ZAMAN mı
değişti, biz mi değiştik? Akıp giden zaman hep aynı aslında. Her sabah güneşe
gülümsemek ve günün koşuşturması içinde akşam olduğunu fark ederken geceye
merhaba demek, güneşle ay arasında akıp giden her gün ömrümüzden de akıp gider
ve bu hiç değişmez. Değişen havaların bazen buz kesen kış fırtınaları ile bazen
baharın çiçek kokan yağmurları, bazen yaz sıcağının bunalttığı ruhumuz ve hazan
mevsiminin hüzün getirmesinden gayrı değişmez zaman.
Demek ki değişen sadece bizleriz. Duygularımız, yaşam
tarzlarımız, seçimlerimiz, değer verdiklerimiz, hayat içinde yaşarken olmak
istediğimiz ve olamadıklarımız, hırslarımız, hedeflerimiz, korkularımız,
sevinçlerimiz, sevdiklerimiz, nefret ettiklerimiz ve değişen benliklerimiz...
Geçmişe doğru ağır aksak ve hayalen bir yolculuğa
kalkıştığımda çok şeyin değiştiğini anlıyorum. İnsanların samimiyetsizliği,
sabırsızlığı, vefasızlığı, vurdum duymazlığı…
Çocuktum, sanırım 8-9 yaşlarında, bulunduğumuz şehirde
genellikle kadınlar ekmeği evde yapıyordu. O ekmeklerin canım kokusu misler
gibiydi. Her gün bir evin ekmeği yapılıyor, mahallede oturan teyzeler her gün
bir bahçede toplanıp el birliği ile bir haftalık ekmek pişiriyorlardı. İlk
zamanlar pek anlamlandıramadığım bu durumu ev sahibimizin kızı Fevziye ile
arkadaş olduktan sonra iyice anlamıştım. Çünkü Fevziye bana, “Kızım! Bir insan
tek başına akşama kadar bu kadar ekmeği pişiremez ki… Aslında pişirir ama o
zaman da ne halı dokumaya, ne de yemekle temizlik yapmaya zaman kalır. Herkes
toplanınca bir anda (öğlene kadar) bitiyor, annemler de hem ev işi yapmaya, hem
de gezmeye gitmeye vakit buluyorlar” demişti.
Doğru bir yardımlaşma şekliydi bu. Fevziye’nin o
öğretisinden başka, bana çocukluğumdan kalan bir şey de o ekmek yapan
teyzelerin yolda karşılaştığımızda ekmek ucundan birer lokma vermeleriydi. Öyle
lezzetli gelirdi ki, ben artık teyzelerin dönüş saatini ezberime almış, hemen
çıkıp köşede bekler olmuştum. Aslında beklediğim, o bir lokma sıcak ekmek
değil, köy kadının, işini bitirmenin huzuruyla al al olmuş yanaklarındaki huzuru, gözlerindeki sevgi dolu mütebessim
bakışı seyretmek, hissetmekti.
Zaman değildir değişen; bütün imkânlara sahipken mutlu
olamayan, mutlu edemeyen, huzuru bilmeyen benliklerimizle, ihtiraslarımızla,
hırslarımızla bizler değiştik. Öyle bir değişim ki bu, korkarım bizden sonraki
nesillere sadece benciliği, adam kullanmayı, yalanı, riyayı, adam sendeciliği
miras bırakacağız.
Gönül ister ki iyilik etmekte, yardımlaşmayı
çoğaltmada, hoşgörü ve nezakette, sevgide, paylaşımda, fedakârlık yapabilmede
değişime uğramadan, atamızdan, dedemizden, nenelerimizden daha üstün olabilme
yarışına girebilsek ve evlatlarımıza örnek olsak… O zaman daha müferreh bir
dünyaya ve gelecek zamanlara gülümseyecek, iç huzuru içinde bakabileceğiz
geleceğe.
Teknoloji
arttı, mertlik bozuldu
Şimdilerde kardeş kardeşin kuyusunu kazar olmuş,
Rabbim muhafaza buyursun. Hâlbuki yavrularımızın tertemiz hayatlarında, geçmişe
bakınca özlemle yad edebilecekleri hatıraları olsa güzel olmaz mı? Elbette
harika olur. Çünkü ruhu ve gönlü kötülüklerle kirlenmemiş her çocuk kalbi
ileriye yönelik güzellikler hayal edecek ve o huzurlu yüreklerin yetiştireceği
nesil de dünyanın kurtuluşu olacaktır.
Akıp giden zamana kusur bulmadan, ilerleyen teknelojiyi
suçlamadan iyi niyetle hareket edersek her şey özlediğimiz gibi olabilir.
Teknolojiyi suçlarız ya çoğu zaman, doğrudur bir bakıma. Zira imkânların
artması, insanları birbirinden uzaklaştırmakla kalmayıp yalana da sevk etmekte.
