Hiç âşık oldunuz mu?

Bu öyle bir aşktı ki, birazcık yaklaşınca mutlu oluyordum. Uzaklaşınca da kimliğimi unutuyordum. Hep umutla koştum ardından. Onunla ilgili biraz malumata ulaştığım gün bahtiyar hissediyordum kendimi. Çünkü onunla kendimi tanıyor, onunla düşünüyor, onunla konuşuyor ve onunla var oluyordum.

BEN, önce köyde aşkımı aradım. Onun için komşu köylerin yolunu tuttum. Yağmur kar demedim. Derelerden akan seller de beni yıldıramadı. Önüme engeller çıktıkça aşkıma olan hasretim daha da arttı. Onun için her gün, en az iki saat yaya yol yürürdüm. Bazen aç kaldığım günler de olurdu, ama onun uğruna aç kalmaya değerdi. Ailemi karşıma aldım, baba ocağını, ana kucağını terk ettim.

O beni peşinden bir serap gibi hep sürükledi. Çok yaklaştığımı zannettiğim zamanlar oldu, fakat başımı kaldırıp baktığımda çok uzaklarda olduğunu gördüm. Toros dağlarının eteklerindeki köyümüzden Çukurova’ya indim. Kırk derece sıcak altında pamuk tarlalarında çalıştım. Her çapa sallamamda yine zihnimde o vardı. Çapa demek para demekti, para ise kitap. Kitaplarda onu aradım. Aşkımın izine rastladım, fakat yakalayamadım. Bugün yarın derken, peşinde dokuz on yıl oyaladı beni.

Çok yaklaştığımı zannettiğim bir gün, bana Erzurum’dan bir haber yolladı. Aşkımdan haber gelmiş, ben durur muyum? Kalktım, Erzurum’a koşarak gittim. Beni 27 Aralık’ta, karlı bir kış günü karşıladı. Aşktan mı, soğuktan mı, bilemiyorum, yataklara düştüm. Yatakta dahi beni rahat bırakmıyor ki ondan başka bir şey düşünemiyordum. Düşünemezdim, çünkü varım yoğum oydu. O, benim her şeyimdi.

Ben ardından koştukça, sanki o da beni peşinde sürüklemekten zevk alıyordu. Öyle nazlar, öyle cilveler yapıyordu ki aklımı fikrimi kendine kilitliyordu. Geceleri uykusuz kalıyordum. Gözümü bir türlü uyku tutmuyordu. Geç saatlere kadar uyuyamıyor, uyusam hemen uyanıyordum. Uyuduğumda onu unutmaktan korkuyordum.

Böylece beni ümitlendirirken iki yıl geride kalmıştı. Bir ara ruhumu cendereye sıkıştırıyorlarmış gibi sıkıldım. O sıra bir duydum ki aşkım İstanbul’daymış. Pılımı pırtımı topladım, hemen yola çıktım. Zaten ne’m vardı ki elimdeki valizden başka? Geleceğimi aşkıma bağlamıştım. Onunla ilgili ne hayaller kuruyordum… Elimden tutacak, o çıkaracaktı beni yükseklere. Birlikte kuracaktık geleceğimizi…

Bir sonbaharın sabah serinliğinde, şimdi yerinde yeller esen Topkapı otobüs terminalinde buldum kendimi. Müthiş bir heyecan vardı içimde. Çünkü aşkımı bulacağım şehirdeydim. Aslında sevincim kadar da bu koca şehirden ürküyordum. Yol bilmezsin, yordam bilmezsin… Ama sora sora Bağdat da bulunurmuş ya, aramaya başladım ki sonunda, Üsküdar Bağlarbaşı’nda olduğunu öğrendim. Kalktım, Bağlarbaşı’na gittim. Rum mezarlığının karşısındaki binayı gösterdiler. Üç yıl o köhne binanın koridorlarında aşkımı aradım. Zaman zaman yüzünü görür gibi oldum, fakat kendisine bir türlü ulaşamadım. Bina katlarında, bahçedeki ağaçlar altında hep onu izledim. Bir dedektif gibi peşine düştüm, bir de baktım ki üç yılım eriyip gitmiş.

Bu öyle bir aşktı ki, birazcık yaklaşınca mutlu oluyordum. Uzaklaşınca da kimliğimi unutuyordum. Hep umutla koştum ardından. Onunla ilgili biraz malumata ulaştığım gün bahtiyar hissediyordum kendimi. Çünkü onunla kendimi tanıyor, onunla düşünüyor, onunla konuşuyor ve onunla var oluyordum.        

Birçok sıkıntıya katlanarak iki yıl daha onun peşinden koştum. Sonra “Nasibini başka yerlerde ara” dediler. Yolun sonuna geldiğimi sanmıştım, meğer yolculuk yeni başlıyormuş. Her yeni bir şey öğrendiğimde, o bana bir şey bilmediğimi öğretiyordu. Her gittiğim yerde onun izini sürdüm. O mu beni çağırıyordu, ben mi onu izliyordum, bilmiyorum. Ama bulamıyordum… O, sonsuza dönüşüyordu. Gittiğim Türkmenistan’da, Bosna’da, Romanya’da beni hep peşinden sürükledi. Onu aramayı hâlâ bırakmadım. Bırakamam…

Allah’ım! Nefes alıp verdiğim müddetçe, beni bu öğrenme aşkından mahrum etme. (Amin!)