etrafını sarardı.
Sohbete devam edenler içinde biri vardı ki, o her zaman yanında küçük oğluyla
birlikte gelirdi. Oğlunu yanı başına oturtarak Allah Resûlü’nü dinlerdi. Bir
gün bu çocuk öldü. Babası, “Oğlumu hatırlayıp üzülür, etrafı rahatsız ederim”
diye Hz. Peygamberin meclisine gelmez oldu. Onun gelmemesi Allah Resûlü’nün
dikkatini çekti. “Falanı aranızda niçin
göremiyorum?” diye sordu. “Ey Allah’ın Elçisi! Her zaman yanında gördüğünüz
oğlu vardı ya, o vefât etti, o yüzden gelmiyor” dediler. Peygamberimiz, o
sahabeyi arayarak buldu ve sıkıntısını dinledi. Sonra onu şöyle tesellî etti: “Söyle bakalım, vefât eden çocuğunun
yaşadığın sürece hep yanında bulunmasını mı, yoksa yarın Cennet’in hangi
kapısına gidersen onun senden önce koşup kapıyı açarak ‘Buyur babacığım!’ demesini mi isterdin?” O sahabe, “Ey
Allah’ın Elçisi! Elbette onun benden önce koşup Cennet’in kapısını açmasını
isterdim” deyince Allah Resûlü, “Öyleyse
istediğin olacak”[xxv] buyurdu.
Sıkıntı ve üzüntü yaşayan insanlar
bazen Peygamberimizin bir sözüyle tesellî bulur ve rahatlarlardı. Örneğin Peygamberimiz
Hicret’ten bir süre sonra Ensar ile Muhacirleri kardeş ilân etmişti. Uygulamaya
göre maddî imkânı olan Medîneli her aile, Muhacir bir aileyi yanına alacak, her
iki aile birlikte, ortak çalışacak ve elde ettikleri kazancı paylaşacaklardı.
Böyle yapıldı ve Hz. Peygamber’in arzu ettiği kardeşlik gerçekleşmiş oldu.
Ancak Hz. Ali, “Ey Allah’ın Resûlü!
Ashabın arasında kardeşlik kurdun, fakat beni hiç kimseyle kardeş ilân etmedin”
dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ona şöyle dedi: “Ey Ali! Sen benim dünya ve ahirette kardeşimsin…”[xxvi]
Peygamberimizin bu tür tesellîleri
yürekleri fethediyordu. Sahabelerden Sa’b İbni Cessâme şöyle bir olay anlatır: “Allah
Resûlü’ne bir yaban merkebi hediye etmek istemiştim. Fakat Allah Resûlü onu
kabul etmek istemedi ve onu bana geri iade etti. Sonra yüzüme bakıp da çok
üzüldüğümü görünce, ‘Hediyeni ihramda olduğumuz için almadık’[xxvii]
buyurdu.” Peygamberimiz bu şekilde, o kişinin üzülmesine müsaade etmemiştir.
Allah Resûlü
çocukların üzüntü ve kederine de duyarsız kalmazdı. Hele bu bir yetimse, onun
kırık gönlünü muhakkak tesellî ederdi. Örneğin Peygamberimiz, Medîne’de bir
bayram günü evinden çıkmış, sokakta karşılaştığı Müslümanlarla bayramlaşıyordu.
Çocuklar da güzel elbiselerini giymiş, sevinç içinde bayram coşkusunu
yaşıyorlardı. Ancak bir kız çocuğu Efendimizin dikkatini çekti. O çocuk bir
kenara çekilmişti, diğer çocukların yüzünde olan sevinç onun yüzünde yoktu.
Allah Resûlü, doğru onun yanına gitti ve onunla ilgilendi. Neden üzgün olduğunu
sordu. Çocuk yanına gelenin Peygamber olduğundan habersiz, “Babam Peygamberimizle savaşa gitti ve şehit oldu” dedi. Böylece
Peygamberimiz onun bir şehit yetimi
olduğunu öğrendi. Efendimiz onun elinden tuttu, “Üzülme” dedi, “Üzülme yavrum!
İster misin kızım Fâtıma ablan olsun, eşim Âişe annen olsun, Ben de Baban
olayım?”. Sevgili Peygamberimiz bu şehit çocuğunu evine götürdü, Hz. Fâtıma
ve Âişe önce karnını doyurdular, ona yeni elbiseler giydirdiler ve saçlarını taradılar.
