Havvâ’nın filozof kızları ve Hazreti Kadın

Kozmik laboratuvarın adı “Cennet”ti elbet. O esnada kullanılan teknoloji de “Cennet teknolojisi”… Bu teknolojiyle yapılan ameliyat sonunda “dünya yumurtası”, spermsiz bir doğumu gerçekleştirdi ve eşeysiz bir “yeni form”da beklenen -küçük harfle- “kul”u doğurmuştu. “Kırk birim zaman” bilinçsiz olarak yeni mekânında demlenmeye bırakılan bu “proto-âdem” kul, bir nevi derin bir uykunun kollarında, “salon”un çift kanatlı kapısında pinekleyen Meksikalı gibi uyukladı durdu.

MUHTEREM erkek okuyucu! Yok, hiç de gülme mühtehzi bir küçümsemeyle! Biliyorum, başlıktaki tabirler seni buruşturdu biraz. Zira ezberin bozuldu; kendi "Hamzalık"ına tecavüz gibi algıladın tabiri. "Havvâ'nın filozof kızları" beynine, "Hazreti Kadın" ise doğrudan yüreğine saldırdı, değil mi? Gayet doğal; zira sen bir erkeksin. Yani âdem veya Âdem... Senin jargonunda "Hazreti" sıfatı ancak "Âdem"e yakışır, kadına değil. Öyle değil mi? Eh, peki, öyle olsun…

Biz başlayalım "Havvâ'nın filozof kızları"nın üzerine felsefe üretmeye...

Tabiî “felsefe” deyince, bu husustaki en bereketli zamana gitmek lazım; yani “filozofların harman olduğu diyarlara” ve “kadim çağlara”… Organik düşünceyi, o bereket diyarında üretmek lazım. Yani filozofların harman olduğu ülke olan Anadolu'da...

Tarihlerin 1000 ile 2000 arasında olduğu zaman diliminde "harman diyarı", medeniyetin beşiği gibi bir o yana, bir bu yana "ığırlanıp" durmaktaydı. Tabiî Milât’tan önce... Orada, ol zamanlarda Hattilerin, Lidya ve Frigyalıların ve arazinin en büyük lokmasını elinde tutan Hititlerin (Eti) medeniyeti yükselmekteydi. Bu medeniyet yapıcılarının hepsinin bir ucundan omuz verdiği "kadim felsefe"ye duhul olmak için pek seçici olmaya gerek yoktu aslında. Zira arazinin her şehri, buram buram devrin teolojisi üzerine "Ezoterik tefekkür" kokuyordu. Ve tabiî şehirlerin sokakları fevc fevc filozof kaynıyordu, yanlarında dilmaçlarıyla gezinen ve etrafta "düşünceyi ateşleyecek tetik" arayarak.

Doğal olarak felsefenin ve feylesofun en bereketli yaşadığı yer, bugünün Çorum, o zamanın Hattuşaş'ı (Boğazköy'ü) -bizcileyin-, feylesofi, hatta teosofi meraklılarının birinci tercihiydi. “Biz de orada bulalım aradığımızı!” arzusundayız. Söz konusu şehirde, yani Hititya'nın başşehri Hattuşaş'ta...

Şehrin kesme taş döşeli geniş yollarının varıp dayandığı yer, "merkez mabet" olarak "Hitit Ezoterizminin" onikinci inancının kutsal mekânı. Yani bizi misafirliğe kabul eden açıkhava tarihi… Merhaba şehir, merhaba meydan ve altında aksakallı feylesofların düşünce imâl ettiği güneş kursu, biz geldik!

Bölgeye has koyu gri lav kayalarından yontulmuş yapı malzemesinin yoğunluklu olarak kullanıldığı belli olan başkent Hattuşaş'ın bütün sokaklarının varıp dayandığı meydan ve meydandaki dominant yapı, yani geniş karınlı Pagan mabedinin içini dolduran “taş tanrılar” arasında memeleri gövdesi kadar büyük biri var ki...

