İLAHÎ aşk, beşerî aşk gibi anlık bir olguyla oluşmaz. Çünkü
ortada somut olarak görülmeyen ama varlığı hissedilen bir sevgili/Tanrı vardır.
Beşerî aşkta sevgili somut olarak görülür, ilahî aşkta ise görülmeden
hissedilir. Beşerî aşk anlık, ilahî aşk ise sürekliliktir. Ancak beşerî aşkı
tecrübe etmeyen ilahî aşkı yaşayamaz. İlahî aşkın yolu beşerî aşktan geçer.
Beşerî aşk kişinin kendini, ilahî aşk ise hem kendini,
hem Yaratıcıyı tanıma olayıdır. Zira meşhur bir Arapça deyimde, “Kendini bilen
Allah’ı bilir” denir. Tanrının yeryüzündeki tecellisi/halifesi olan insan,
ondan işaretler taşırlar. Âdem’in balçıktan vücuduna kendi ruhundan üfler.
Böylece insanın iki boyutu, maddi boyut/ balçık ile manevi boyutu/ruh
şekillenmiş olur. İnsanın eşref-i mahlûkat (şerefli/üstün insan) olması bu ruh
dolayısıyla, esfel-i safilin (aşağılık) olması boyutu ise balçık/maddi hazlarla
ilgilidir.
İnsan, hayatı boyunca bu iki unsurla, iyilik-kötülük,
daha doğrusu fizik-metafizik arasında durur. Fizikî boyuttan metafizik boyuta
ancak aşkla erişebilir. Bu da nefsini/ruhunu/gönlünü terbiye etmekle mümkündür.
Gönlün veya nefsin terbiyesi ise sevgiden geçer ki, bütün kutsal kitaplar
insanın yüreğine hitap eder. Zira Tanrı, “Kulumun kalbi hariç hiçbir yere
sığmam” diyerek insanın en kutsal ve en yüce yerinin yüreği olduğunu işaret
etmiştir.
“Tasavvuf
felsefesinde zahitlerin, insan-ı kâmil mertebesine erebilmek için aşk yolunu
adımlaması gerektiğini söylenir. Bu yüzden aşk merhalelerini zaman içerisinde
kat etmek gayesiyle yaşamlarını sürdürürler. Hedefleri, ilahî aşkı tatmaktır, bu
aşkta fena bulmaktır, "fenafillah" makamına ulaşmaktır. Ancak
insanoğlu, doğası gereği bir anda bu makama ulaşamaz. Bu dereceye, yani ilahî
aşka ulaşmak için mecazî aşkı önce tadar. Mecazî aşkı tattıktan sonra ilahî aşk
yoluna bir köprü kurarlar ve o yola geçmeye hazırlanırlar. Bu şekilde
merhaleleri kat ederler. Nihaî hedef bellidir: Fenafillah."
Aşk ve
ıstırap
Divan şairlerine
göre aşk, ıstırabın adıdır. Aşk, ıstırap çekmek için tek taraflıdır. Âşık
maşuka kavuşmak istemez ve sevgiliden uzak kalıp onun daha çok aşk ateşinde
yanmayı ister. Divan şairinin, aşkı kendine mihver yaparak, onun âşık
pozisyonunda durması şarttır. Divan şairi, çektiği ıstıraplara rağmen, bunları
isyan etmeden kabullenen ve bir lütuf gibi karşılayan, aşkın yüksek bir ruh ve
tevekkül terbiyesine erişmiş bir âşık imajı aksettirir. Sevgiliyi anlatan
klasik mazmunlar kullanılır ve bu mazmunlar başka anlamları çağrıştırır. Mesela
sevgilinin yanağındaki “ben” vahdeti simgelerken, “saçlar” kesreti simgeler. Bu
aşk, ilahî aşkın şiire yansımasıdır. Bahsedilen sevgilinin kim olduğuna dair
hiçbir iz bırakmadan sevgili anlatılır.
Divan şiiri
geleneğinde dikkat çekici bir uygulama göze çarpmaktadır. Bu şairler, ilahî
aşka ulaşmak için önce mecazî aşka ulaşmak gerektiğini bilirler. Bu yüzden
öncelikle bir sevgiliye gönül vermeleri gerekir. Ancak bu mecazî aşkı bir
kadına beslemek istemezler. Çünkü aşkın içine cinsel unsurların girebilme
tehlikesi vardır. Mecazî aşk merhalesinde cinsellik tuzağına düşen kişi, ilahî
aşk yoluna devam edemez ve o yolun içinde kaybolup gider. Bu sebeplerden dolayı
bir kadın yerine erkeklere sevgi ve aşk duyarlar. Aşkın içine cinsiyet girmesin
diye, genellikle “gulam” adı verilen genç kölelere muhabbet beslenir. Nitekim
Mevlana’nın dostu Şems-i Tebrizi’ye beslediği aşk da böyleydi.
