BİZ Orta Asyalılara
bir yakıştırma yapılacaksa, “güneşin ardınca giden halk” demek en uygunudur. Çünkü
Asya’nın ortası, tarih boyunca bereketli bir kaynak gibi güneşin ardından
akacak insan ırmakları üretegelmişti. Neredeyse ata binmeyi öğrenen her Orta
Asyalı, küheylanına atladığı gibi “gökyüzünün sarışın ve sıcakkanlı kızı”nın
ardına düşüyordu.
Adını
bir Türk kağanlığından alan Hazar Denizi’nin üzerinden Avrupa’ya, aynı denizin
altından İran yoluyla Ortadoğu ve Ön Asya’ya kesintisiz bir insan seli
oluşuyordu. Bu akınlar, ilâhî bir elin ya da gizli bir hedefin işaret
edilmesiyle millî bir itişin verdiği ivmeyle mi oluştuğunu bilmiyoruz, ancak
uzak seferlere çıkanlar “gemileri yakmış” ve bir daha doğdukları topraklara
dönmemişlerdi.
Tarih,
bozkırdan Türk olarak çıkan gruplardan Avrupa’ya gidenler, Mısır ve Hindistan
yönlerine inenlerin kimliklerini kaybederek yok olduklarını kaydediyor. Daha
doğrusu onlar, hışım gibi gidip egemeni oldukları toplumları
“kendileştirememiş”, ancak kendileri “onlardan” olmuşlardı. Yalnızca “Ön Asya”
denilen Anadolu’ya ulaşan kesimin bu asimilasyondan kurtulduğunu ve
yerleştikleri topraklarda Türk olarak kaldıklarını görüyoruz.
Doğal
olarak, Orta Asya’dan güneşin ardına düşenler çoğunlukla genç, bekâr ve asker
özellikleri taşıyan kimselerdi. Ve tabiî bu insanlar, gittikleri topraklara
barış için değil, askerî amaçlarla gidiyorlardı. Yani bu cengâverlerin önlerine
çıkan yerli erkekleri ortadan kaldırmaları, kendi bekaları için şarttı. Nihayet
Anadolu’ya girdiklerinde de yerli halkla savaşa tutuşup eli kılıç tutan herkesi
safdışı etmiş olmaları muhtemeldir; zira savaşın tabiatı bunu gerektiriyordu.
Ayıplamamak lazım, onlar ölmemek için öyle davranmak zorundalardı ve gerektiği
gibi davrandılar.
Sonuçta
işgal edilen topraklarda ciddî bir kadın popülâsyonu ortaya çıkmıştı. Bu
durumda genç Asyalılar açısından yapılacak tek şey kalıyordu: Çevrelerini
kuşatan kadınlarla evlenmek...
Onun
için kimi tarihçiler, Türklerin Anadolu’da kocaları ölmüş “akça pakça Rum
kızları”yla evlendiklerini yazmaktadırlar.
Alparslan
zamanında milyonu bulmayan Anadolu nüfusunun önemli bir oranı zaten Türk’tü;
zira Bizans ordusunda da hatırı sayılır miktarda Türk paralı asker görev
yapıyordu ve bunlar Ortodoks dinine geçmiş olmalarına rağmen Malazgirt Savaşı
esnasında karşılarındaki ordunun kendi ırklarına mensup olduğunu anlayınca hiç
tereddütsüz saf değiştirdiler. Bu yüzden elli bin kişilik ordu, iki yüz bin
mevcudu olan Bizans ordusunu alt etmekte zorlanmadı. “Türkofon” diye
adlandırılan lejyonerlerden artakalan ordu mensuplarının önemli bir miktarı
Hıristiyan Ortodoks’tu ve Anadolu’ya geçmişte hâkim olmuş farklı kökenlere
dayanan kalabalıklardan oluşuyordu.
Bunlar
kültürel anlamda Greklerdi. Ancak Anadoluluların aralarında ırkî mânâda Grek
yok denecek kadar azdı; zaten onlar da devletin başkenti Konstantiopolis’te
oturuyorlardı. Zira imparatorluğun hâkim unsuru onlardı.