Fakat o bir kadın ve dolayısıyla tanrı değil, tanrıça... Yani bu makalenin başlangıç yaptığı Anatolia ülkesinin “Hazreti Kadın”ı… Adı Kibele (“Sibele”, aynı toprağın Milât sonrası çağdaş kızlarına bile ad olmuş şekliyle “Sibel”) olan bu tanrıçanın tanrıçalığı ve -onun da üzerinde- "Hazreti Kadın" oluşunun kökü nereye dayanmakta?

Bu soruyu hâliyle merak ediyor insan. O hâlde “bidayete/başlangıca” gitmek ve "Hz. Kadın"ın izini ta baştan itibaren sürmek lazım. Konuya aradan girmemek lazım. Öyleyse haydi “astral seyahate”!

Yaratılışa bakarken…

Hollywood'dan tornistan, “Ve Allah insanı yarattı” cümlesini de aşan bir zaman dilimini haber veriyor kutsal kitaplar bize. Hususiyetle Tevrat ve tamamlayanları... Her ne kadar “Tevrat alanı” bir küçümseme kavramı olarak “İsrailiyyat” olarak etiketlense de, kanaatimiz o ki İlâhî kaynağı görmezden gelinemeyecek olan “Tevratik İsrailiyat”, geçmişi anlatmakta ve anlamakta ihtiyaç duyulan ana unsurlardan bir tanesi. Tevrat’ı göz ardı etmek ve “İsrailliyat” yaftalamasıyla küçümsemek, daha sonraki kaynakların yorumlamasını zora sokmaktır kanaatimizce. Bu önkabul nedeniyle “beşerî bidayet”e de bir başka bilgi seyahati yapmak durumundayız.

Rivayet o ki, bir âdem (insan) yaratılmak murat edilince, malzemesinin ne olacağı da belli olmuştu: Toprak… Zira o esnada, aradan geçen uzun milyon yıllar sonunda kâinatın 6. dönemine ulaşılmış ve bir ucundan başlayan soğuma, evrenin bir bölgesinde, hatta bir gezegeninde “Big Bang” ile başlayan “gaz hâli”ne dönüşmüş ve evrilerek “toz hâli”ne, akabinde ise “ateş hâli”ne ulaşalı çok olmuştu. Milyon yıllar içerisinde “ateş dönemi” de noktayı koymuş, ateş topu soğumuş ve “toprak devresi” evrene “Merhaba!” demişti. İşte o gezegen, dünya idi! Ve “ateş dönemi mahlûkatı”nın kıyameti kopmuş olmalı ki, burası ıssız bir gezegen hâlini almıştı. Oranın boş kalması mümkün değildi. Zira yeni bir mahlûkun yaratılması murat edilmişti birtakım itirazlara rağmen.

Daha sonra, saat dolduğunda o itiraz edenler ikna olmuşlar ki, onlardan birkaçı “yeni can”ın inşası için dünyaya indiler. Böylece “pan-spermi” dönemi başlamış oldu. Kanaatimiz o ki, zannedildiği gibi “uzaydan gelen tohum”un ilki ve sonuncusu da insana ait değildi. Bu arada, başlayan sadece basit bir tohumlanma süreciydi ve inenler ilk önce, meselâ eğrelti otu çekirdeği/çiğiti ektiler soğumuş olan dünyanın yüzeyine. İşte böylece başlamış oldu dünyanın -arzın- kaderindeki “erkek ve kadın düalizmi”. Artık gezegen “dişi” idi; tohum ve onunla gelecek olan ise “erkek”. Yani bundan böyle dünya “ana”ydı; tohum ve onunla gelen de erkek. İnen tohumcular da protoçiftçi ya da önrençper...