Mevlana, Şems’te
"mutlak kemalin varlığını", cemalinde de "Yaratıcının
nurlarını" görmüştü. Bu aşk ekolü, içerisinde derin felsefeler barındırır.
Yüzeysel bir bakışla bakılınca bu aşk anlaşılmaz.”[i]
Beşerî aşk somut bir güzelliğin peşinden gider, ilahî
aşk ise soyut olanın. Beşerî aşkta elle tutulabilen, gözle görülebilen,
gördükçe yürek ateşinin daha da yükseldiği bir varlık söz konusudur. Ama ilahî
aşkta böyle bir şey yoktur. İlahî aşkta görmeden, hissederek sevme vardır. Ama
insanın bu görmeden ve hissederek sevebilme mertebesine erebilmesi için mutlaka
beşerî aşktan geçmesi gerekir. Mecnun’un Leyla’ya olan aşkından sonra böylesine
bir merhaleye ulaştığını biliyoruz. Beşerî aşka mecazî aşk, ilahî aşka ise
hakikî aşk adı verilir. Mecazî aşk fani olana, ilahî aşk ise Ebedî Olan’adır.
Bu yüzden beşerî aşk geçiciliği, ilahî aşksa sonsuzluğu sembolize eder.
Acziyet
“Her şeyden evvel ‘aşk’, fikrî bir mesele değildir,
hâlî ve vicdanîdir. Yani matematiğin, kimyanın meseleleri gibi net ifadelerle
anlatılması ve anlaşılması mümkün olmayıp, ancak halen ve vicdanen bilinir. Bu
noktada aşk, sübjektif bir karakter arz eder. Mevlana bunu şöyle dile getirir:
Biri ‘Âşıklık nedir?’ diye sordu. ‘Benim gibi olursan anlarsın’ dedim. Kalem ki
çarçabuk yazıp gidiyordu. Aşkın tefsiri bahsine gelince tahammül edemeyerek
yarıldı. Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi aciz kaldı.”[ii]
İlahî aşkın merhaleleri vardır ve bunlara aşkın kapıları
olarak bakılır. Birincisi “şeriat kapısı”dır ve dinin emirlerini olduğu gibi
bilmek, yaşamaktır. İkincisi “tarikat kapısı”dır ve nefsini ıslah etmektir. Üçüncüsü
“marifet kapısı”dır ve irfan, keşif,
ilham, ilm-i ledün, sezgi gibi kal olarak, vasıtasız bir bilgiyi elde etmektir.
Dördüncüsü ise zahirin
ardındaki örtülü ve gizli mana, dinî hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilahî
sırlara aşina olunması halidir. Bu mertebeye büyük insanlar, yani insan-ı kâmil
olabilenler ulaşabilir.
İlahî aşkta
hakikate ermiş bir büyük isim de hiç kuşkusuz Hallac-ı Mansur’dur. Hallac’ın
hayatına baktığımızda, onun gerçekten büyük bir mürşit olduğunu ve “Ene’l Hakk”a
ulaşarak ilahî aşkın sembol ismi haline geldiğini görürüz. Asıl adı Hüseyin bin Mansur’dur. 857 yılında, Tur şehrinde dünyaya gelmiştir. Dedesi Zerdüşt’tür.
Mansur, bir işi için hallac olan arkadaşının dükkânına
gitmiş; arkadaşı Mansur’un işini görürken kendi işini aksatmış ve bu yüzden
Mansur’a “Hüseyin, senin yüzünden işimden oldum!” demiş. Mansur da “Biz de
senin işini görelim” diyerek elini pamukların içine daldırmış, bir anda
pamuklar harekete geçip tel tel ayrılmış. Pamuklar bir tarafa, süprüntüleri
başka bir tarafa yarılmış…
Bu olaydan sonra Hallac-ı Mansur adıyla anılmıştır
nam-ı diğer Hüseyin. Mansur, aşkınlıkta öyle bir mertebeye ulaşmıştır ki
hayretler uyandıran kerametler göstermiştir. Örneğin yanına gelenlere yazın
kış, kışın yaz meyvesi ikram eder, Allah’ın izniyle kalplerinden geçeni bilirmiş.
Bir gün yaklaşık 400 kişiyle çöle açılmış ve çölde birkaç gün kalmış. Yiyecek
bir şey bulunamamış. Açlıktan bitkin kaldıkları sırada, Mansur elini arkasına
uzatıp onlara kelle ve ikişer pide vermiş.