Öyle
ki, Anadolu’ya Avrupalılar “Türkiye” derken, Müslümanlar (bu arada Türkler
bile) “Diyar-ı Rum” (Rum Ülkesi) veya daha açık bir söyleyişle “Romalıların
diyarı” adını veriyorlardı. Henüz millet bilinci gelişmediği için asıl adı
Bizans değil, “Neu-Roma” olan imparatorluk üzerinde yaşayan herkes Romalı, yani
İslâmî telaffuza göre Rumî (Rum) idi. Dolayısıyla Roman, Rumen, Rom ya da Rum
olmanın Grek olmakla bir ilgisi yoktu. Bu itibarla, asırlar içinde Balkanlar
üzerinden İstanbul’a gelip paralı askerliğe başlamış olan İskit, Kuman, Hun,
Magyar, Uz veya Peçenek gibi Türk kökenli topluluklar da Rum idiler. Şamanizmi
unutarak Ortodokslaşmış Rumlar…
Selçuklularla
tanışan Anadolu’da azınlıklarla çoğunluk olan Müslümanların arasındaki
ilişkiler, özellikle de Rumlarla Türklerin arası çok sıkı fıkıydı. Konya ile
Bizans arasında yüksek seviyeli evlilikler bile vardı. Tabiî halk arasındaki
yuvalar da dine imana bakılmadan kuruluyor ve iki toplum hızla akraba oluyordu.
Selçuklu Devleti Sultanları I ve II. Keyhüsrevlerin anneleri Rum’du. Hatta bunlardan ikincisinin Hıristiyan olan dayılarından etkilendiği bile söylenmektedir. İlk Anadolu beyliklerinden Danişmendoğullarının paralarının üzerinde Hz. İsa ve Aziz Yorgos’un (Aya Yorgi) tasvirleri vardı.
Nuh
Peygamber ve gemisinin imkânsızlar muhasebesi
Orta
Asyalıların aralarının iyi olduğu etnik unsur yalnızca Rumlar değildi,
Ermenilerle de yakın temas vardı. Ermeni köylerinde Haçik ve Vartan isimlerinin
yanında Tanrıvermiş ve Murat gibi Türk adlarına da rastlanmış olması,
ilişkilerin ne denli ileri seviyede olduğuna işaret etmektedir. Kendilerini
“Hayk halkı” olarak adlandıran Ermeniler arasında hatırı sayılır miktarda
Hayklaşmış Orta Asyalı boy vardı ve bunlar Kafkasya’ya gelince “Bayülgen”
inancını terk edip Ermenilere has Gregoryen İsevîleri şeklini almışlardı. Hatta
Ermeni hanedanlıkları arasında birkaç Türk prensliği bile mevcuttu. Bununla
birlikte kimi tarihçiler, Ermenilerin Deşt-i Kıpçak Türkleri olduğunu bile
söyleyerek meseleyi oldukça ileri bir boyuta taşıyorlar.
“Orta
Asyalılar Anadolu’ya ayak bastıklarında manzaray-ı umumiye nasıldı?” diye
danıştığım uzman tarihçilerden biri, “Anadolu boş bir araziydi. Türkler boş
arazilere yerleşip mamur etti” diye cevap verdi. Bir başka tarihçi ise daha
insaflı davranarak “Anadolu’nun boş sayılacak kadar ıssız” olduğunu ve Ege’ye
kadar uzanan topraklar üzerinde birkaç yüz bin nüfusa sahip insanın yaşamakta
olduğunu söyledi. Ona göre de bunlar, “Rum” olarak adlandırılan bir halklar
koalisyonuydu fakat Rum, bugünkü Yunanlı değildi. Hatta Yunanlılardan farklı
bir ırklar demetiydi.
Buraya
bir virgül koyalım…
“Anadolu”
denince benim aklıma “Nuh’un gemisi” gelir. Evet, Tufan Kıssası, Kelâm-ı
Kadim’de anlatılır. Yüce Allah, dokuz yüz elli yıl yaşadığı bilinen İkinci Ata
Nuh Peygamber’den bir gemi yapmasını istemişti. Yorumcular, Yaratan’ın Hazreti
Nuh’a söz konusu geminin “plânlarını” verdiğini de kaydederler. Kırk yıl gibi
uzun bir süre zarfında ilâhî gemi yapıldı ve kaptan olarak vazifelendirilen Nuh
Peygamber, kendisine inanan küçük bir grubu ve yeryüzündeki tüm hayvanlardan
erkeli dişili birer çifti araca bindirdi ve kapakları kapattı.