Görevli çiftçi meleklerin kaskatı bir gezegen yüzeyine saçtıkları tohum, bir bakıma devâsâ bir yumurta olan dünyayı milyonlarca kez dölleyerek hem dev yumurtanın kabuğunu çatlattılar, hem de kabuk altında bina edilen kendi özel rahimciklerine yerleşerek “pan-tehdit”ten korundular. Yani “kozmik şuaların yakıcılığından”... Lâkin bir süre sonra “pan-spermi” dönüştü “arz-spermi” ye. Hâlık olan, bir başka “halkiyat”ını gerekçe kılarak “ilk can”ı hayata geçirdi. Bu, dünyanın düalist hayatında “doğurduğu” ilk çocuğuydu. Yani “proto-evlât” anlamında önbitkiler…

Ancak onlar da “çift eşey” sahibiydiler. Ve bu anlamda erkeklik ve dişiliklerini kendi bünyelerinde barındırıyorlardı. Tıpkı arzın ateş hâlindeyken burayı ya da benzer bir evrenin düzlemini mekân tutmuş olan “dumansız ateş” hammaddeli bir mahlûk gibi... Sözünü ettiğimiz dumansız ateşin en masum hâli olan “nur” malzemesini bedenlerinde taşıyanlar da vardı. Ve onlar, bidayetteki hurda yapma densizliğini gösteren itirazlarından çabuk vazgeçmişlerdi. Çünkü onlar eşeysizdiler. Yani erkeklik ve dişilikleri yoktu. Yani Tevhid’e yakındılar. Diğer itirazcılar ise düalisttiler. Hem de aynı bedende dilemma…


O mahlûk da itirazcılar arasındaydı “Âdem” murat edildiğinde. Sonra itirazcı olmaktan vazgeçenler, “yaratılışın bir nevi tetikçileri” olup tohumu dünyaya taşıdılar. Yani “Âdem olayı”nda görev aldılar. “pan-spermi transportu”nda ilk getirdikleri bitki tohumları, eşeylenme konusunda kendilerine değil, diğer itirazcı olana çekmişti. Yani denildiği gibi dünyanın “protocan”ları düalistti. Ancak sabit bir çift eşeylilikle yumurtanın yüzeyine çakılmış gibiydiler, bilinçleri de sıfıra yakındı. O nedenle diğer çift eşeyliye hiç benzemedi ve kendilerine biçilen don için de zinhar itiraz etmediler. Bir sonraki hayatın önünde bir ara form gibi hem eril, hem de dişil görevlerini yerine getirdiler. Ve kimi “müşahade ehli”nin ikrarınca, bilinçsizlikleri içerisinde zirvelerde bir bilinci de yaşadılar ve secdeye dahi kapandılar, zikrettiler.

Onların bu bitevi zikri, eşeysiz taşıyıcılara benzeyişlerinden miydi? Tek bedende çift eşey taşıyor olmaları nedeniyle benzeştikleri “ebedî itirazcı” gibi hareketli ve tam bilinçli olmayışlarından veya bir sonraki dönemin misafirlerinin tek eşeyli oluşlarına yol açmalarından mı, yoksa bilmediğimiz bir başka sebepten miydi? Belki de ne çift eşeyli ne de tek eşeyli gibi değil de sadece masum bir ara form oluşlarından? Fikrimiz yok, ama galiba “sonuncu hâl”den… Allah-u âlem…

“Proto-canlar dönemi”, dünyanın kaya hâlinden toprak ürettiği dönem olarak geçti “arzın tarihi”ne. İşte bu hâlle birlikte bir kez daha geldiler “itirazcı transporterler”. Bu kez yanlarında bir başka tohum vardı. Yani “pan-spermi operasyonu”nun tek eşeyli hâlinin tohumları... Ancak bu son değildi; epey bir zaman daha vardı murat edilen “Âdem dönemi”ne. Bu nedenle bitkiden Âdem’e geçiş sürecinin tek hücrelileri olan bakteriler, yeni konuklarıydı arzın.

