Hazreti Mevlana, Mevlana AŞ ve bir buçuk Mevlana

“Ben Kur’an’ın bendesiyim ve Muhammed Mustafa’nın ayağının tozuyum” diyen Mevlana, sadece ismiyle Muhammed değil, ahlak ve şuuruyla da Muhammedî olan bir zattır. Musa Nebi’ye yürümek için Firavunlardan kaçmak gerektiğini de söyler, Nemrut ve Hz. İbrahim’i (a.s.) tanımadan Hakk’ın yanında saf tutulamayacağını da…

HER yıl Aralık ayının 17’sinde Şeb-i Arus anmaları yapılmakta. Farsçada “gece” manasına gelen “şeb” ve Arapçada “düğün”ü ifade eden “arus” kelimeleri, hüznün değil, vuslatın zamanını belirtmek için bir araya geliyor ve Hz. Mevlana’nın Sevgililer Sevgilisine (c.c.) kavuşmasını anlatıyor. Oysa birçok haber bülteni, bunun aslında bir vefat yıldönümü olduğunu bile fark edemeden tüm etkinlikleri “Şeb-i Arus Şenlikleri” üst başlığıyla sunuyor.

İnternetteki arama motorlarına “Şeb-i Arus” yazdığımızda karşımıza çıkan ilk linkler, “Mevlana” kelimesiyle birlikte “festival, tur, 3 gün-3 gece” misali enteresan sözcükler barındırıyor.

İsterseniz bu bahse bir mim koyup biraz daha ilerleyelim…

Herkesçe malumdur, sosyal medyada en çok rağbet gören cümleler genellikle Hz. Mevlana imzalıdır. Bu sözlerin bazıları hakikaten ona aittir. Bazılarının ona ait olamayacağı ise, içinde geçen a-kronik kelimelerle, modern Türkçeye dair kelime oyunlarıyla ve üslup farklılıklarıyla hemencecik belli olur. Nihayetinde kesin olan şudur ki, insanlarımız Mevlana’yı çok sever, ona dair her şeye ilgi gösterirler. Nitekim mevcuttaki bu talep, edebiyatımıza da yansımış durumda. Ay geçmiyor ki Mevlana ile ilgili bir roman daha yazılmamış olsun…

Cemâleddin mi, Celâleddin mi?

Bu tarz eserlerin bir kısmında Sûfi geleneğe gönül verenleri rahatsız eden genel bir Mevlana imajı var. Güya Hazret, kimseyi incitmemek adına sesini bile yükseltmez, buğz etmez, neredeyse aşktan gayrı kelime bilmez, “Vur eline, al ekmeğini” bir insandır. Öyle ki, böylesi eserlerde anlatılan kişi Gönül Sultanı Mevlana değil de adeta “Yeşiller Partisi Konya İl Başkanı”dır. Ve en vahimi: Bu şekilde sunulan Mevlana’nın kutsal bir kitabı ve peygamberi var mıdır? Bu sorunun cevabı bile belirsizdir genellikle.

Buraya kadar anlatılanlar, Hz. Mevlana üzerinden kurulan bâtıl imajlara dair. Bir de ona dair daha sinsi şuur sapmaları var. Güya Mevlana’nın söylemlerinde cehennemin yeri yok, sadece cenneti anlatıyor. Seviyor da seviyor, ama asla öfkesi yok…

Hani her türlü hüsnüzanna tâbi olarak, bu şekilde anlatılan Mevlana için “Cemâleddin-i Rûmi” de diyebiliriz. Oysa biliyoruz ki, dönem Konya ahalisi ona “Cemâl” üzerinden değil, “Celâl” üzerinden unvan verdi. Düşünmek gerek, muasırları ona neden “Dinin Celâli” (Celâleddin) demişler?

“Men bende-i Kur’anem…”

Sözün muradını bulması için yinelemek lazım; bahsedilen noktalar, Hz. Mevlana’nın hayatı veya kendisinin yazdığı eserlere dair değil, onu anlatmaya çalışan kimi edebiyatçılara, akademisyenlere ve maalesef toplumdaki genel algıya yönelik.

“Ben Kur’an’ın bendesiyim ve Muhammed Mustafa’nın ayağının tozuyum” diyen Mevlana, sadece ismiyle Muhammed değil, ahlak ve şuuruyla da Muhammedî olan bir zattır. Musa Nebi’ye yürümek için Firavunlardan kaçmak gerektiğini de söyler, Nemrut ve Hz. İbrahim’i (a.s.) tanımadan Hakk’ın yanında saf tutulamayacağını da. Rabbin rıza ve sevgisini yitirmekten korkar ve insanları da bununla korkutur. Bu korku olmadan güzellik ve hayrın kuşanılamayacağını da bilir. Cehennemi O’nsuzlukta yaşar, cennetini O’nunla inşa eder. İki kanadı olmayan kuşun havalanıp uçamayacağını defaten yineler ve çağrısı da hep bunadır.

