BOSNA’da atalarımızın bıraktığı izlerin derinliği anlatılırken
şu anekdot zikredilir daha çok:
Amansız bir Sırp milliyetçisi olan ve gözünü muhtemelen
çalıştığı alandan başka branşlara kapayan fanatik bir profesöre şöyle demişler:
“Sırplar olarak Türklere karşı bu kadar husumet beslemeyin, yüzyıllardır
Ortodoksların hamisi olan onlar, bu topraklarda kabul etsen de, etmesen de 400
yıldan fazla bir zaman kaldılar. Türklerden ister istemez alıp verdiğimiz çok
şey vardır. Bu süre içerisinde karşılıklı alışverişlerimiz olmuştur.
Kullandığımız sözcüklerin çoğu ortaktır. İnanmayacaksın ama kadayıf, baklava,
fincan, cezve gibi tatlı ve kahve takımı; yastık, çarşaf, peşkir gibi yatak ve
banyo aksamı bize hep Türklerden geçmiş ve bugün de ortaklaşa kullandığımız
kelimelerdendir. Bu gerçeği nasıl inkâr edebilirsiniz?”
Profesör duyduğuna inanamamış ve “Nasıl olur da Türklerle
aynı sözleri konuşurum ben?” diyerek doğal tepkisini Türkçe olduğunun bile
farkında olmadığı üç hece ile ifade etmek zorunda kalmış: “Yok bıreh!”
İki dil, bir millet
Bu anekdot abartılı olabilir, ama Sırpların bile inkâr
edemeyeceği tarihî bir olguyu yansıtması bakımından üzerinde durulmaya değer.
Türkler uzun ve çetin savaşlardan sonra, yaklaşık dört
asır boyunca Balkanlarda hâkim bir güç olarak bulunmuştur. “Bu savaşlar
genellikle Türklerle Balkan halkı arasında değil, Balkan halkına hamilik eden
Avrupalılarla Türkler arasında cereyan etmiştir” demek daha doğru olur. Osmanlı
muhalifi tarihçiler bile bölge halkının Türk idaresinden memnun olduğunu
söylemiş, Balkanlarda uzun süre bulunuşumuzun sebebini de bu memnuniyete
bağlamışlardır.
Dolayısıyla bu uzun zaman diliminde atalarımız, değişik
milletlerden meydana gelmiş Balkan mozaiği ile kaynaşmış, asırlar boyunca iç
içe yaşamışlardır. Bu birlikteliğin tarihî ve kültürel sonuçları, etkisini
günümüzde dahi her alanda sürdürmektedir.
Evliya Çelebi’nin, “Lisanları ve kendileri pâk ve
kadirşinas insanlardır” dediği Boşnaklarla yüzyıllar boyunca sürdürdüğümüz bu
uzun yürüyüşün hikâyesini “dil” denen canlı ve akıcı varlıktan daha iyi takip
edebiliriz. Yapı olarak Boşnakların konuştuğu dille Türkçe tamamen farklı birer
lisandır. Slav dilleri ailesi içinde bulunan Boşnakçadaki -bunu kabul etmeyip
Sırpça diyenler de var- Türkçe kelimelerin sayısını göz önünde bulundurursak,
dört asırdan beri âdeta et ve tırnak mesabesinde birbiriyle kaynaşmış olan
Türkler ve Boşnaklar için “iki dil, bir millet” tabirini rahatlıkla
kullanabiliriz.
Her dilde o dilin kendi kuralları içerisinde birtakım
doğal değişiklikler görülür. Bu değişmeler genellikle dışarıdan gelen dalgalarla
ortaya çıkar. Kuşkusuz bu durum bizim dilimizde de vardır. Bazı Arapça ve Farsça
kelimeler dilimize geçerken, bu ses değişmelerinin etkisinden kurtulamamıştırlar.
Meselâ “peygamber” (peyâmber: haber veren), “rûze” (oruç), “mide-nüvâz”
(maydanoz), “Muhammed” (Mehmed) vs.