Yetiminin yüzü gülmüş ve arkadaşlarına şöyle demişti: “Artık benim de
kalbi merhametle dolu bir Babam, beni doyuran şefkatli bir annem, beni çok
seven bir ablam var…” [xxviii]
Allah Resûlü, ailesindeki üzüntü ve kederlileri
de o girdaptan çıkararak normal hayata döndürürdü. Örneğin bir gün kendisine
“Yahudî kızı” diye hitap edilmesine çok üzülen Hz. Safiye’ye, “Sen Peygamber soyundan geliyorsun. Amcan da
peygamberdi; şu an sen de bir Peygamber eşisin. Hangi konuda sana karşı
övünüyorlar?”[xxix] diyerek onun kırılan kalbini düzeltmiştir.
Sonuç olarak, günlük
hayatta sorunlarla başa çıkmada güçlük yaşayan, daha önce rahat yapabildiği
sıradan işleri yaparken zorlanan, kendine ve hayata karşı tolere gücü düşmeye
başlayan, kendisine ve başkalarına bakarken flu ve karamsar bakan, kendini,
yaşamayı ve dünyayı değersiz ve anlamsız bulan, içsel sorgulamaları,
çatışmaları, yaşama dair korkuları artan ve mutsuz olan kimseler, böylesi
durumlarda kendilerine kılavuzluk yapabilecek, işinin uzmanı bir kimseden
destek almalıdırlar. Ancak destek verecek kimsenin elinde hemen her şeyi güllük
gülistanlık yapacak sihirli bir değnek yoktur. Dolayısıyla destek verecek kimse,
kişinin gitmek istediği yolda yön gösterir ve o yolda sağlıklı adımlar atmasına
yardımcı olur. Bu noktada destek alanın ortaya koyacağı irade önemlidir.
Kaynakça
Buhari, Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul,1982.
Buhârî, et-Târîħu’l-Kebîr, (nşr. Mustafa
Abdülkâdir Ahmed Atâ), Beyrut 1422/2001,
Ebu Davud, Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
Huriye Martı, “İdeal
Bir Eş Olarak Hz. Peygamber”, http://www.sonpeygamber.info/ideal-bir-es-olarak-hz-peygamber. (Erişim,
2.05.2011)
İbn Mace, Sünen (Çev.: Haydar Hatipoğlu), Kahraman
Yayınları, İstanbul, 1982.
Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, C I-X,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1990
Müslim, Sahih-i Müslim (Çev.: Mehmet Sofuoğlu), Çağrı
Yayınları, İstanbul, 1992.
Nesai, Sünen, C I-VIII (Çev.: A. Muhtar Büyükçınar ve
diğerleri), Kalem Yayınevi, İstanbul, 1981.
Serpil Aytaç, “İş
Stresi Yönetimi El Kitabı İş Stresi”
http://www.turkis.org.tr/source.cms.docs/turkis.org.tr.ce/docs/file/ec109.pdf. (erişim, 18.3.2013)
Tirmizi, Sünen, (Çev.: Abdullah Parlıyan), Konya,
2004.
[i] Müslim, İman,
203.
[ii] Müslim, Zekât,
56.
[iii] Buhari, Edeb, 33.
[iv] “Andolsun ki
senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet
edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah’ın
kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki
peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi.” En’am, 34. ayet. “(Resûlüm!) Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse
(yadırgama); gerçekten, senden önce apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı
kitap getiren nice peygamberler de yalancılıkla itham edildi.”
Âl-i İmran, 184.
[v] Tövbe suresi, 40.
ayet.
[vi] Serpil
Aytaç, “İş Stresi Yönetimi El Kitabı İş
Stresi”, s. 2. (http://www.turkis.org.tr/source.cms.docs/turkis.org.tr.ce/docs/file/ec109.pdf. (Erişim,
18.3.2013)
[vii] agm, s. 7.