Öyle ya, evin hanımı beyini arıyor, beyefendi arkadaşlarıyla eğlencede ama “Mühim
bir toplantının ortasındayım” diyor; eh, cep telefonları çıktı, mertlik
bozuldu, yalanlar su gibi akar oldu. Eşler eşlerine, çocuklar
ebeveynlerine dürüst davranmamaya
başladılar.
Merhamet yok, vicdanlar susmuş, gözler doğruya bakar
kör, gönüller yalanlarla kararmış ve biz, suçu değişen zamana atarak kurtulmak
istiyoruz.
Öncelikli olarak Allah’tan korkarak, inançlarımızın
gerektirdiği gibi ve elbette ceddimizin mertliği, imanı, ahde vefası, uhuvveti ölçüsünde
tekrar ışık olup yolumuzu aydınlatmalı ve
hiç kimsenin olmayan, sadece Allah’ın mülkü olan “dünya”nın her yerinde,
sadece ve sadece kendisine kul olmak kendimize gelmeliyiz, özümüze dönüp
ilerleyen teknoloji nimetlerinden müspet ve yeterli nispette faydalanarak
geleceğimiz olan çocuklarımıza her şeyin daha güzel olacağını gösterip
yaşatabilmeliyiz. Değişelim ama fazilet yarışında, hoşgörüde, yardım severlikte…
Huyda
iktisat etmek
Bir odanın içinde otururken birbirimizin ruh halinden
habersiz, bir kelam konuşmadan sabahı etmeyelim. Teknolojinin bizi öldürmesine
izin vermeyelim.
Bir mütefekkir der ki, "Zaman değişmiş, asır
başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder derd-i maişetle
sarhoştur". İşte tam da bu sarhoşluk, insanları daha iyi yaşama, daha
şaşalı ve gösterişli evlere ve arabalara sahip olma duygusu bizi birbirimizden
uzağa düşürmüş. Artık sadece hedeflediği hayata sahip olmak isteyen bizler, eş,
dost ve akrabaya hal hatır sormaktan aciz olmuşuz. Dış görüntü itibariyle
imrenilecek hayatlarımız var gibi dursa da manevî noktada acınılacak durumda
olduğumuz bir gerçek.
Asrın ve insanların değiştiğini bahane ederek kendi
gafletimiz içinde kaybolmak, ahlakî ve imanî değerlerden gün be gün uzaklaşarak
kendi bahane ve gerekçelerimizi üretmekle ancak kendimizi kandırırız. Zamanı gelince
sadece kendimizi değil, bütün sevdiklerimizi bu hengame içinde yitirebiliriz de.
Dikkat ediyorum da artık insanlar konuşmuyor, hal
hatır sormuyor, adeta makineleşmiş, genellikle ellerinde iletişim aygıtlarıyla
dünyayı kurtaran cengaverlere dönüşmüşler. Kelimelerimiz kısalmış (“s.a”, “aeo”,
“kib”) ve bizim olmayan kelimeleri (“ok”, “bye”) daha çok kullanır olmuşuz.
İlle iktisat edeceksek huyumuzu, ahlakımızı, örf ve adetlerimizi baltalayan Batı
akımına karşı iktisat edelim.
Biz
şanslıydık ancak…
Aslında bizler şanslıydık. Çocukluğumuzda oynadığımız
ve hepimizin kafasının bir köşesine takılıp kalan, birer yetişkin olduğumuza
inandığımız şimdiki zamanda bile bir türlü büyümemize izin vermeyen ve
benliğimizde yer eden “Çocuktum, ufacıktım, top oynadım, acıktım…” diye
başlayan tekerlemelerimiz, “Yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş, ben satarım…”
diye evin içinde dışında gülüp ahenkle
oynamaktan zevk aldığımız oyunlarımız vardı. Ve bugünkü teknolojiyle
kıyaslanamayacak kadar ilkel, fakat hayal gücünü geliştiren çok basit
oyuncaklarımız vardı, nasıl da üstlerine titrerdik bez bebeklerimizin.
Hele çember kovalarken, önümüzdeki arkadaşımızı geçmek
için sarf ettiğimiz çaba… Birdir bir, yakartop çoktan tarihe karıştı. Maateessüf
bizim çocuklarımız, sadece bilgisayar oyunlarında kaybolmakta. Gelecek nesil
için zaten hem umudum, hem de söyleyecek hiçbir sözüm yok.
Teknoloji ilerlerken, çağı yakalamak adına “Her şeye sahip olalım” duygusuyla hareket ederken acaba insan doğasını, insan yüreğini, içimizdeki çocuğu ve öz çocuklarımızın çocukluklarını saf ve dejenere olmadan, tertemiz bırakamaz mıydık? Tabiî ki bırakabilirdik, lakin biz bu kadar özümüzden ayrılıp da medeniyet canavarına bu denli kapılacağımızı düşünemedik. Çünkü teknolojik gelişimler aklımızı aldı. Yüreğimiz mahzun, aklımızsa çocukluğumuzun tozlu sokaklarında, hayallerimiz karanlıkta kaldı vesselam…