Aynı dönüşümün kimi Türkçe kelimelerde bile olduğunu
söylemek mümkün. Bugün en çok kullandığımız “iyi” sıfatının “edgü, eygü, eyü, iyü,
iyi” seyrini takip ederek bugüne gelişine ve ilk şeklinin “edgü” olduğuna kaç
kişi inanır?
Bu değişimlerin bir benzerini, Türkçeden Boşnakçaya geçen
kelimelerde de görüyoruz. Bosna-Hersek’in ünlü Türkologlarından Amina Şiljak
Jesenkoviç, yüksek lisans tezinde, Türkçeden Boşnak diline geçen kelimeleri
dinî terimler, günlük yaşam, ev döşeme, giyinme kültürü ve yemek kültürü olmak
üzere birtakım gruplara ayırır. Ve bunlara dair gündelik yaşantıda
kullandıkları sözcüklerden örnekler verir. Aslında bu konuda Jesenkoviç’ten de
önce Hanka Vaydoviç’in kapsamlı bir çalışması bulunmaktadır. Vaydoviç, Boşnakça,
Sırpça ve Hırvatçada kullanılan Türkçe asıllı kelimeleri araştırmıştır. Şunu da
belirtelim ki, Bosna’daki tüm unsurlar Türkçe sözcükleri aynı oranda kullanmamış,
inanç yapılarına göre seçerek almışlardır. Jesenkoviç buna “cenaze”yi örnek
verir.
Cenaze, Türkiye’de inanç farkı gözetilmeksizin her dinden
topluluğun ölüsü için kullanılan bir terimdir. Ama Bosna’da sadece Müslümanların
mevtası için kullanılır! Boşnak Müslümanlar, gayrimüslimlerin ölüsünü
tanımlamada başka bir terim kullanırlar: “Sahrana”…
Meselâ Mareşal Tito’nun, Rus lider Brejnev’in “sahrana”sı vardır. Onların naaşını “cenaze” ile ifade edersek, gâvura Müslüman demek gibi Boşnaklar bunu çok tuhaf karşılarlar. Bizlerin, Müslüman olmayanların ölüsüne “Toprağı bol olsun” değil de “Allah rahmet eylesin” dememiz gibi…
Dilleri var, bizim dile benzer
Boşnakların dilinde daha çok Türkçeden geçen dua ve
selâmlaşmaya ait kelime grupları yaşıyor. Bayramlarda Bosna-Hersek şehirlerinin
en işlek cadde ve sokaklarında bez afişlere iri harflerle yazılmış “Bayram Şerif
mubarek olsun!” yazısını görürsünüz. Sabahleyin kalkan bir Müslümanın komşusuna
ilk sözü, “Sabah hayrola!”dır. Muhatabı ise “Allah razi ola!” diye mukabelede
bulunur. Ayrılırken de birbirlerine “Allahimanet” derler. “Allah’a emanet”
değil, ismin e-halini i’ye dönüştürerek “Allahimanet”…
Kadîmden beri öyle kalmış ve öyle yaşıyor. Yine
birbirlerine veda ederken veya “Aferin” yerine “Eyvala” derler. “Eyvallah”ın ta
kendisi! Bununla beraber, daha çok konuşma dilinde geçen “Eydovale” (Eyi dua
ile) ve “Eysahadile” (Eyi sıhhat ile) veya “Esadile” (Eyi sıhhat ile) gibi
şekil alarak bizde olmayan selâmlaşma biçimleri de hâlâ yaşamaktadır. Bu
insanlar birbirlerini selâmlarken “Selâm aleyk” derler. “Selâmünaleyküm” diyenler
olduğu gibi, ekseriyetin selâmlaşma biçimi böyle. “Aleykümselâm”da bir
değişiklik yok. Ancak yer yer selâmdan sonra bazı dindar Müslümanlar arasında “Ve
rahmetullahi ve berekâtihî” diyerek uzatanlara da rastlarsınız.