[viii] O, oğlu
İbrahim’in doğum haberini kendisine getiren Ebu Rafi adlı sahabiye hediye
vermiş ve onun yetişmesiyle ilgilenen sütannesine bir hurma bahçesi tahsis
etmişti. İbrahim henüz bir buçuk yaşında iken vefat etmiş ve Peygamberimiz bu
durum karşısında hüzünlenerek ağlamıştı. Bunun üzerine orada bulunan
Abdurrahman bin Avf (ra):
-
Sen de mi ağlıyorsun ey Allah’ın Resûlü? diye sorunca Peygamberimiz:
- Ey Abdurrahman! Bu, Allah’ın insanların kalbine
koyduğu bir merhamettir! Göz yaşarır, kalp hüzünlenir ancak bu dil Rabbimizin
razı olmayacağı söz söylemez. Ey İbrahim! Senin ayrılmandan dolayı bizler
üzgünüz![viii] buyurdu. Bkz. Buhari, Cenaiz, 44; Müslim Fezail, 62;
Ebu Davut Cenaiz, 28.
[ix] Taif’te taşa
tutulması, üzerine deve işkembesi dökülmesi vb. gibi.
[x] Peygamberimizin
ilk oğlu Kasım ve sonra da Abdullah vefat edince Kureyş müşrikleri; “Muhammed
köksüz bir ağaç gibi oldu; bir süre sonra kuruyup toprağa karışacak.” dediler.
Müşrik reisler As b. Vail, Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ukbe: “Bırakın onu, o ebter
(soyu kesik) bir insandır. Yerine geçecek hiçbir erkek çocuğu yoktur. Ölümünden
sonra ismi silinecek ve siz de ondan kurtulacaksınız.” dediler. Bu psikolojik
baskılar karşısında Yüce Rabbimiz, Resûlullah’a Kevser müjdesini vermek için bu
sureyi inzal buyurdu: “Şüphesiz, biz
sana Kevser’i verdik. Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Kuşkusuz,
asıl ebter (soyu kesik) olan sana kin duyandır.” Kevser suresi,
1-3. ayetler.
[xi] “Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde
ağızlarıyla “inandık” diyen kimselerin ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar
(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen
(bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler.
“Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir
kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah’a karşı, onun lehine
hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği
kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük
bir azap vardır.” Maide, suresi, 41. ayet.
[xii] Enfal, suresi,
71. ayet.
[xiii] “(Resûlüm) İnkârda yarışanlar sana kaygı
vermesin. Çünkü onlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara, ahiretten
yana bir nasip vermemek istiyor. Onlar için çok büyük bir azap vardır” Al-i
İmran, suresi, 176. ayet.
[xiv] Hicr, suresi, 88. ayet.
[xv] Ra’d suresi 32.
ayet.
[xvi] Al-i İmran suresi, 184. ayet.
[xvii] “Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın
yardımıyladır; onlara üzülme, kurdukları düzenlerden de endişe etme.” Nahl
suresi, 127. ayet.
[xviii] Müslim, Cihâd,
111.
[xix] Enfal suressi,
9-10. ayetler.
[xx] Tövbe suresi,
25-26. ayetler. Ayrıca Bkz. “(Ey
inananlar!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenler gibi sıkıntı çekmeden (hemen)
cennete girebileceğinizi mi zannediyorsunuz? Onların başına öyle ezici
sıkıntılar ve katlanılmaz darlıklar geldi ki ve öylesine sarsıldılar ki,
inananlarla birlikte Peygamber de: “Allah'ın (vadettiği) yardımı ne zaman
(gelecek)?” diye yakarıyorlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı çok yakındır!” Bakara suresi, 214.
[xxi] Tövbe suresi, 28.
ayet.
[xxii] Tövbe suresi, 40.
ayet.
[xxiii] Tecrid-i Sarih
Tercemesi ve Şerhi, C 10. s. 119.
[xxiv] Nesâi, İmân, 17.
[xxv] Nesai,Cenaiz 120.
[xxvi] Tirmizi, Menâkıb,
20
[xxvii] Müslim, Hac
50-54; Ebû Dâvûd, Menâsik 40; Tirmizî, Hac 26.
[xxviii] Buhari, et-Târîhu’l-Kebir,
C 2, s. 78.
[xxix] Huriye Martı, “İdeal Bir Eş Olarak Hz. Peygamber”, (Erişim, http://www.sonpeygamber.info/ideal-bir-es-olarak-hz- peygamber. 2.05.2011)