AŞK, insanı halden hale sokan, gülerken ağlatan, ağlarken
güldüren, çocuklaştıran, bazen anlamsızlaştıran, bazen de içine dürülüp kendi
varlığında yok olmayı öğreten bir mefhum. Âşıksanız, nasıl bir karmaşa içinde
olduğunuzu çokça zaman anlayamazsınız; aşkın coşkusu alır götürür sizi adı
olmayan şehirlere. Uzaklıklar, kayboluşlar, zenginlikleriniz, gülmekle ağlamak
arasında sıkışan duygularınızla dilinizden dökülenler, “Ağlatıcı sevinç,/ Güldüren
ıstıraplar gördüm…/ Çevirip döndürdüm bir masal gibi,/ Kendimi gördüm…”
oluverir.
Söyletir aşk, titretir aşk, ürkütür aşk; acıtır, incitir,
kanatır, yorar ve bilinmez sonsuzluklara fırlatıverir yüreğinizi. Çağlar
boyunca insanın insana, hayvana, doğal dünyaya, hatta kendine duyduğu sevgi,
karşı konulmaz seviyelere gelince, ismi “aşk” olup çıkıverir karşınıza.
Ümitsiz âşıklar, efsaneler, aşkı için ölenler,
öldürenler, bir prensesin aşkı için savaşan toplumlar, işgaller, yazılan
şiirler, ağaçlara kazınan baş harfleri, her müsait görülen yere yazılan
isimler, çizilen kalpler, balkon altı serenatlar, gönderilen çiçekler,
parfümler, yemekler, platonik ve hayalî aşklar… Nasıl olursa olsun, aşk,
yüreğimizdeki heyecanlı çırpınışları hissetmek, baktığımız yerde
gördüklerimizden memnun olmak, huzura ulaşmaktır.
Peki, huzur duymak mıdır aşk? Elbette aşkın getirisi,
sevdalandığımız gözlerde sükûnet ve dinginliğin serin sularında uykuya dalmak
olsun isteriz, lakin geçmiş zaman hikâyelerinden öğrendiğimiz kadarıyla aşk,
yanmak, ceza, eziyet veya bir bakışa meftun olup diyar diyar ıstırapla dolaşıp
sevgiliye ulaşamamaktır; bu da huzur ve sükûndan uzaklaşmak demektir.
Elbette aşk, “Gel!” deyince gelip, “Git!” deyince sizi
terk edecek bir duygu değil. Ne zaman, ne şekilde sizi bulur bilinmez. Şimdilerde
günümüz insanı, sabah aşık olup ertesi günü ayrılıktan bahsetmeye başlıyor; ne
ara sevdiğini hissedip, tanıyıp, yorum getirip karar veriyor anlaşılır değil. Bir
bakıyorsunuz ki, aldığı elektrik çarpı vermiş âşıkları ve ters yönlere
düşüyorlar.
Nedenin köklerine inerken…
Neden her şeyi basitleştirip hususiyetini yok eden
canavarlara döndük ve yozlaştık bilmiyorum, aslında nenelerimizin mahcubiyetini,
şefkatini ve dedelerimizin efendiliğini, sadakatini göz göre göre yitirdik ve
yozlaşmayı medeniyet zannettik. Öyle ya, eskiden anneler, çocuklarının yanında
kıyafetlerini değiştirmez, mahrem kabul eder, mutlaka odalarına çekilir ve öyle
giyinirlerdi, şimdilerde ebeveynler acaba buna dikkat ediyorlar mı?
Yeğenim, bir 5. sınıf öğrencisi. Beden eğitimi dersini
günün tam ortasına koydukları için eşofmanlarını okulda giymek zorunda. İlk gün
beden eğitimi dersine girerken, yeğenim okul formasını çıkarıp eşofmanlarını
giyememiş ve öğretmenine “Eşofmanlarımı evde unuttum” demiş. Öğretmen kardeşimi
çağırıp beden dersinin olduğunu bildiği halde yeğenimin eşofmanlarını
getirmemiş olduğunu söyleyince kardeşim şaşırmış ve kızına, “Kızım! Eşofmanın
yanındaydı, neden giymedin?” diye sormuş. Yeğenim, “Hepimizi bir odaya
doldurdular ve ‘Eşofmanlarınızı giyin!’ dediler; herkes birbirini görüyor,
soyunma odaları yok. Ben soyunamadım ve ‘Evde unuttum’ dedim” şeklinde ibretlik
bir cevap vermiş.
Biz yozlaşmaya, her şeyi mubah görmeye küçücük yaşlarda
başlatılıyoruz. “Başlatılıyoruz” diyorum, zira buyurun, ufak bir yaşanmışlık
işte bu!
“Hepiniz kızsınız, bir şey olmaz. Herkes birbirinin her
yerini görebilir, siz daha küçüksünüz” gibi aciz bir cümlenin arkasına
sığınarak çocukları edep duygularından uzak, utanmak ve hayâ etmekten adeta
muaf tutmak nasıl bir yozlaşmadır?! Bunun getirisi, elbette ayıpsız, her şeye
hakkı olan, kaçgöç bilmeyen bir neslin yetişmesi demektir. Ahlakî değerleri içimizde
bir yerlere gömüp ruhumuzu karartarak medenileşip çağ atlıyoruz (!). Hayır, çağ
atlamıyor, kararan gönüllerimiz hakikî sevmeleri, gerçek aşkları anlayamaz
oluyor.