Bosna’da verilen selâm, bir kimlik belirtisidir. Sırp ve
Hırvatların karışık yaşadığı toplumda bir kişinin Müslüman olup olmadığını,
verdiği selâm tarzından anlayabilirsiniz. “Merhaba” gibi bizde nispeten daha
nötr bir selâmlaşma tarzı bile bir kimlik belirtisi ve Müslümanlara özgüdür.
“Tanrı selâmı”ndan sonra kusursuz bir misafirperverlik
gelir. Bununla ilgili bazı kelimeler de telaffuzda dönüşüme uğramıştır.
Boşnaklar bizdeki “Buyurun” kelimesinin son harfini m’leştirerek “Buyurum”
şeklinde söylerler ve kullanıldığı yer Türkçedeki gibidir. Kullanış biçimi ve
tabiî ki konukseverlikleri de aynı! Misafirlerini karşılarken ve bir şey ikram
ederlerken nezaketen “Buyurum” derler. Artık icabet size kalmıştır. Misafirlere
yapılan ikrama “ziyafet” derler. İkram da “içram”… İkram vermek ise
“poiçramiti”… Kalabalığa ve çokluğa “siyaset” derler. Problemler hariç olmak
üzere bu siyasetin politika ile herhangi bir ilgisi yoktur. Bu arada, bir
yakınları veya tanıdıkları akrabalarını kaybetmişse “Başum sagosun” dediklerini
duyarsınız. Cevabı da, “Dostum sagosun”dur (Dostum sağ olsun) dur.
İsmimizle müsemma
Sözü buraya getirmişken, biraz da daha çok kişi isim ve
soyisimleri ile yer isimleri ve birtakım ses değişmelerine uğramış kelimeler
üzerinde duralım. Zira tarih boyunca her iki toplum arasındaki etkileşimi bu
somut kavramlardan daha iyi takip edebiliriz.
Boşnakların çoğunluğu ile aşağı yukarı aynı isimlere
sahibiz: “Enver”, “Recep”, “Tarık”, “Adnan”, “Fehim”, “Nermin”, “Behiye” vs.
Kimi isimler de az birtakım ses değişmelerine uğramıştır:
“Müniba” (Münibe), “Omer” (Ömer), “İdriz” (İdris), “Seid” (Said), “Yasmin”
(Yasemin; yalnız “Yasmin” erkek ismi, “Yasmina” kız), “Fazileta” (Fazilet),
“Cenana” (Cânâne) (onlar böyle heceleri uzatarak okumuyorlar tabiî), “Enisa”
(Enîse) vs.
Şu isimlerdeki ses değişmelerinin biraz daha derinlerde
olduğunu görüyoruz: “İzudin” (İzzeddin), “Şemsudin” (Şemseddin), “Mirza” (Emir
Rıza), “Amra” (Amire), “Muamer” (Muammer) gibi…
Bir de Anadolu’dan gitmesine rağmen bizde kullanılmayan
isimler vardır: “Damira”, “Alma” (Elma), “Alem” (Âlem mi, yoksa Alem mi
olduğunu bilmiyoruz), “Rukibi” gibi…
Bu arada bizde kadın ismi olarak kullanılıp erkeklerin
taşıdığı isimlerden de birkaçını buraya kaydetmekte yarar var: “Nuriya”,
“Adnana”, “Alija” vs.
Arap ülkelerinde kadın ismi olarak kullanılan “Suad”,
Boşnaklar arasında çok yaygın bir erkek ismidir. Ancak “a” ünlüsü eklenerek
Bosna’da “Suada” adlı birçok kadına rastlayabilirsiniz.
Boşnakların kimliğini daha çok soyisimleri ele verir:
“Hafızoviç” (Hafızoğlu), “Begoviç” (Beyoğlu), “Selimoviç” (Selimoğlu),
“Bayraktaroviç”, “Müminoviç” vs.