Hallac aşkı tamamen bir hal olayıdır. Onun her anı maşukuyladır. Bir gün vecd halinde iken “Ene’l Hakk” diye bağırmış. Bunun üzerine katline fetva vermişler. Halife zindana atılmasını emretmiş ve bir yıl zindanda kalmış. Hallac’ın büyüklüğünün farkında olan halkın zindanda bile ona teveccüh gösterip fikir sorması üzerine ziyaret edilmesi yasaklanmış. Hallac, zindanda kaldığı süre zarfında yine kerametler göstermeye devam etmiş.
Kaynaklarda Hallac-ı Mansur
“Şeyh Ebu Abdullah-i Hafif, Hallac ile görüşmenin
yasak olduğu bir dönemde hileyle onu ziyarete gittiğinde gördüklerini şöyle
anlatır: ‘Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş
güzel bir oda gördüm. Oradaki köleye ‘Şeyh nerede?’ diye sordum, o da ‘Abdest
alıyor’ dedi. ‘Zindanda zamanını nasıl geçiriyor?’ diye sordum, ‘On üç batman
ağırlığında bir demir bağ ile her gün bin rekât namaz kılıyor; zindanda eşkıya
ve hırsız çok, onlara nasihat eder’ dedi. Biz konuşurken o abdest alıp geldi.
Bana, ‘Ey genç nerelisin?’ dedi. ‘Şirazlıyım’ dedim. Meşayihlerden sordu,
Ebü'l-Abbas ibni Ata'ya gelince, ‘Onu
görürsen, o mektupları yakmasını söyle’
dedi.’
Hallac, döneminin
meşhurlarıyla görüşmüş, yazışmıştır. Halife, Hallac’ın ‘Ene’l Hakk’ (Ben Hakk’ım)
sözünün fitne olduğunu, bu sözden vazgeçene kadar kırbaçlanması ve
katledilmesini emretti. Hallac, ‘Ene’l Hakk’ sözüyle kendinin Allah’ta yok
olduğunu ve Allah’tan başka hiç kimse olmadığını belirtmek istemiştir.
Hallac’ın bu sözünü anlamayan sözde din adamları ve din zahirine aldananlar,
onun küfre girdiğini sanmışlardır. Oysa Hallac, gerek düşüncesi, gerek eylemiyle/kerametleriyle
büyük bir ermiştir, yaşadığı büyük bir aşkınlıktır. Zira Hallac, ‘Ene’l Hakk’
sözünü hiçbir zaman durduk yerde söylememiş, vecd halinde dışa vurmuştur.
Bu büyük Hakk aşığını önce
kırbaçladıklarında tek bir ses çıkarmaz. Sözünden dönmediğini ve bu büyük
işkenceye rağmen ölmediğini görünce bu defa ellerini ve ayaklarını çapraz
şekilde keserler. Kan kaybetmekten sarsarınca şöyle seslenir: ‘Korkudan
sarardığımı sanmayın, kan kaybından sararıyorum.’ Darağacına çekerler ve ‘Tasavvuf
nedir?’ diye sorarlar. Hallac, ‘Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende
gördüğünüz bu haldir’ der. ‘Ya ileri derecesi nedir?’ diye sorarlar. Hallac, ‘Onu
görmeye tahammülünüz olmaz’ diye cevap verir.
İdam edildiği sırada halk
taş atmaya başlar. Hallac atılan taşlara da ses çıkarmaz, hatta tebessüm eder.
Bu sırada kalabalığın içinden bir dostu ona gül atar. Hallac acı bir şekilde
inler. Sebebi sorulduğunda, ‘Taş atanlar beni tanımaz ama halden anlayan dostun
attığı gül beni incitir’ der. Bu defa dilini kesmek isterler, Hallac, ‘Allah’ım
bana senin için bu işkenceyi yapıyorlar, işkence edenleri affet’ diye yalvarır.
Daha sonra dilini ve başını keser, cesedini yakıp küllerini Dicle’yle atarlar.
Atılan küller dolayısıyla Dicle’nin suları kabarır ve Bağdat’ı sel basmak
üzereyken Hallac’ın bir dostu, onun hırkasını Dicle’ye atar ve sular durulur.
Hallac’ın bu dostuna bunu
nasıl akıl ettiği sorulduğunda, o henüz ölmeden önce ellerinin ve ayaklarının
çapraz şekilde kesileceğini, dilinin ve başının koparılacağını ve cesedinin
yakılarak Dicle’ye atılacağını ve ‘Korkarım ki bu yüzden Dicle taşarsa hırkamı
suya at’ dediğini belirtir.
Hallac’ın aşkı ilahî aşkın dünyadaki son merhalesidir.
