BİZ dört kız kardeşiz; aslında ben hep bir ağabeyim olsun
isterdim. Sanki bir ağabeyim olsaydı kendimi daha güçlü, daha emin, daha
güvenli hissedecektim hayatta. Gerçi ağabeyi olan arkadaşlarım bu fikrime hep
karşı çıkıp “Saçmalama! İnsanın bir ağabeyi olmasının ne demek olduğunu
bilmiyorsun. Her yaptığına karışır, istediğin hiç bir yere yalnız gidemezsin,
giydiğin elbise bile bazen sorun olur” diye dertlenir ve çok şanslı olduğumu
söylerlerdi. Buna rağmen ben, içimden ağabey özlemini çok uzun zaman atamadım;
hâlâ hayatımda cüz’i irademle verdiğim kararlarda aklıma asılı kalan
sorularım, acabalarım olduğunda ağabey
özlemim gelir ve karşıma oturuverir.
Kızım da bir kız kardeş özlemi çekiyordu bir zamanlar.
Henüz on bir yaşındayken, “Anneciğim, senin ne güzel kız kardeşlerin var,
dertleşip, konuşup halleşiyorsunuz. Ben büyüyünce yapayalnız olacağım, benim
bir kız kardeşim olmalı” demişti. Ben “Erkek kardeşin var ya kızım, sen de
onunla dertleşir, konuşursun” dediğimde,
“Erkek kardeş kız gibi olmaz ki, her şeyimi onunla paylaşamam, şakalaşamam, her
yere onunla gidemem” diye dertlenmişti bana. Buna karşılık şöyle söylemiştim: “Bak
yavrum! Çok güzel dostluklar kurarak bu eksikliği halledebilirsin…” Bu sözüme “Öyle yapacağım artık” şeklinde
yanıt veren kızımın boynu bükük, mahzun ve naçar hali gözümün önünde hâlâ.
Elbette insanın kardeşlerinin olması çok huzur verici ve
sonsuz bir güzellik. Gelmese, sesini duymasan, görüşemesen de var olduğunu
bilmek, uzaklarda bir yerlerde soluk aldığını hissetmek, onun dualarında yer
aldığını biliyor olmak senin için yeter de artar bir mutluluk. Aslında
insanoğlu için, yaşadığı hayat içinde ailesiyle hep bir arada olabilmesi bir
şans. Ama hayat, bu şansı herkese aynı şekilde sunmuyor. Zira ayrı şehirlerde,
hatta ayrı ülkelerde yaşamak zorunda kalabiliyorsunuz. Hamdolsun ki zamanımızda
gelişen teknoloji sayesinde her şey çok daha kolay. İletişim araçları, görüntülü
telefonlar, özlem duygumuza gem vuruyor. Gerçi insan sevdiğine bırakın kulak
vermeyi, görmeyi, hatta ille de sarılmayı, onu ruhunda ve içinde hissetmeyi
istiyor, lakin “Hiç yoktan iyidir” diyerek avunuyor bu halde.
Kan bağı olan insanlarımızla teşrik-i mesaimizin yanında,
yaşadığımız hayat içinde elbette kurduğumuz arkadaşlıklar, dostluklar vardır (olmalıdır).
Ana gibi, baba gibi, kardeş gibi yakın,
candan, gönlümüze ışık, yüreğimize huzur veren güneş gözlü dostlar
olmalı çevremizde. Peki, nedir dostluk?
Sadık dost
“Dost dost diye nicesine sarıldım,/ Benim sadık yârim
kara topraktır” diyen Âşık Veysel’e inat, dostluk sebepsiz yere sevmek,
karşılıksız yardım etmektir. Dostluk, insanlıktır; sevgiyi içselleştirerek hem
seven, hem de sevilen olmaktır; paylaşımdır. Dostluk bir sığınaktır; vermenin
ve almanın coşkuya dönüşmesi, saygının, sevginin şaha kalkmış şeklidir. Dostluk,
nedensizliktir ki sorgu sual kaldırmaz. Ve dostlukta minnete asla yer yoktur.
Minnet ve borçlanma işin içine girdiği anda, dostluğunuz menfaat ilişkisine
dönüşmeye başlamıştır.
Dost, bir nevi aynadır; olumlu ve olumsuz her halimizle
bize benzeyen bir ruhtur. Dost, yaşamın tadıdır, tuzudur. Hayata gülümsemenin
adıdır “dost”.
“Sebepsiz yere sevmektir dostluk, karşılıksız yardım
etmektir” dedim ya, en muhtaç olduğun anda dostun yanında olabilmek, gülen
gözlerinin ışığı, dudak kıvrımlarında asılı kalmış gülümsemelerin ahengidir dostluk.
Ve dostluk öyle narin, öyle incedir ki tıpkı okyanuslardaki inci tanesi gibi
değerine paha biçilemez. Bu güzellikleri yüreğimizin tüm içtenliği ile
yaşamalı, yaşatmalıyız.