Bencilliği, adamsendeciliği, ayıpsız yaşamayı öğreniyor
ve öğretiyoruz. “Kalbim temiz” cümlesinin içine komik bir şekilde sığınıp özümüzden,
inancımızın güzelliğinden uzaklaşıyoruz.
Ruhumuz rahata alışıyor, nefsimiz zevk ve sefayı seviyor, bunların
getirisi olarak yüzeysel bakışları aşk sanıyoruz. Veya “Bugün seni, yarın
başkasını sevebilirim” tavırlarında gün kurtarıyoruz.
Hâlbuki aşk ve sevgi nasıl da başlı başına koca bir
dünyadır. İçine düştüğünüzde hem çıkmak istemez, hem kaçıp kurtulmak
istersiniz. Sıradan bakışmaları aşktan saymak yürekler için hüsrandır. Dünün
aşklarını bugünün sevmeleriyle mukayese bile edemeyiz. Zira geçmişte,
yüreklerde menfaatten önce fedakârlık, merhamet, sahiplenme, ahde vefa vardı.
İnsanlar birbirine tahammül etmeyi, yutkunmayı, kırılsa da bir kez daha
affetmeyi, kırmamak için susmayı bilirlerdi. Şimdilerde ise öyle bir nesil
yetiştiriyoruz ki, insana karşı sevgisiz ve tahammülsüz, fedakârlık duygusunu
yitirmiş ve kendini adamaktan kaçıyor.
Can feda kalpler ister aşk
Oysa fedakârlık ve adanmışlık varsa vardır aşk. Fedakârlık
ve adanmışlığın yaşamadığı yerde yaşamaz aşk. Ne yazık ki, uğruna kendini
adadığı bir ideali yok günümüz insanının. Bu yüzden aşklar yalan dolan ve bunun
getirisi de hep gözyaşı, intikam, huzursuzluk ve güven yoksulluğuyla dolu günü
yaşama, karşısındakinin canını acıtmaktan zevk alma duygularıyla dolu kalpler…
Nefret kelimesinden uzak, menfi düşüncelerden arınmış ve
mahremiyet duygusunun hususiyetiyle yetişirse çocuklarımız, gerçek sevmelerin
peşinden koşarken düşüp yüreklerini yaralasalar da aşkın lezzetiyle ruhları
huzurlu olacaktır.
Biz bir ömrü tükettik ama aşka dair güzellikler içimizin
odalarına uğramadı, tanımadık gül kokulu duyguları. Hep beyaz gecelerde, kış
mehtabına karşı haykırdık acılarımızı, dondurucu zemherilerde yeşile, çiçeğe,
güle, ağaca hasret büyüdük. Gül büyütemedik koynumuzda, gül suyu yürümedi
damarlarımızda. Gül büyütmenin ne demek olduğunu bilemedik.
Gülden bir nefes alıp yine güle veremedik. Gülü ötelerde
hayal edip uzaklara düştük hep. Koparılmış bir gülün başında oturup matemini
çektik sadece. Aşk gülünün renk ve kokusunun farkına ancak mevsimi geçtikten
sonra vardık. Bilemedik gülün renk, güzellik ve kokusundan kalplerimize sunulan
lezzetleri. Ayıramadık aşkın sesini yüreğimizdeki diğer seslerden. Baskın çıktı
gürültüler aşkın çağrısından. Hâsılı, geçti ömür bîhaber…
“Bülbül ol!”
Ama biz büyük ruhlu,
güneş gözlü, anlayışı gür en kıymetlilerimize, geleceğimiz canlarımıza gül
ile bülbül olmayı öğretmeliyiz.
Aşk, Bir Yüce’nin rüzgârında gül kokmaktır. Aşk, dünyayı
yakacak gücü bulup, kendinde sevgilinin sözüyle durgun göl olabilmektir. O’nsuz
çöl olmaktır. Bir beyaz sayfadır yaşadıkça çizilen, ömür kitabının en nadide
yaprağıdır. Aşk için ölmeyi cebinde taşımaktır aşk. Aşk açacak güllere bir Sultan-ı
Yegâh şarkı yapmaktır. Kırk gün aç olup bir gün O’nsuz olamamaktır. O’nsuz
doğan güneşle kavgadır aşk. Aşk, her gecenin sonunda ve her seher vakti
dünyanın en güzel içtimaıdır.
Aşkta hayatın ötesine taşımaya çalışan "yürekli” bir
çırpınış vardır. Söndürülmez bir ateş ve öpülesi gözyaşları vardır gül kokan. Anlatılmaz
ve anlaşılmaz, "O’nda yok olmaya" sürükleyen bir hayranlık destanıdır
aşk.
Velhâsıl, aşk güzeldir. Yanmak, pervane olmak, kırılıp
dökülerek niyazda bulunmak, “Hû” demek, ermek, erimek ve Rabbimize vasıl etmektir
yüreği… Bir bakışa vurulup uçuşan bir tutam saça şarkılar yazmak da güzeldir
elbet, lakin Cenab-ı Hakk, aşk acılarında dertlenip demlenirken, dünyalık Aşkı Bize
Tattırana âşık olup, yüreğimizi Rabbimize teslim etmeyi nasip etsin.