Endişeli
bekleyiş çok sürmedi. Önce yağmur başladı, sonra yerden ve gökten sular
fışkırdadı. Kısa sürede çukurlar suyla doldu, ardından düzlükler. Her taraf,
tıpkı bir deniz görünümünü aldı. Derken, deniz kabararak çevredeki bütün
dağları yuttu. Artık bütün yeryüzü (ya da Ortadoğu bölgesi) tamamen sularla
kaplıydı. “Tennuru yanan” Nuh’un gemisi, tam yüz yetmiş dört (174) gün bu uçsuz
bucaksız denizin üzerinde rotasız olarak yüzmeye durdu. Sonunda yağış durdu,
derken sular çekilmeye başladı ve yavaş yavaş çevredeki yüce dağların dorukları
yüzeye burunlarını çıkardılar.
Gemi
bu dağlardan birinin, Ağrı’nın değil, “Cudi’nin” zirvesinde karaya oturdu. Gemi
sakinleri açılan kapaklardan tekrar yeryüzüne indi ve dört bir yana dağıldılar.
İşte özet olarak Nuh Peygamber’in hikâyesi bundan ibaret!
Nuh
Tufanı hikâyesinde insanın mantığını zorlayan bazı hususların olduğu görülüyor.
Meselâ dünyadaki bütün hayvanlardan birer çiftini içine alacak bir geminin ne
kadar büyük olacağını düşününce mantık zorlanıyor. Oysa aracın ebatları belli;
yaklaşık 60 metre uzunluğu ve 15 metre yüksekliğe sahip olduğu söyleniyor. Bir
de bu kadar hayvana tam bir yıl ve bir hafta yetecek kadar yemi depolamak için
gerekli ambarların genişliğini düşününce beyin bir daha çıkmaza düşüyor.
Yok,
yukarıdaki ölçüyü görmezden gelip tüm canlıları içine alacak bir gemi
yapılmışsa, o zaman da ortaya çıkan, böyle azman bir geminin yüzdürülmesinin
imkânının olmadığı. Çünkü suyun kaldırma dinamiğinin bu ölçülerdeki bir varyagı
çekip çekemeyeceğinin hesaplanması gerekir ki burada da hesap şaşar. Öyleyse?
Acaba Nuh Peygamber, gemisine bizzat hayvanları değil de onların yumurta ve spermlerini, hatta genlerini mi aldı? Belki… Aslında konumuz meselenin bu yönü değil. Yukarıda sözü edilen “imkânsız gemi”ye bir başka mesabeden bakmayı murad ediyoruz.
Malûm İran, Acemlerin yurdudur, Çin Çinlilerin, El-Cezire Arapların, Japon adası Japonların, Britanya İngilizlerin, tabiî Orta Asya da Türklerin… Tarihin başından beri bunlar ve bunlara benzer toprakların sakinleri bellidir. Peki, Anadolu kimin toprağıdır?
Her
milletin vatanı
Bilindiği
gibi teolojik anlatımlarda “sembolizm” önemli bir yer tutar. Yani kutsal
metinlerde geçen kıssaların önemli bir bölümü mecazîdir. Zira devrin insanına
başka türlü anlatmanın imkânı yoktur. Bu durumun farkında olan zamanımız
insanının sembolizmi sorgulaması uygun değildir. Çünkü kutsal metinlere
yapılması gereken sadece inanmaktır ve bunun adı, dinî literatürde “iman”
olarak geçer. Bu itibarla Nuh Kıssası’nda sözü edilen gemi de simgesel olamaz
mı? El-hak, öyledir!
Gelelim
Anadolu yarımadasına!
Kuzeyden
Karadeniz, güneyden Toros dağlarıyla çevrili, batıdan Ege bölgesi yükseltisi,
doğudan İran plâtosuyla kuşatılmış, ortası çukur bir coğrafî yapı hâlindeki
Anadolu, devasa bir limana demirlemiş kocaman bir gemi gibidir. Yani “peygamberler
ülkesi” Ortadoğu’nun sularla kaplanması durumunda korunaklı Anadolu, bundan pek
etkilenmezmiş gibi görünüyor bana.
“Lokâl
bir ara kıyamet” gibi algıladığımız Nuh Tufanı kozmik âlemde
kararlaştırıldığında, dünya sakinlerini koruyacak bir alan olarak Anadolu
işaretlenmiş olamaz mı? Bunun yanında Hz. Nuh’un eline bu “yarımada gemi” bir
yol haritası olarak verilmiş olamaz mı? “Nuh Peygamber de inananları ve diğer
uçan kaçan dünya sakinlerini peşine takıp haritada işaret edilen ‘gemi ülkeye’
yollanmıştır” denilemez mi? Eğer öyleyse, Peygamber ve yol arkadaşları, tufanın
zararlarından korunmak için bölgenin en yüksek dağları olan Ağrı, Cudi veya
diğerlerinin zirvelerine tırmanmış ya da korunaklı orta bölgeye sığınmış ve
böylece su üzerinde ya da dışında kalmış olmalılar.