Güneş kadar sıcak, toprak kadar vefalı ve bereketli, su
gibi berrak olmaktır dostluk. Sevilen, güvenilen, inanılan, ortak paydaların
bulunduğu gönüllerin coşku ve huzurla aynı dili konuşmasıdır dostluk. Çok az
insanla bu bağı kurabildiğimiz için hayatımızda vazgeçilmez bir yere sahip olur
böylesi kimseler. Öyle bir an gelir ki tek yürek olur, haklarında telaşa dahi
kapılırız: “Ne yaptı? İşleri nasıl? Bir derdi var mı? Neden bugün aramadı?”
Canımızdan bir parça olmuştur dostumuz ve onu her an merak ederiz.
Birçok insan girer hayatımıza ömrümüz boyunca -çocukluk, iş,
mahalle arkadaşları-, ama hiçbiri dostluğumuzu hak etmemişlerse asla yol
arkadaşımız olamazlar. Zira dost candır; ağladığında başını koyacağın omuz,
sevindiğinde sana mutlulukla, haset etmeden ve can-ı gönülden sarılan kocaman
bir yürektir.
Sokrates der ki, “Kimi altını, kimi de şan, şeref, makam
ve mevkii olsun ister, bense bir dostum olsun isterim”. Evet, ben de param,
pulum, şan ve şöhretim olsun istemem, lakin kimi zaman gözlerimin arkasında
gizlenen hüznü, kimi zaman yüreğimden taşan bereketli mutlulukları, kimi zaman
kör karanlıklarda çığlık çığlık düştüğüm azap kuyularının ürkütücü soğukluğunu
hissedip bana benden daha çok yanan bir dostun varlığını Rabbimden samimane
isterim ve bana bahşettiği dostluklar için de yine Rabbime şükrederim.
“Dostluk” öyle büyülü bir sözcüktür ki pek çok şey içine
sığıverir ama tek leke götürmez. Azıcık zorlasan, sırça bir ayna gibi kırılıp
dağılıverir.
Gerçek dostla sıradan dostlukları veya dost sandığımız
ilişkileri karıştırmamak gerekir.
J. J. Rousseau, “Üne kavuştuğum gün tek bir dostum
kalmadı” der. Çok da haklıdır aslında. Dost, kendinden ziyade dostunu düşünür,
onun her haliyle gurur duyar, kılına zeval gelmesini istemez ve kendini ateşe
atar. Vefakâr, sadık, cefakâr, samimî ve dürüst insanlardır dostluğun
hususiyetini bilenler. Yalansız, riyasız, insanın üzüntülerini, acılarını
paylaşırken varlıklarını, zenginliklerini, başarılarını paylaşıp alkışlamaktan
gurur duyarlar.
Acıya ortaklık olağan, sevince ortaklık sıradışı
Oscar Wilde de çok güzel ifade etmiştir dostluğu: “Bir
dostun üzüntüsüne her kim olsa katılır; bir dostun başarılarına ise ancak
yüksek ruhta olanlar sevinir.” Bu düşünce ne kadar büyük bir anlam
taşımaktadır. Nedensiz, niçinsiz, menfaatsiz, seni ancak sen olduğun için
seven, sana inanan, güvenen, yardım elini üzerinden çekmeyen, seni bir ebeveyn
gibi koruyup kollayan insan, gerçekten sana dosttur ve yüce bir ruha sahiptir.
Yanı başımızda böyle dostlarımız varsa, öncelikli olarak onlara biz de dost
olmayı bilmeli ve dostlarımıza dört elle sarılmalıyız.
Muhakkak ki biz insanların zaaflarının olması normaldir; bunun
yanı sıra iktidarımızın, elimizin uzandığı yere kadar olduğunun farkındayız. Bu
sebeple yaşadığımız hayat içinde, farkında olmadan hatalar yapabilir,
yanlışlıklar içinde kaybolabiliriz. Sağlam bir karaktere, ne istediğini bilen
bir asalete ve Rabbe kul olduğunun şuuruna ermiş bir ruha sahip olmayı
kendimize öğretmeliyiz. Adalet ve merhamet noktasında kendimizi eğittiğimiz
anda, dostumuza dost olmanın güzelliğini öz benliğimizde yaşayarak örnek teşkil
edersek, zaten dostumuzu bir kere daha gönülden fethetmiş oluruz -ki bu bizim
için en büyük kazanımdır-.
Evet, hakikî dostluklar güzeldir. Rabbim bizleri dost
maskeli insanlardan korusun. “İnsanoğlu çiğ süt emmiş” der atalarımız -hatta “Beşer,
şaşar” da derler-, gerçekten Cenab-ı
Hakk hiç kimsenin canını, dost dediği insanın kılıcıyla yakmasın. Zira düşmanın
kurşunu acıtmaz da insanı, dosttun ihaneti kanatır. Zira güven ruh gibidir, terk
ettiği bedene asla geri dönmez.
Hayatın keşmekeşinde bunalan insanın, serinletici ve
yumuşak bir dost sesine, sıcacık bir dost yüreğine kendini teslim etmesi,
huzurla soluk alması ve dostunun sevgisinden aldığı güçle yeniden hayata
tutunması ne büyük bir nimettir.
Rabbim! Güzel, samimî, huzurla bereketlenmiş dostluklarla
hayatımızı güzelleştir ve bizleri dostlarımıza dost eylerken kendi Zât ve Sıfatından
mahrum eyleme. Zira biz biliyoruz ki, dost istersek Sen bize yetersin…
“Dost istersen Allah yeter!”