Garip! Bunlar, yani hareket eden bu formlar ne erkek, ne de dişiydiler. Bu hâlleriyle “na-itirazcılar”a benziyorlardı; yani eşeysizdiler. Ancak onlar gibi malzemeleri, “dumansız ateş”in filtre edilmiş biçimi olan “nur” da değildi, doğrudan doğruya topraktı. Uzun uzun milyon yıllarını, üremesi ve çoğalmasını “erkek ve dişilik”le sağlamayan bakteriler sadece bölünebiliyorlardı. Gerek mitoz devinim ve gerekse amitoz çabaydı onların hilkatinde kayıtlı olan. Bu biçimleriyle ne öncekilere, ne de sonra gelecek olan "Âdemîleri” andırıyorlardı. Lâkin Âdem'in bedenini oluşturan hücreleri andırır şekillerini de atlamayalım.

Âdem ve Havvâ serüveninde “Dünya Ana”dan, yani ham balçıktan Âdem, “kutsal laboratuvar”da klonlanmış ve “dişilden eril” doğurtulmuştu. Şimdi de “erilden dişil” doğurtulacaktı. Ve böylece iki farklı karakterde “tek eşey” oluşturulacaktı. 

Bilindiği gibi canlı hücresinin de bölüne bölüne bedeni irileştirdiği bir hakikattı. Fakat "Âdemik hücre"nin bölünme sayısı sınırlıydı; yanlış hatırlamıyorsam sadece 52... Sonra ölüm! Hemen soralım: 52'yi geçemez miydi? Evet, geçebilirdi. Lâkin 53. hücrenin adı “kanser” idi ve çılgın bir şekilde 53'ten sonra bölünme devam etme imkânı yakalanırsa "proto-kanser", insan bedeni için patalojik bir mortaliteyi de beraberinde getirmekteydi. Burada, insanın aklına şöyle bir şey geliyor: Yararlı ve zararlı bakteriler tariflemesi ne anlama gelmekte? Yoksa bölünmeyi 52'de tutan veya tutmayan mı? Galiba… Ehline danışmak lazım...

Dönelim konumuza ve kaldığımız yerden devam edelim. Yerle gök arasında, yine uçan nesnelerin siluetleri görüldü. Bu gölgeler, yani bidayetteki "na-itirazcılar", bu kez dünyaya "pan-spermi operasyonu"nun son evresini oluşturmak için gelmiyorlardı. Ya? Bu sefer çantalarında bir tohum yoktu. Aksine, boş bir bavuldu/sandıktı onların elindeki... Yani onlar, bu sefer geldikleri yerden "erillik" getirmemişlerdi. Aksine, geldikleri adrese dünyadan "dişillik" götürmek üzere buradaydılar.

Götürecekleri “dişilliğin” dünya yumurtasından toplanan “analık parçaları” olduğunu görüyoruz. Ve o görevliler, yumurta ananın dört bir yanından dört sandık hammadde topladılar. Bu operasyon bir bakıma "pan-spermi" değil, "antipan-spermi" durumuydu. Yani tohumun yumurtayı döllemesi değil, bir bakıma "tohumsuz" bir doğum ya da "klonlama" gibi bir şeydi. Nerede mi? Tabiî ki “kozmik laboratuvarlar”dan birinde. (Âdem'in doğumu ile İsa’nın yaratılışı bu düzlemde birbirine benzemekteydi. Erilsiz bir dişil operasyonu...)

Kozmik laboratuvarın adı “Cennet”ti elbet. O esnada kullanılan teknoloji de “Cennet teknolojisi”… Bu teknolojiyle yapılan ameliyat sonunda “dünya yumurtası”, spermsiz bir doğumu gerçekleştirdi ve eşeysiz bir “yeni form”da beklenen -küçük harfle- “kul”u doğurmuştu. “Kırk birim zaman” bilinçsiz olarak yeni mekânında demlenmeye bırakılan bu “proto-âdem” kul, bir nevi derin bir uykunun kollarında, “salon”un çift kanatlı kapısında pinekleyen Meksikalı gibi uyukladı durdu.