Eğer
böyle veya buna yakın ise, “İnsanlığın İkinci Atası ve Sani Âdem” olarak
bilinen Nuh Peygamber ve yanındakiler, ikinci hayatı Anadolu’dan başlatmış
olmalılar. Yani öyle veya böyle, Anadolu ve Mezopotamya, bütün milletlerin
genetik prototiplerinin yeşerdiği yer olarak karşımıza çıkıyor. Bir başka
deyişle Anadolu, “her milletin vatanı”…
İnsanlık,
Anadolu’da çoğaldıktan sonra zamanla kenarlara taşıyor. Dokuz yüz elli yıl
yaşadığına inanılan Nuh Peygamber, belki de Anadolu’ya sığmayan evlâtlarının
bir kısmını dünyanın diğer bölgelerine göndererek bugünkü milletlerin
temellerini atmış, ancak millet olacak her evlâdın bir parçası Anadolu da
kalmış olmalı. Peki, bu parçalar nerede?
Fakir,
Anadolu’yu tarif ederken “hiç kimsenin vatanı, herkesin yurdu” tabirini
kullanır ya da makalenin başlığındaki gibi “Nuh’un gemisi” der. Gemi, bir yolcu
mekânıdır. Yani suyolunun yolcuları, söz konusu araca belli bir süre biner,
kamaralarını, güvertesini ve ambarlarını bir müddet kullanır, seyahatlerini
tamamlayınca da inerler.
Tarihin
seyrine baktığımızda, Anadolu’da da tıpkı bir gemide olduğu gibi dönem dönem
inen ve bineninin olduğunu görüyoruz. Üstelik inenler, bir daha ortalıkta
görünmüyorlar. Ya da gerçekte Anadolu gemisine binen var ama inen yok.
İnmeyenlerse sanki “Nuh’un mayası”nda eriyip hamura karışıyor ve geminin ilk
sakinleri gibi “milletsiz insanlar” hâline geliyorlar.
Geçmişinde
köylülük olanlar o yaşantının ayrıntılarına vâkıftırlar (olmayanlar da
duymuşlardır), her köyde “köy odası” adı verilen bir yapı vardır. Köy
odalarının sahibi yoktur. Daha doğrusu, buralar köyün ortak malıdır; gelen
giden konar ve göçer. Buraların bir başka işlevi de köy sakinlerinden ihtiyacı
olanlara durumları düzelinceye kadar evlik etmektir. Yani evi zarar gören,
yanan, sel altında kalan ailelere geçici barınak olmak da köy odasının
vazifeleri arasındadır. İşte tarihin başından beri Anadolu’nun durumu da budur.
Yani evi zarar gören, meselâ kuraklık belâsı çeken, ölçüsüz yağış ve seller
altında kalan veya saldırıya uğrayarak yaşanmaz olan ve yaşayanları “haymatlos”
biçimine düşen milletlere geçici barınak olmak… (Kolektif barınaklık sanki bu
toprakların kaderi!)
Anadolu
kimin?
Malûm
İran, Acemlerin yurdudur, Çin Çinlilerin, El-Cezire Arapların, Japon adası
Japonların, Britanya İngilizlerin, tabiî Orta Asya da Türklerin… Tarihin
başından beri bunlar ve bunlara benzer toprakların sakinleri bellidir. Peki,
Anadolu kimin toprağıdır? Hattilerin mi, Hititlerin mi, Lidyalıların mı,
Ligyalıların mı, Helenyalıların mı, Makedonyalı İskender’in mi, Asurluların mı,
Romalıların mı, Bizanslıların mı?
Yukarıda
adını saydığımız ve sayamadığımız milletler, bu topraklarda yüzyıllar boyu
hüküm sürmüş ve zamanı gelince, daha doğrusu onları buralara salan neden
ortadan kalkınca sessiz sedasız ortalıktan çekilmiş ve tarihin tozlu raflarında
bir hatıra dosyası olarak kalakalmış durumdalar.