Mevlana’ya dair bazı eser veya sunumlarda muhataplara pompalanan şuur sapmalarından biri de şu olsa gerek: “Hiçbir şeyi dert edinmeyin, memleket yıkılsa umursamayın, sevin gitsin! Size ne şu fani dünyada olan bitenden...”

Evet, tam da 1970’lerin “Savaşma, seviş!” diyen hippi felsefesini hâşâ Mevlevîlikmişçesine pazarlamaya çalışan bir sektördür bu. Hâlbuki tarihin kaydındaki Hz. Mevlana, hayata ve topluma kayıtsız biri değildir. Sadece ruhî sahada Anadolu’yu imar etmemiş, güncelin de derdine düşmüştür.

Misal: Konya ve civar yörelerdeki zenginlere, ellerindeki en verimli arazileri Moğol komutanlara hediye etmelerini söylemiştir. Bugün bile kimi yarım bakışlı aydınlar, bu ve benzeri birkaç nokta sebebiyle Mevlana’yı korkak ve/veya Moğol ajanı addeder, duygusal nasipsizlikleri nedeniyle ilkesel-kayıtlı gerçekleri dahi görüp idrak edemezler. Oysa Mevlana’nın bu çağrısı nedeniyle birçok Moğol komutan yakınlarıyla birlikte bu çiftliklere yerleşmişti. Yerleşik hayat içerisinde toprağa emek verdikçe emeğin kıymetini anlayan bu Moğol ileri gelenleri, zaman içerisinde konforu tattılar ve ehlîleştiler, saldırganlıkları törpülendi. Müslüman olanlarsa birkaç nesil içerisinde Türkleştiler, ahaliyle savaşmayı bıraktılar. Günümüzde “Tatar” olarak addettiğimiz ve genellikle İç Anadolulu olan kardeşlerimiz, Mevlana’nın bu kaynaştırma-buluşturma projesinden bakiyedirler.

Hz. Mevlana’ya ihanet

Onu veya onun dönemini anlatmaya çalışırken sadece aşk, övgüler ve tepkisizlik güzellemeleri yapan kalemlerin ve dillerin bugüne taşımaları gereken asıl noktalardan biri de “Mevlana’yı nasıl anlayabiliriz? Onun murat ettiği gibi yaşayabilmek için neler yapabiliriz?” kabilinden sorulara cevaplar sunmalarıdır.

Yazarlar ve hatipler, en azından bu soruları okur ve dinleyicilerinin zihinlerine ve gönüllerine nakşetmekle mükelleftirler. Lakin bizde, muhatabın “kendisi ile yüzleşmesini sağlayacak” her türlü unsurun, onu sıkacağından korkuluyor. Haliyle övgüler seremonisi halinde sunulan ve Hz. Mevlana’nın neyi yıkıp neyi inşa ettiğini görmezlikten gelen eserler ve anlatımlar külliyatına sahip olurken, tarihin asıl mesajı olan ibret boyutunu da rafa kaldırıyoruz.

Entelektüel dünyamız Hz. Mevlana’ya bu ihaneti tekrarlarken, onu “Konya takvimlerinin kapak yüzü” zanneden kurumlarımız da boş durmuyorlar. İrfanî kimliğinden sıyırdıkları “Mevlana objesini” ticarî bir marka haline getiriyorlar. Hem de öyle sıradan ki, artık “Mevlana” kelimesi “Acılı mı, acısız mı? Bir buçuk olsun mu?” kabilinden cümlelere meze ediliyor.

İlgili örnekler maalesef sayfalar boyunca arttırılabilir durumda. Sonuç itibariyle şunu kesinlikle idrak etmeliyiz: Hz. Mevlana, ne alternatif bir aşk dininin peygamberi, ne de Kur’an ve sünnetten bağımsız bir değerdir. Ticarî bir marka olmadığı gibi, tepkisizlik abidesi de değildir.

Nasıl ki Hz. Mevlana Rabbine döndürülmüşse, onun üzerinden “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet” sergileyenler de bir gün Rablerine döndürülecekler ve kendilerinden bunların hesabı tek tek sorulacak.

Umarız bu yıldan itibaren Şeb-i Arus etkinlikleri, “Mevlana A.Ş. Tanıtım Günleri” olmaktan çıkıp Hz. Mevlana’yı anma ve anlama nimetine dönüşür.