Bir gün içinde bulunduğu “labro-dünya”nın kapı eşiğinde âdemin başına bir şey düştü. Yani “ruh üflendi”. Yani adam, bilinç sahibi oldu, -büyük harfle- “Kul” oldu. Bu hâliyle o, “nurdan melekler”in “topraktan adamı”ydı. Eşeysiz, bilinçli ve masum...

Zannediyorum, imkânlar içinde “el bebek, kul bebek” rahatı içerisinde yaşamaktan “canı sıkılan” Âdem’in arzusu, elbette bir başka “adam” olmalıydı. Çünkü kendisinin tam karşısındaki, bir “öteki adam” değildi ya da “Âdemiye” olamazdı. Zira öyle bir form, henüz bilgi müktesebatı içinde yoktu. Bugün de yok hâddizatında…

Ancak bir problem vardı. Cennet’in nötr adamı Âdem’in istediği “adam”ın oluşumunun malzemesi için “nurdan transporterler” yine dünyaya inecek ve sandık sandık hammadde mi taşıyacaklardı? Kanaatimizce öyle olsaydı, hayata getirilecek adam, tam da Âdem’in hayâl ettiği yol arkadaşı, tek eşeyli ve saçlı, sakallı biri olacaktı. Hatta iki âdem, bir bakıma “tek yumurta ikizi” olacaklardı. Ve “Âdemiyet” orada tıkanıp kalacak, yani “Cennet’te iki Âdem”den öte bir hayat gelişemeyecekti. Oysa Malikü’l-Mülk’ün muradı böyle değildi. O, sürekli üreyen ve çoğalan, Rabbin Hâlık sıfatını anbean işleten, yaratıldığı malzemenin diyarında, yani “ana”vatanında yaşayan bir kavimdi.

(Bu arada, araştırın diye “xx ve xy kromozomları”nın hayatı devam ettiren ve ettiremeyen hâllerinin hikâyesini hatırlatalım bu noktada.)

O’nun için basit bir ilik nakli (gibi)!

Ve geliyordu sıra, “Âdemiye”ye. Yani Havvâ’nın yaratılmasına… Denildi ya “Âdem’in hayâlindeki can şenliği adam” diye, o Dünya Ana’ya ait yumurta parçalarının “esenlik yurdu” laboratuvarında klonlanmasıyla hayata getirilmesi, hayatı stabil hâlde sonlandıracaktı. O hâlde “yeni Âdem” için başka bir yöntem mobilize edilmeliydi. Bu arada anlaşılan oydu ki, tek eşeyli bir çoğalma programını havi dünya, Matruşka bebekleri gibi hayatı içten içe doğru birbirinden çıkarma şeklinde kendini gösteren olağanüstü bir kromozom kaydına sahipti. Yani “fabrika doğuran fabrika” diyebileceğimiz bir doğum devamlılığı söz konusuydu burada. Veya dünyanın DNA’sı, “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar?” sorusunun cevabını ta baştan vermişti. Tavuk ve yumurta, birbirinden çıkmanın “kısır döngüsü”nü “doğurgan döngü”ye dönüştürmüştü. Bu bir zincirdi ve koptuğu yere, kıyamete kadar sürüp gidebilecek tıynetteydi.

Âdem ve Havvâ serüveninde “Dünya Ana”dan, yani ham balçıktan Âdem, “kutsal laboratuvar”da klonlanmış ve “dişilden eril” doğurtulmuştu. Şimdi de “erilden dişil” doğurtulacaktı. Ve böylece iki farklı karakterde “tek eşey” oluşturulacaktı. Yani dişil dünyadan, içinde henüz ortaya çıkmayan “erilliğe yatkın” bir âdem var edilmişti. Şimdi sırada erilimsi âdemin hammadde deposundan istifadeyle erilliğe yatkın bir benzer yaratılacaktı: “Havvâ”...