Peki,
onlarla gelen ve daha önce burada oturmakta olan insanlara ne oldu? Herhâlde
tarihte adları geçen kadim devletlerle beraber yok oldukları söylenemez. Devlet
çökmüş ama tebaayı oluşturan onca insan, mütevazı yaşantılarına kaldıkları
yerden devam etmiş olmalılar. Yani onlar hâlâ buradalar. Her devlet oluşumunda
aralarına katılan yeni kitlelerle kaynaşmış, dönüşür gibi yaparak uzun vadede
onları kendilerine dönüştürmüşler. Bir başka deyişle, buraya gelen yeni unsur,
“Nuh milleti” hâline dönüşmüş. Yani insanlığın ikinci çekirdek biçimine…
Nuh
çekirdeği, üzerinde kurulan resmî organizasyonlar nedeniyle Hattilerden
Osmanlılara kadar şu veya bu adı alsa veya dönem dönem şu ya da bu dili konuşsa
da asla özünü değiştirmemiş olan yarımada “Nuh’un gemisi” ve yolcular da “Nuh
milleti” özelliğini koruyageldi, koruyagidiyor.
Malûm,
geminin son yolcuları Türkler. Onlar için söylendiğine göre tarihin bir
döneminde anayurtlarında baş gösteren kuraklık ve daha sonra “Cengiz tazyiki”
nedeniyle atavatanlarını terk etmek zorunda kalmış ve haymatlos olmuşlar.
Vatansız
kalan her halkın gideceği tek “insanlık yurdu” var, “Anadolu”. Orta Asya
sığınmacıları da “ekonomik Asya veya politik Asya” olarak geleneği bozmamış ve
bu topraklara iskân olmuşlar.
Yıl
1071 idi ve artık “herkesin yurdu-hiç kimsenin vatanının” yeni sakinleri
Türklerdi. Tabiî ki Türkler geldiğinde bu topraklar tümden boş değildi, ancak
bugünkü mânâda dolu da sayılmazdı. O zamanlar yarımada da kimi tarihçilere göre
on milyon insan yaşamaktaydı. Ama bu mümkün değil!
Bize
göre Türkler ayak bastığında burada yaşayan insan sayısı bir milyondan fazla,
on milyondan az olmalı. Belki üç beş milyon kadar, hatta daha da az... Bu
esnada, yeni göçmenlerin sayısı ise bazı tarihçilere göre iki yüz bin,
bazılarına göre bir milyon kadar… Bizim kanaatimize göre ise ikisinin ortası;
dört veya beş yüz bin kadar…
Her
neyse, sayı çok da önemli bir mesele değil, sonuçta Türkler Alparslan’la beraber
Malazgirt kapısından Anadolu’ya girdiler. Artık devletin adı “Türkiye”,
toprakların adı “Diyar-ı Rum”, halkın adı da sadece “Rum” idi. Evet, evet Rum!
Rumlar
kimlerdi peki? Rumlar, bir anlamda Hz. Nuh’la beraber bu topraklara yerleşen
insanlığın kök hücresine zaman içinde katılmış olan Hatti, Eti, Asur ve bunlar
gibi yeni toplulukların oluşturduğu “Nuh’un gemi halkı” ve en son gelen
Türklerdi. Ve tabiî ki “Rum” adı, bidayette konulmuş bir isim değildi
“yarımadanın hancıları”na. Daha sonra, çok sonra, Milât’tan sonranın ilk
yüzyıllarında sözlüğe giren bir isimdi “Rum”.
Ve
“Son yolcular, yani Türkler geldi hana” dedik ya, çok sürmedi, Orta Asya
biçimini suretlerinde taşıyan Türklerin gözlerinin çekik olma özelliği
kaybedilmeye yüz tuttu ve nihayet nazar düzleşti. Bunun gibi, düz ve sert
saçları yumuşadı ve birer kestane bayrak misâli dalgalanmaya başladı. Artık
Nuh’un yeni halkı, Türkçe konuşan ve kendini yeni devlete nispet yaparak
“Selçuklu”, daha sonra “Osmanlı” adlarıyla etiketlenmeye başladı.
Aslında
adını Selçuklu, Osmanlı, daha sonra Türk, Kürk, şu, bu olarak da seslese,
burası “Nuh’un gemisi” olmaya devam ediyor. Onlar da yeni gemi sakinleri olarak
“Neo-Türkler”, “Nuh’un gurbetteki çocukları” olarak hayırlı evlât çıktılar ve
geri döndüler. Babalarının tapusuna kayıtlı, ancak nice zamandan beri onun
bunun elinde kalmış mirasına sahip çıkmak için…
Böylece yarımada da dönüp dolaşıp asıl sahiplerine tekrar ulaşmış oldu.
Bin
yıllık nüfus plânı!
1071
öncesinde, belli dönemlerde buralarda yaşayarak toprakla ilgili olmuş kimi
milletler, zaman zaman Anadolu yarımadası üzerinde hak iddia etmekteler.