Kişinin kendini sevgilide/Tanrı’da yok etmesidir. Âşık maşukta yok olduğunda,
artık kendi olmaktan çıkar ve bütün varlığıyla maşuku terennüm eder. Hallac’ın
yaşadığı hal de işte böyle bir haldir. Arkeolog Massignon’un gözü, Bağdat
yakınlarında kazı yaparken kırık bir testi üzerindeki şu beyte takılır: ‘Allah’a kavuşmak için iki rekât namaz da
yeter. Ancak böyle bir namaz için abdesti, insanın kendi kanı ile almış olması
gerekir.’ Söz, Hallac-ı Mansur’a
aittir. Tarih, Hallac’ın ‘şehit düşünür’ olduğunu haber
verirken, tasavvuf ehliyse ona ‘Şehit
Veli’ adını vermiştir.
‘Ben (Abdullah Bin Tahir Azdi) bir gün Bağdat
pazarında bir Yahudi’ye kızarak ona ‘Köpek’ dedim. Tam o esnada Hallac yanımdan
geçmekteydi. ‘İçindeki köpeğin havlamasına müsaade etme, sustur onu’ dedi ve ‘Evladım!
İnsanlar dinlerini kendileri seçmezler, kaldı ki hem Musevilik, hem
Hıristiyanlık, hem de İslam Hakk dinidir. Amaçları aynıdır, araçları farklıdır’
diyerek devam etti.’
Hallac’ın kendine özgü kerametleri, halka açtığı harikulade halleri vardır.
Devamlı aleyhinde konuşan bir Basralı, Ondan ölmek üzere olan kardeşini
iyileştirmesini ister. Hallac, ‘Sen benim aleyhimde konuşmaya devam edersen
arzun yerine gelecektir’ der. Hallac hapiste bulunduğu süre içinde tüm
mahkûmların zincirlerini çözerek serbest kalmalarını temin etmiş, kendisinin
neden firar etmediğini soranlaraysa ‘Biz Hakk’ın mahkûmuyuz’ diyerek
oldukça anlamlı bir yanıt vermiştir. Demek ki bir veliden kendi nefsi için
bir istek ve arzu oluşmamaktadır.
Hallac, Ramazan aylarında hiç bozmadan beş günlük
oruçlar tutmuştur. Vahdet (teklik) yaşamı içinde hayatını devam ettiren,
tamamen çıplak bir şekilde yaşamayı tercih ederek örtünme gereğini duymayan
Hallac’a hocası Cüneyd-i Bağdadî halka ters düşecek kelâmlardan kaçınmasını
öğütlemiş, bu yüzden başının bir gün mutlaka belaya gireceğini ima ederek ‘Bakalım
hangi darağacında kanın akacak’ demiştir. Hallac-ı Mansur’un yanıtı ise “Sen
o gün sufi elbiseni bırakıp yerine fakih elbisesi giyeceksin’ olmuştur.”[iii]
Hallac, aşkıyla öylesine coşmuş ve -kim ne derse desin-
aşkıyla öyle bir hale girmişti ki onun zevk ve sarhoşluğunu hiçbir şeyde
bulmuyordu. Hatta aşkınlığı dolayısıyla geleceğini önceden görmüş ama yine de
sevgilisinden vazgeçmemişti.
Onun aşkı, makam ve saltanatı bırakıp bir asa ve bir
çarık dolaşan İbrahim Ethem gibiydi. İbrahim Ethem Hazretleri bir gün, bir
deniz kenarında oturmuş yırtık elbisesini dikmektedir. Onun geçmiş saltanatını
bilen biri yaklaşıp, “O saltanat terk edilip bu perişan günlere gelinir mi?”
diye sorunca, İbrahim Ethem Hazretleri, elindeki iğneyi denize atar, birkaç
dakika içinde bir balık, ağzındaki iğneyi İbrahim Ethem’e uzatır. İbrahim Ethem
elindeki iğneyi adama göstererek, “O saltanat mı, yoksa bu saltanat mı daha
büyük?” diye sorar. Hallac’ın ilahî aşkta ulaştığı saltanat da işte böyle bir
saltanattır. Onun şansızlığı, despot bir iktidar ve kendisini anlayacak (bir
iki istisna hariç) kimsenin olmamasıdır.
Hallac’ın bize en büyük öğretisi ise sevgi ve insan
merkezli din anlayışıdır. Onun öğretisi, ilahî aşkın dünyadaki en güzel ama trajik
örneğidir. Güzeldir, çünkü Hakk şehidi Hallac, bu aşkı dolayısıyla en ufak bir
acizlik göstermemiş, bilakis halinden memnun olduğunu bildirmiştir. Trajiktir,
çünkü beyin tutulması yaşayan bir çağda aşkınlık yaşadığı için dine zahirî
anlamlar yükleyenler yüzünden işkenceyle öldürülmüştür. Bu da göstermektedir ki
aşk, ister beşerî, ister ilahî olsun, her zaman bedel ister. Aşk için bedel
ödemeyi göze alamayanlarsa sevemezler, âşık olamazlar.