Şu soyisimleri de aynı minvâl üzere sayabiliriz:
“Kapetanoviç” (Kaptanoğlu), “Çauşeviç” (Çavuşoğlu), “Mulahaliloviç”
(Mollahaliloğlu), “Dautoviç” (Davutoğlu), “Mustaviç” gibi… (Mustaviç için uzağa
gitmeye gerek yok, Mustafaoğlu anlamına gelmektedir. Bizim Yahya Kemal’in
“Kocamustapaşa”sındaki Mustafa…)
Bosna’nın bazı bölgelerinde yemekleri andıran şu
soyisimlere rastlanır: “Burek” (börek), “Pita” (pide), “Sirço” (sirke), “Halvo”
(helva), “Çorbo” (çorba)…
Şu isimler de meslekleri çağrıştırıyor: “Kuyunciç”
(kuyumcuoğlu), “Sahaçiç” (saatçioğlu), “Aşçiç” (aşçıoğlu) vs.
Bosna’da bir de bizim bugün unutulmaya terk ettiğimiz
kelimeler var. Meselâ bugün Anadolu’nun bazı yörelerinde “havlu” karşılığı
olarak “mahrama” ve “peşkir”, sizi on yıllar öncesine götürüyor. “Sahan”,
“hamajlija” (hamayli), “hezaran” (binlerce), “mukayet” (mukayyet), “maşrafa”
(maşrapa), “bakraç”, bir tatlı türü olan “zerde”, ekmek dedikleri “somun”, bir
et yemeği olan “pirjan” (büryan) vs. isimler, daha bizim çocukluğumuzda
dedelerimizin, ninelerimizin kullandığı dildir.
En çok da tatlılarımız ortak: “Baklava”, “kadayıf”,
“tulumba”, “hurma tatlısı”, “şeçer” (şeker), “rahat lokum” vs. (Bizde adı
“rahat” olmayan çifte kavrulmuş, fındıklı-fıstıklı lokum, burada nasıl olmuş da
“rahat”lamış, anlamak zor. Ancak lokumun Arapça karşılığı olan
“rahatü’l-hulkum” ismi bize bir ipucu verebilir. “Rahat”ı gitmiş, “hulkum”u
(lokum) kalmış. Ancak Boşnaklar “rahat”ı “lokum”un önünden atmamışlar.)
“Su”ya burada “voda” diyorlar. Ancak musluktan içilen şebeke suyunun ismi “voda s çeşme”. Tabiî ki “sebil”lerimizin çoğu ayakta ve akmakta. Bu arada uluslararası bir üne sahip “şerbet”imizi de unutmayalım. Bosna’da uzun süre kaynatılan tarçın ve karanfilden yapılan “şerbet”, geleneksel çevrelerde, mevlitlerde ve düğünlerde ikram edilir.
Tencere dolu olsun da…
Ortaklaşa kullandığımız kelimelerin çoğu çay ve kahve
gibi mükeyyifata dair isimlerdir: “Kahve”, “çay”, “şeker”, “nargile”, “fincan,
“cezve”, “telve” vs.
Bosna’da bizim “kahve”ye “kafa” derler. Kahveyi
Anadolu’dan almalarına ve bizim vasıtamızla tanımalarına rağmen, önce biz terk
ettiğimiz için içtikleri bu mükeyyifata “Türk kahvesi” değil, “Boşnak kahvesi”
(Bosanska kafa) diyorlar. Haksız da sayılmazlar! Çünkü biz kahveyi, geçen
yüzyılın başında İran’dan gelen “kara çay”a feda ettik.
Birtakım yiyecek isimlerine gelince... “Börek”, “kebap”,
“çorba”, ortaklaşa kullandığımız sözcükler. Yalnız Boşnaklar böreğin
kıymalısına “bürek” diyorlar. Peynirlisine “sirnica”, ıspanaklı böreğe
“zeljanica”, patatesli olanına da “kırompiruşa” diyorlar. Bizim “kebap”, onlara
“ç” ve “v” değişimi ile “çevap” olarak geçmiş. Daha çok İnegöl köftesine ve
Adapazarı’ndaki ıslama köfteye benzeyen köfteye “çevap” diyorlar. “Çorba”mızın
ismi aynı. Ancak farklı bir lezzeti olan “Begova çorbası”, gerçekten de
serhatte özgü ve öksüz doyuran cinsinden…
Ramazan aylarında Saraybosna’daki iftar sofralarında
“şkembe çorba” (işkembe çorbası) ikram edilir. Diğer yemek türlerinden de
birkaçını şöyle yazabiliriz: “Cuveç” (güveç), “doner” (döner), “dolma” (yaprak
dolmasına “sarma” denir, soğan dolmasına da “sogandolma”), “yahnija” (yahni)
vs.