Teolojik olarak hem söz konusu uluslar, hem de aynı inancı paylaşan benzerleri
içinse buralar “Tanrı’nın yürüdüğü topraklar” mânâsına gelmekte. Bu özelliği nedeniyle
de bir bakıma “Darü’l-Hıristiyan” olup “fethi vacip” ve “gaspçı kâfir
Türkler”in (!) yarımadadaki zorunlu ikâmetleri behemehâl sonlandırılmalı.
Bilirsiniz,
Anadolu’da “Misafirlik üç gündür” diye bir söz vardır. Bu söze göre, üç günün
sonunda ya misafir kendi evine dönmeli ya da ev halkından biri gibi olmalı.
Hâddizatında “insanlığın misafir odası” olan Anadolu’da da misafirlik bin
yıldır. Bu bin yılın sonunda misafir ya evine dönmeli ya da “zilliyet”
anlayışının gereği olarak ülkenin temelli sahibi olmalı. İşte buradan hareketle
gelinen nokta şurası: “Anadolu misafir evine” 1071 yılında konuk olan Türklerin
misafirlikleri 2071 yılı itibariyle sonlanmalı. Yukarıda sözü edilen ve bir
bakıma boş yarımadayı “Tanrı’nın gezindiği arazi” deyişiyle buraları sahiplenen
güruh, gereksiz bir telâş içerisinde. Akıllarısıra, yarımadadan çıkış saati
çalışmakta. 2071 yılına kadar ya Türkler bu topraklardan Orta Asya bozkırlarına
geri dönecek ya da “ülkenin kiracıları” değil de ev sahibi olacaklar. Amma hiç
de dönecekmiş gibi görünmemekteler!
İşte
şaşkın telaşın nedeni budur! Buna rağmen, “Öndeki elli altmış yıl içerisinde ne
yapıp edilmeli ve ‘işgalci misafirler’ ya artık kuraklık tehlikesi kalmamış
olan asıl yurtlarına gönderilmeli ya da misafir odasında yok edilmeli” niyeti
artık saklanmıyor ve açık açık dillendiriliyor. İşte üç yüzyıldan beri dozu
gittikçe arttırılan siyasî şiddetin ve ülke üzerine kurulan “Anatolikon
teması”, plânların en önemli gerekçesi bundan ibaret olsa gerek.
Bu
plânı gerekli kılan gerekçelerden biri, misafir odasına ihtiyaç duyan başka
milletlerin açığa çıkmakta olması. Yani -eğer denilen doğru ise- geçmişte nasıl
ki Türkler “Anayurdumuzda kuraklık oldu” iddiasıyla buralara kadar gelip o
dillerindeki ıssızlıktan bilistifade yarımadaya iskân oldularsa, şimdi de
yurdunda iklim tehlikesi yaşamaya başlayan veya yaşayacak olan uluslar olduğu
veya olabileceği gerekçesi ortaya atılmakta. Onlar da haklı olarak kendilerine
geçici veya temelli yurtlar aramaktalar. Ancak şimdilerde boş toprak bulmak o kadar
zor, hatta imkânsız ki... O hâlde Anadolu ne güne duruyor?!
Malûm
olduğu üzere, tarihin başından beri “stepne ülke” olarak Anadolu burada
duruyor. Bu itibarla, vatan arayanların ilk aklına gelen yer de doğal olarak
tarihî “Nuh Ata yarımadası” olmakta. Fakat burada bir sorun dikilmekte “yurt
arayanlar”ın karşısına: Ya eski misafirler, onlar ne olacak? Üstelik o
misafirler misafirliklerinde rahat durmamış ve çoğaldıkça çoğalmış, nüfusları
neredeyse yüz milyona dayanmış durumda! E ne yapalım? Bilinmekte ki, onların
misafirlik sözleşmelerinin son tarihi “2071”. Bu durumda tek yol, Anadolu’da
yaşayacak “son Türk”ün 2071’de gitmiş olması. Ya gitmezse? Zorla gönderilmeli!
Buyurun, buradan yakın!
Peki,
“Günümüzde ‘Nuh’un misafirhanesi’ne ihtiyaç duyan millet ya da milletler var
mıdır, varsa bunlar kimler?” sualinin cevabı olarak söylenecek söz nedir?
Söz
şu ki… Malûm, son yıllarda ilmî çevrelerde iklim üzerine birtakım kaygılar
dillendirilmekte ve dünyanın yakın geleceğinde olabilecek tehlikeli durumlara
işaret edilmekte. Bu bağlamda ekoloji bilginleri ve fütüristler iki olasılık
üzerinde duruyorlar.
