Hiç

Sonuç olarak, hâlâ bilmiyorum. Fakat belki de başlamak lâzım bir yerden aklımdaki soru fırtınasının cevaplarını keşfetmeye, doğruları bulmaya...

BUGÜN, yas günüm. Anneme son vedamı ettim. Şimdi de sahil kenarından, martıların seslerini acılı bir haykırış gibi duyarak ve denizdeki büyük dalgaları asi birer savaşçı görüntüsünde düşünerek, yalnızca iki gün öncesine kadar birlikte yaşadığımız eve doğru gidiyorum. Ancak içimdeki hüzünle değil de düşüncelerimle boğuşuyorum sanki. Annemin sonsuza dek yok olmasını mantık odacıklarıma sığdıramıyor, düşündükçe meselenin içinden çıkamaz hâle geliyorum.

İçimde büyük, kocaman bir boşluk hissi var. Beynimdeki bütün mutluluğu ve rahatlığı söküp alan ve yerine huzursuzluk dolduran bu his, bir zehir gibi dolanıyor damarlarımda. Annem için, ne olursa olsun, bir şey yapmak, ona yas tuttuğumu göstermek istiyorum. Fakat şimdi o içimdeki boşluktan da güçlü bir hiçlikteyken bunu nasıl başarabilirim, bilmiyorum. Sahi, eğer öldüğümüzde bir hiçliğin içine yuvarlanıyorsak, yaşamamızın ne anlamı var? Koca, uzun bir yaşanmışlıklar silsilesini taşıyan beden, vakti gelince yalnızca buz gibi bir toprağa karışıyorsa, bu silsileyi uzatmanın, eğlenceli ve renkli kılmaya çalışmanın mânâsı ne?

Evet, hayat güzel. Fakat anlamsız. Amacı olmayan bir yazar, yazı yazar mı? Ya da bir gezgin, sonunda herhangi bir farklılıkla karşılaşmayacaksa o kadar yolu gider mi? Şu önümde bağıra bağıra simit satmaya çalışan adamın bile küçük de olsa bir amacı var. Fakat niçin bu kadar uğraş? Dünyadaki vaktin tükendikten sonra bir hiç olmak, unutulmak ve insanlıktan resmen çıkmak için mi?

Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum. Zihnim bütünüyle acımaya başlıyor artık. Birinin ölümünü duyduğumda bu sorular kafamı hep karıştırır. Ama hiç bu kez olduğu kadar sorgulatmamış ve cevapsız kalmaları hiç bu seferki kadar canımı sıkmamıştı. İnsan başına gelince anlıyor tabiî. Düşündükçe gerisi daha şiddetli bir edayla çullanıyor üstüme. Meselâ inançsız biri olan ben, şu an annemin sadece ölüp gittiğini kabul edemeyecek kadar sancılı bir ruh hâlinin içerisindeyim.

Teoride böylesini düşünmek kolaydı. Ancak uygulamasına şahit olmak, belki de hayatımdaki en acı verici deneyim; hatta deneyim bile demek istemediğim kötü bir olay oldu. Ben… Delireceğim galiba. Dayanamıyorum. Sanırım eve daha hızlı gitmeliyim. Hem annemin eşyalarını toplamam gerek...

Koşar adım ilerliyorum. Önümü yanımı görmeden, bir kör sinek gibi yalnızca ayaklarımı hareket ettiriyorum. İç sesimle boğuşurken denize yaklaştığımı fark etmiyorum bile. Beynimdeki karışıklık adımlarıma yansıyor ve sendeliyorum. Her bir adımım tehlikeye biraz daha yaklaştırıyor beni. Sonunda ufacık bir taşa takılan ayaklarım, tökezleyemeden mavinin içinde buluyor kendini bütün bedenimle birlikte. Şimdi de denizle boğuşuyorum. Soğumuş bedenimi kefen gibi saran korkunun bedeli yok. Aman! Ölemem ben! Hiç... Hiç olamam! Ben yüzme bilmem! Hiç. Hiç. Hiç. Hiç. Hiç…

-Kardeşim, uzatsana be elini!

O güzel ses, mavilere bir girip bir çıkan kafamın içini doldurunca, göğsümü bu kez bir yorgan misâli saran mutluluk sarmaşığı, ümit alârmını çalıyor zihnimde. Elimi zar zor uzatıyorum ve nefessiz kalan vücudumu rahatlatmak adına kısa bir müddet soğuk taşta yatıyorum.

O sırada bana yardım eli uzatan muhteremin sesini tekrar duyuyorum: “Allah korudu seni! Bir dakika geç gelsem akıntıya gidiyordun vallahi…”

İnip kalkan göğsüm rahatlıyor, öksürüğüm yavaşlıyor ve tekrar zihnimle çatışmaya girecek seviyeye geldiğimi hissediyorum.

“Bir dakika geç gelsem...”

O zaman ben de annem gibi bir toprak parçası olurdum. Ama şimdi bunun tam zıddını yaşıyorum. Kafam her zamankinden daha sorgulayıcı bir tavır sergiliyor şu an. Yani aslında her şey bir sıraya göre düzenlenmiş olabilir mi? Benim bu zamana kadar anlamsız gördüğüm her durumun bir anlamı olabilir mi? Eğer bu doğruysa, gerisinde bir gücün olması gerekmez mi?

Sonuç olarak, hâlâ bilmiyorum. Fakat belki de başlamak lâzım bir yerden aklımdaki soru fırtınasının cevaplarını keşfetmeye, doğruları bulmaya...