Amina Hanım’ın ifadesiyle “Tencera dolu olsun da”…
Kimi yerleşim yerlerine gelince... “Sarajevo” (Sarayova,
aslında “Sarayovası”; biz “Topkapısı” ve “Edirnekapısı”ndaki iyelik eklerini
atıp nasıl “Topkapı” ve “Edirnekapı” yaptıysak, burada “Sarayovası”nın
“Sarajevo” olması çok mu? Osmanlı döneminden gelen, bugün de zaman zaman
kullanılan ismi “Saraybosna” veya “Bosnasaray”), “Başçarşı”, “Başbunar”
(Başpınar), “Tuzla”, “Ilıca”, “Semizovac” (Semizovası), “Visoko” (“soğuk su”
anlamında), “Karaula” (Karavulhane, yani karakolhane), “Kalesija”, “Bakici”,
“Husino”, “Foça” (Hotça) vs.
Tabiî mahalle ve sokak isimleri: “Atik mahala” (atik
mahalle, yani eski mahalle), “Ferhadije”, “Turali Beg”, “Behram Beg”, “Gazi
Hüsrev Beg”, “Ali Paşa”, “Tepebaşina”, “Tekke”, “Kula” (kule), “Cafer mahala”,
“Muvakıtova”, “Saraçi”, “Halaçi”, “Cebeciluk”, “Musala”, “Abdeshane”,
“İskenderiye” vs.
Bir yabancının, Boşnakların gündelik konuşmalarında en çok
kullandıkları kelimelerden biri olan “dobra”yı bildikten sonra daha başka bir
şey bilmese, muhatabının her konuşmasına bu cevabı verse, -bizim Adapazarı Kaymakamı
Yusuf Ziya Çelikkaya’nın ifadesiyle- Bosna’da insanların yüzde ellisiyle
anlaşabilir. 7’den 77’ye Bosnalıların belki de günde en az yetmiş kere
kullandıkları bir sözdür “dobra”. Konuşulanlara cevap verirken “dobra”nın
açamayacağı kapı, çözemeyeceği problem yoktur. Bizdeki “Evet”, “Doğru”,
“Tamam”, “İşte”, “Öyle”, “Olur”, “Pekiyi”, “Yaparım”, “Baş üstüne”, “Hah”,
“İşte öyle”, “Dediğin gibi”, “Tam da üstüne bastın”, “İsabet buyurdunuz” gibi
ifadelerin toptan karşılığıdır diyebiliriz bu efsunlu isme.
Bugün Türkçede kullandığımız “dobra adam”, “dobra dobra”
söyleyişleri de bize Rumeli yadigârıdır. Ancak biz Balkanların bu sihirli
sözcüğünü bu kadar geniş anlamıyla hiç kullanmıyor, bilindiği gibi “içi dışı
bir”, “gıllı gışsız”, “harbi” mânâlarında ele alıyoruz. Yani Balkanlardaki
anlamıyla bir ilgisi yok bizdeki “dobra”nın.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Boşnaklarla bugün ortak
kullandığımız kelime ve söz gruplarının çoğu dinî kaynaklı olanlardır. Bu konuyla
ilgili olarak hazırlanan bir lügâtçeden şu isimleri seçebiliriz meselâ:
“Beyat”, “ehlullah”, “ervah”, “gayb”, “hakikat”, “halife”, “hicâb”, “insan”,
“kader”, “lütuf”, “marifet”, “pîr”, “rabıta”, “sefer”, “şehâdet”, “takva”,
“tasavvuf”, “vahdet”, “velî”, “zikir” vs.