Buna göre dünya ya ısınacak ya da donacak! Ortası ya da olağanına dair bir umut ışığını yakan yok! Bunlardan birinci öngürü, “küresel ısınma” tarifiyle masada arz-ı endam etmekte ve yıllardan beri üzerinde en çok konuşulan durumlardan biri olarak altı çizilmekte. Denildiğine göre dünyayı bu sona götürecek şartlar hâlen hızlana hızlana yaşanmakta.
İster küresel ısınma sonunda eriyen kutup buzulları sayesinde deniz seviyesi yükselmiş olsun, ister küresel soğuma sonucunda Buz Denizi Sibirya kuşağında buzul çağı başlamış olsun, her iki durumda da namlunun ucunda iki ada karşımıza çıkmakta. Bunlardan biri Büyük Britanya, diğeri de Japon adası...
Yine
denildiğine göre ikinci öngörü, yani “küresel donma” adıyla bilinen iklimsel
sorun da birincinin akabinde yaşanmaya başlanacak.
Atlas
Okyanusu’nun sıcak güney bölgelerinden soğuk kuzey bölgelerine doğru bir
akıntıdan söz ediliyor. Bu akıntı, herkesin coğrafya derslerinden hatırlayacağı
üzere “Golf Stream” olarak bilinmekte. Büyük denizlerin kuzey ve güneylerinde
var olan sıcaklık farkı küresel ısınmayla dengelenince Golf akıntısının da
duracağı iddia edilmekte. Bunun doğal bir sonucu olarak Kuzey Kutbu’ndan
başlayan donma işlemi, zaten soğuk olan Sibirya üzerinden batı ve doğu yönünde
ilerleyecek ve Doğu Asya ile Avrupa yeniden buzul çağına girme tehlikesiyle
karşı karşıya kalacak. İşte “iklimsel kıyamet senaryosu” temel olarak bu!
İster
küresel ısınma sonunda eriyen kutup buzulları sayesinde deniz seviyesi
yükselmiş olsun, ister küresel soğuma sonucunda Buz Denizi Sibirya kuşağında
buzul çağı başlamış olsun, her iki durumda da namlunun ucunda iki ada karşımıza
çıkmakta. Bunlardan biri Büyük Britanya, diğeri de Japon adası...
Buna
göre önümüzdeki elli yıl içerisinde gerçekleşmesi beklenen bu felâket
senaryolarının nihayetinde iki millet yersiz yurtsuz kalacak görünmekte:
İngilizler ve Japonlar!
Denildiğine
göre söz konusu bu iki ulus, yıllardan beri yana yakıla kendilerine yeni birer
yurt aramakta. Ancak şu an dünya arazisi lebaleb dolu durumda; neredeyse her
karış toprağın ezelî bir sahibi var. O hâlde, vatansız kalma ihtimâlleri
gittikçe artan bu iki müstakbel “yurtsuz kavim” ne yapacak? Soru bu.
İşte
burada fellik fellik soruya yanıt arayan gözler, gayriihtiyari olarak “dünya
misafirhanesi”ne çevrilmekte. Çünkü başka çare yok! Anadolu, eski misafirlerini
absorbe edip yeni misafirlerini buyur edecek. Ama nasıl? Zira Türk ve Kürt’e ve
de diğer azınlıklara dar gelen bu topraklara İngiliz ve Japonların yanı sıra
ilk etapta gelmesi muhtemel olan Felemenkler, Volanlar, Danlar ve bir kısım
Almanlar için Anadolu yetecek mi? Burası, çoğalan nüfusu kaldıramayacak kadar
dar bir toprak neticede. Bu itibarla yine ve tekraren çare, şu anki sakinlerin
behemehâl elimine edilmesi yönünde…
Japon
ve İngilizlerin yurt arayışı hususunda İngilizler önde görünüyorlar. Bilindiği
gibi zaten buralar Osmanlı’nın çöküşünden beri Londra’nın ve yandaşlarının
nüfuz sahasına dâhil edilmişti. Hatta 2012’ye kadar da öyle kaldı. Zaten bu
nedenle aradan geçen doksan altı yıl içerisinde siyasî ve askerî ittifak,
ekonomik ortaklık ve AB içindeki yakınlık nedeniyle Anadolu kıyıları
parsellenmiş ve sahillere çökertilen tatil köylerine İngilizler ve diğer
Avrupalı emekliler yerleştirilmişlerdi. Bunlar, başta İngilizler olmak üzere
elli yıl sonra gelecek olan “Aryanik kavimlerin göç” dalgasının öncüleriydi.