Bir daha altını çizelim: Âdem “ham toprak”tan, Havvâ ise ham toprağın süzülmüşünden, “filtre toprak”tan yaratılmış olmakta... Tüm bu anlatılanların ışığında anlaşılan hakikat bu! Önemli bir detay!

İşte Havvâ’ya yazı başlığında konulan adla “Hz. Kadın” lakabının altında yatan paradigma buydu kanaatimizce: Ham ve süzülmüş/filtreli olma hâli… Peki, lejandadaki “Filozof kızlar yakıştırmasının gerekçesi nedir?” denecek olursa… Onun anlatımı biraz zor ve uzun… Olsun, girelim fasla…

Kur’an bu konuda ayrıntıya girmiyor. Ancak İslâmî kaynaklar, Havvâ’nın yaratılışıyla ilgili olarak bir hikâye yazma gereği duymuş olacaklar ki, Tevrat’a ve İsrailiyyat denilen Musevî kıssalarına müracaat ediyor ve “Havvâ’nın hammaddesi” olarak Âdem’in bedenini gösteriyorlar. Yani ham bedende filtre olmuş “spesifik balçığı”… Böyle de demiyorlar: Âdem’in eyeğini (kaburga kemiği) işaret ediyorlar Havvâ’nın hammadde deposu olarak. İşte bu nedenle deniliyor ki, “Kadın, Hz. Kadın olarak daha ince, nazik, naif hatta güzel, yani süzülmüş”. Bunlara ilâveten duygusallığı ve romantizme yatkınlığından söz ediliyor ki, bunun kaynağı başka kanaatimizce.


Burada bir solukluk mola verelim ve soralım: Acaba Havvâ’nın hammadde deposu olarak Âdem’in sağ kaburgasından mı, yoksa sol kaburgasından mı istifade edildi? Fark eder mi? Elbette! Eğer sol ise kalbe (yani gönle) yakın bir bölge kullanılmış operasyonda. Ve “insanın döşündeki bir et parçası” hüsniyetine dikkat çeken Hz. Peygamber’in o hadisinden hareketle söyleyebiliriz ki evet, Havvâ’nın doğumunda eyeği kemiği değil “kemik iliği”, hatta “iliğin içindeki kök hücre” kullanılmış. Lâkin kanaatimizce “Havvâ”nın şekillendiği rahim olarak Cennet laboratuvarlarından biri değil, bizzat Âdem’in kalbi kullanılmış olsa gerek. Yani Havvâ için “Âdem misali bir tüp bebek değil, bir kiralık rahim ya da ‘gönül bebeği’” desek, çok mu hayâle dalmış oluruz? Belki… Lâkin onca duygusallığına (gönül bebekliğine) rağmen bir kadın, neden çok iyi resim çizer, örgü örer de şiir yazamaz. Neden onca kaba sabalığına rağmen erkek, en güzel şiirleri kaleme alır? Aslında erkeğin şiiri, beyninin değil, yüreğinin çocuğudur da ondan. Güzellik şiiri, yüreğin doğurduğudur; tıpkı kadın gibi... Güzel ve romantik…

Bir soru daha var bu aralığa düşülmesi gereken: Havvâ’nın hammaddesi olarak sağ eyeği kemiği/kemik iliği olsaydı ne olurdu? Hemen verelim cevabı…

Havvâ ve devamı olarak Havvâ kızları, duygusal değil mantıkî olurlardı kanaatimizce. Yani tıpkı erkekleri gibi… Ve o durumda Âdem eril bir form, Havvâ da eril bir dişil olurdu. Maalesef dünyanın tadı tuzu anlamına gelen evlilikler buz gibi bir ortamda kurulur ve yaşanırdı zannımca. Lügatlar “aşk” kavramının anlamını yazmaz, erkekler şiir söylemez de nara atarlardı kadınlarını yanlarına çağırmak için. Yani Allah’ın Esmasından “El-Vedûd”, kendini yansıtamazdı âleme. Bu az buz bir şey değildi ha! Sevgisizlik, ne yazık ki merhamet ve şefkatsizliğe fidelik olur, “insanîlik” bir topacık yansırdı evrene ve “hayvanîlik” de savaşları doğururdu sık sık.