Bu kavramlar, bayram ve Cuma namazı hutbelerinde, vaaz ve
dinî konuşmalarda, birtakım dergilerde de kullanıldığı için çoğu Boşnak
Müslümanın aşina olduğu ve yeri geldiğinde de sık sık kullandığı kelimelerdir.
Bunun yanında ilkokul birinci sınıflar için Cevad Jahiç
ve Hazema Niştoviç’in hazırladığı ansiklopedik “Benim Boşnakçam” kitabının ilk
cildinde yer alan kelimelerin bazısını da alfabetik olarak burada sıralayabiliriz:
“Ahar” (ahır), “ahbab”, “amica” (amca), “avlija” (avlu), “ajdaha” (ejderha),
“babo” (baba), “bardak”, “bajrak”, “beşika” (beşik), “çair” (çayır), “çasa”
(kâse), “çilim” (kilim), “çup” (küp), “daica” (dayı), “dedo” (dede), “cerdan”
(gerdan), “cügüm” (güğüm), “efendija”, “fes”, “gazija”, “hamal”, “hanuma”,
“horuz”, “insan”, “ibrik”, “jetim”, “karavan” (kervan), “koliba” (kulübe),
“komşija” (komşu), “levha”, “minder”, “muhacir”, “müşterija”, “oklagija”
(oklova), “nena” (nine), “pazar”, “pehlivan”, “rahle”, “sabah”, “sırma”,
“sokak”, “şamije” (tülbent), “tencere”, “testija”, “turbe”, “zenbili” vs.
Ancak bu sözcüklerin çoğunu yeni kuşakların hemen hemen
hiç bilmediğini söylememiz gerekir. Tahminen yaşı 20-25 olanlar, ailelerinde
konuşulduğu kadarıyla edinilen kulak dolgunluğuyla hatırlıyor bu kelimeleri.
40-45 olanlar için “Nispeten biliyor”, 70-80 üzeri olanlar için “Biliyor”
diyebiliriz. Dede tarafı Antalya’nın Kemer ilçesinden gelip, Tito zamanında,
Bosna’da yaygın olan Energie Petrolleri’nde üst düzey bürokrat olarak çalışmış
merhum Enver Çemeri’ye göre, 50-60 sene önce Türkiye’den gelen bir ziyaretçi,
sokakta bir Boşnakla çok rahat bir şekilde anlaşabilirmiş. Ama şimdi heyhat!
Biz Türkler, Bosna’da yaşı 70’in üzerinde olan
“dedo”larla ve “nena”larla daha iyi anlaşıyoruz. İşte onlardan biri olan Münibe
Teyze’nin konuşmasını hiç anlamıyoruz. Ama bizim Türk olduğumuzu ve Türkiye’den
geldiğimizi öğrenince, dağarcığında eski Türkçeden ne varsa döküyor. Belki de
yarım saat boyunca ezberindeki Türkçe ilahilerden bir demet okudu bize. Bu
kadın hiç Türkçe bilmiyordu ve Türkçe şiirler okuyordu. Çocukluğunda ve hâlen tekke
ve dergâhlarda okunurmuş, o zamandan beri ezberinde kalmış. Yalın, anlaşılır ve
sade bir dille yazılmış, mesnevî nazım tarzıyla kaleme alınmış bir şiire benziyordu.
Süleyman Çelebi’nin mevlidi ve Yûnus Emre’nin bildik şiirleri değildi ama
muhtemelen Aziz Mahmud Hüdayî ve Eşrefoğlu Rûmî’nin şiirlerini çağrıştırıyordu
bize. Travnikli İlhamî’nin bir ilahisi de olabilirdi.
“Kültür” dediğimiz hâdisenin toprak altında kalmış köklerinin kılcal damarları işte bu örnekler! Biraz karıştırıldığında ve eşelendiğinde, toplumların hafızasında canlı bir şekilde durduğu görülüyor.