Oysa biz “sıcak sever Avrupa emeklileri” sanıyorduk. Hâlâ “sanmaktayız”!
Bahis
mevzuu bölüşümde Japonlara da düşen bir parça vardı elbtte: İç Anadolu çölleri…
Bu sebeple çekik gözlü dostlarımızın yıllar öncesine dayanan Orta Anadolu
höyüklerindeki kazı merakının altında yatan neden işte buydu! Yoksa Japon
Prensi’nin sırtına çektiği döşü ay yıldızlı tişörtlerle boy gösterip kazı
alanlarına etek etek para akıtmasının ne anlamı olabilirdi ki?
Konunun
burasına bir mim koymamız gerekiyor, çünkü kullanabilirsek bu ikili durum
işimize yarayacaktır diye düşünmekteyiz.
Sözünü ettiğimiz küresel ısınma ve soğuma senaryolarının gereği olarak Anadolu’nun boşaltılması yeni değildi hâddizatında. Daha evveli olmakla birlikte, bu sebebe dayalı olarak son plân elli yıldır hayattaydı. Bir masum “geçim gereği” yapıldığı var sayılan nüfus plânlaması, 1970’li yıllarda akıl almaz bir şekilde azan Sağ-Sol çatışmaları, son yıllardaki terör, trafik kazaları, sigara zehirlenmeleri, bozuk-gen gıdaları, kanserojen malzeme kullanımının körüklenmesi gibi bir dolu uygulama bu amaca yönelikti. Ancak işin finali Türk-Kürt iç savaşı olacaktı. Bu yüzden derin Kürt plânı, PKK terörizminin çok ötesindeydi. Bunca yıldır inatla sürdürülen terörizmin tek nedeni, Türk ve Kürt halkının bin yıl öncesine dayanan “tek millet gibi davranma refleksi”ni kırmak ve kardeşlerin iki düşman ırk hâline gelmelerini sağlamaktı. Dedik ya, işin finali Türk-Kürt iç savaşı olacaktı ve bunun için otuz beş yıl uğraştılar. Fakat onca başarılarına rağmen finale ulaşamadılar.
Atlamayalım,
bu arada Kürt sorununa ve PKK terörizmine dayalı olarak hayata geçirilen Doğu
ve özellikle Güneydoğu Anadolu’nun boşaltılması boşuna değildi. Kürt gençler,
2023’e varmadan hayata geçirilmesi plânlanan iç savaş için vurucu güç olarak
kasıtlı bir göçertmeyle batı illerine sürülmüşlerdi ve günü geldiğinde
kullanılmak üzere hem fikrî, hem fizikî mânâda bilenmekteydiler. Bu sırada sık
sık iç savaşın provası yapılagelmekteydi. Fitil ya Kürt çocuklarını bayrağın
üzerine pisletilmesi ya da Kürt delikanlıların sekiz on yaşlarındaki Türk kız
çocuklarına tecavüz ettirilmeleriyle ateşlenecekti. İşte o günler geldiğinde
her Kürt bir Türk’ü öldürmüş olsa, Anadolu nüfusu en az on milyon azalacak
demekti. Sonuçta çok değil, birkaç haftalık bir iç savaş bile ülke nüfusunu
yarı yarıya azaltacaktı. Ta bidayetten beri amaçlanan buydu. Çünkü o durumda
ıssızlaşan yarımada toprakları yeni misafirlerini hazmedebilir bir seviyeye
inmiş ve Nuh’un gemisi yeni seferi için demir almış olacak demekti.
Ancak
bunun ötesinde, Nuh’un gemisi için çok daha derin, hatta Ezoterik birkaç plânın
daha olduğunun notunu da düşelim buracığa. Sözünü edeceğimiz “Ezoterik
terkipli” bu karanlık plânlardan birincisi, yerli karakter taşımakta olup lokâl
bir senaryo şeklinde yazdırılmıştı. Diğerlerinden biri de doğrudan doğruya
İsrail’i ilgilendiren bir plândı. Bu senaryoların arasında en bilineni ise, ABD
Başkanı’nın Ermenileri ilgilendiren plânıydı. Bu arada, AB de kendince bir
plânın peşindeydi. Kanaatimizce en büyük plân ise Tanrısal bir karakter
taşımakta olup, bütün senaryoların üzerinde, mutlak gerçeklikle ilgiliydi.