Kızlar, birer “doğal filozof”turlar hâddizatında. Hem de hepsi! Lâkin filozofik yetenek, oğulların arasından kırkta bir oranında neşet eder. Zaten “Doğuştan filozofik olan ‘taife-i nîsâ’nın arasından filozof seçmek mümkün değil” dense yeridir.

Sona gelirken…

Başlıktaki “Havvâ’nın filozof kızları”na gelince… Bir örnek verelim hayvanların bedenleri üzerinden. Bilmem, hiç dikkat ettiniz mi? Âlemdeki hayvanların avlayan kısmının gözleri, kafalarının önünde bulunur ve görüş açıları 120 dereceyle sınırlıdır. Oysa avlanan hayvanlarda gözler, kafanın yanlarında bulunmakta; onlardaki görüş açısı ise 240 dereceye kadar ulaşmakta. Ne demek istiyoruz bu örnekte? Dememiz o ki, etken ve edilgen kavramları çerçevesinde Havvâ’nın kızları, edilgen olma zafiyetinin izalesi için hayata çok katmanlı bakabilme yetisine sahipler (tabiî erkeklerin tersine). Bununla irtibatlandırarak söyleyebiliriz ki, düşünce yapısında da “Havvâ”nın kızları”, “Âdem”in oğulları”ndan daha ileridedirler. Çünkü onlar, çok katmanlı düşünebilir ve çok katmanlı bir hayat yaşayabilirler. Ama Âdem’in oğulları, tek katmanlı bir analizin sahibidirler ancak.

İşte bu nedenle kızlar, birer “doğal filozof”turlar hâddizatında. Hem de hepsi! Lâkin filozofik yetenek, oğulların arasından kırkta bir oranında neşet eder. Zaten “Doğuştan filozofik olan ‘taife-i nîsâ’nın arasından filozof seçmek mümkün değil” dense yeridir. Ancak düşünce erbabı, kırkta bir total erkek arasından seçilip çıkabilir.

Kısacası hangi pencereden bakılırsa bakılsın, “Havvâ’nın kızları”nın “Âdem’in oğulları”na karşı zafiyet ve hususiyetsizliklerinden söz etmek mümkün; o da sadece kaba kuvvet ya da “zontalık”… Ne yazık ki “Dünya Ana” yuvarlağı üzerinde “kabakuvvetizm” anti-ideolojisi cari! Peki, bu zontalizme karşı çıkmak mümkün mü? Eh işte!

Belki yazının devamını, bir anlamda “erkek egemenliği”ne karşı çıkışın efsanevî hikâyesi olarak “Amazon direnişi” üzerinden yürütürüz. Ama asıl konuşulması gereken konu, “azize veya tanrıça kültü” olsa gerek. Zira yazının başladığı yere, Anadolu’ya ve bu coğrafyanın koca memeli kutsal “Kadın Ana”sı Kibele/Sibele’nin huzuruna döndürmemiz lazım. Yoksa dünün Sibele’sinin ve bugünün Sibellerinin âhları kalır.

O hâlde, “Hz. Kadın”ın devamını yazmak ve tüm tanrıçaların anası Mısırlı İsis’ten başlayarak Yunanlı Artemis ve Romalı Venüs’e de konuk olacağız. Hatta Sümer’in cennet mekân kutsal bakirelerine de misafir oluruz. Belki şehrin “İştar Kapısı” hücrelerinde bir nefeslik dinlenir, dünyanın en eski mesleğini yapa yapa nasıl cennetlik olunurmuş, bakar geçeriz. Bu arada “Makdis’in Meryem’i” de konumuza dâhil, rock’n roll’un Madonna’sı da... Bekleyin hele!