FEROZ
Ahmad, 1938’de, Delhi’de dünyaya geldi. Delhi Üniversitesi St. Stephan
Koleji’inde Hindistan tarihi eğitimi aldıktan sonra University of London’daki
SOAS’ta Ortadoğu tarihi çalıştı. 1966’da yazdığı The Communitee of Union and
Progress in Turkey Politics teziyle University of London’da doktora derecesi
elde etti.
1966-1967 sezonunda, Columbia Üniversitesi’nde School of
International Affairs’te dersler verdi ve 1967’de Massachusetts Üniversitesi
Tarih Bölümü’nde ders vermeye başladı. Daha sonra Tufts Üniversitesi Fares Doğu
Akdeniz Çalışmalar Merkezi’nde konuk öğretim üyesi ve Fletcher Okulu’nda
Diplomatik Tarih Konuk Profesörü olarak görev yaptı.
Emekli olduktan sonra Türkiye’ye yerleşen ve 2005’ten
itibaren Yeditepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölüm Başkanlığı
görevini yürüten Ahmad’ın, Osmanlı’nın son dönemi ve modern Türkiye üzerine
Türkçeye çevrilen bazı eserleri şunlardır: İttihat ve Terakki (1971, 1984, 1986, 1994);
Türkiye’de Çok Partili Rejimin Açıklamalı Kronolojisi (1976, Bedia Ahmad ile
birlikte); Demokrasi Sürecinde Türkiye (1994); Modern Türkiye’nin Oluşumu (1995)…
Bunların yanı sıra Türkçeye çevrilen bazı makaleleri, “İttihatçılıktan
Kemalizme” (1985) derlemesinde yer almıştır.
“Bir Kimlik Peşinde Türkiye”, tarihçi Feroz Ahmad’ın Türkiye’ye yerleştikten bir yıl sonra, Türkiye’de ilk kez baskıya girmiş kitabıdır. Akademik hayatının ilk yıllarından itibaren araştırmaya başladığı Türkiye’nin tarihini 1071 Malazgirt Savaşı’ndan, kitabın yayına girdiği 2006 yılına kadarki tarihî serüvenini ele almıştır. Ahmad, Türkiye tarihi üzerine üç kitap daha çıkarmıştır. Bunlar, 2008 yılında iki cilt çıkardığı From Empire to Republic (Esseys On the Late Ottoman Empire and Modern Turkey -İmparatorluktan Cumhuriyete: Geç Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye Üzerine Makaleler-) kitaplarıdır. İlki 292, ikincisi 348 sayfadır. 219 sayfadan oluşan üçüncü kitabı “Jön Türkler ve Osmanlı’da Milletler: Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Yahudiler ve Araplar” kitabı 2017’de yayımlanmıştır.[i]
Kitabın özeti ve analizi
“Bir Kimlik Peşinde Türkiye”, yedi bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde devletten imparatorluğa Osmanlı serüveni ekseninde 1300-1789
yıllarını, ikinci bölümde reformların ele alındığı 1789-1908 yıllarını, üçüncü
bölümde Meşrutiyet devrimini 1908-1918 yılları içerisinde incelemektedir kitap.
İlk üç bölüm toplamda 81 sayfadır.
Dördüncü bölümde, 1918-1938 yılları arasında Kemalist dönem,
14 sayfada ele almıştır. Çok partili siyaset ve demokrasi yıllarını
1938-1960 arası olarak beşinci bölümde, askerî vasiler dönemini 1960-1980
yılları arasını incelediği altıncı bölümde ve son olarak yedinci bölümde ise ordu,
partiler ve küreselleşmeyi işlediği 1980-2016 yıllarını ele alır.
Kitabın sonunda, kitabı da aslında zihninde ikiye ayırdığını
bize gösteren bir kronolojisi vardır. 1300’den 1923’e kadarki kronolojik
gelişmeleri ayrı, 1923’ten sonraki kronolojiyi 2006’ya kadar ayrı sunmaktadır. Kitap
nasıl ki Türklerin Anadolu’ya girmesiyle birlikte 2006’ya kadar yaşanan tarihin
özeti ise, bu kronoloji de kitabın âdeta özetidir. En son verdiği dizinde,
kitap içerisinde geçen en önemli kavram, ad ve olayları açık bir şekilde
belirtilmiştir. Kitap içerisinde kullanılan görseller, döneme veya şahsa ait
fotoğraflardan oluşmaktadır. Tarihçi, yılların birikimini kendi penceresinden
kaleme almış, ancak her bölüm sonunda okuruna “Okuma Önerileri” sunmuştur.
Ahmad, daha önsözünde Türk kimliğinin tarihçesini verir: “Osmanlılar,
‘Türk’ adını henüz boyun eğdirilmemiş ya da ‘uygarlaşmamış’, ancak kendi
topraklarında yaşamakta olan göçebe veya yerleşik çiftçilikle uğraşan kabile
grupları için kullanıyorlar. Yine de Osmanlılarla ilişkiye giren Venedik ve
Cenova kentlerinden tacirler, sonraları da İngilizler ve Fransızlar,
Osmanlıları ‘Türk’ veya ‘Turque’ olarak adlandırırlar. Yunan Ortodoksları,
Osmanlı yönetimini ‘Turkokratya’ (Türk Yönetimi) olarak adlandırırlar. Avrupalılar
ve Hıristiyanlar için ‘Türk’ kelimesi ‘Müslüman’ ile eşanlamlı düşünüldü;
dolayısıyla da bir Hıristiyan din değiştirip Müslüman olursa ‘Türkleşti’ diye
tanımlandı.”
Ahmad yine önsözünde, milliyetçilik akımı ile birlikte
sınırların değiştiği ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra parçalanan Osmanlı halkının
gidecek topraklarının olmadığını hatırlatıyor. Çünkü onlar, Orta ve İç Asya
topraklarındaki yurtlarından üç haneli yıllarda çıkmışlardı. Farklı coğrafyalara
göç edenler, karşılaştıkları halklarca Türk olarak nitelendirilmişlerdi.
Kitabın birinci bölümünde 1300-1789 yıllarının tarihsel seyrini
anlatan Ahmad, Osmanlıların devletten imparatorluğa gelişmesini işliyor. Yer
yer karşılaştırmalı tarihe de başvuran araştırmacı, Normanların İngiltere’yi
istilasından beş yıl sonra, 1071’de Türk boylarının Selçuklular idaresinde
Anadolu’da kendilerine yer açtıklarını işleyerek başlıyor. 1243’teki Moğol
istilasına kadar Selçuklu topraklarında, Selçuklu Hanedanının hükümranlığını
kabul etmiş beylikler vardı. Yenilgiden sonra bu beylikler kendi
bağımsızlıklarını ilân ederek bölündüler. Osmanlı da onlardan biriydi.
Anadolu’da, her biri birbirine yakın beylikler kendi
topraklarını genişletmek için didişirken, Osmanlı Beyliği’nin onlardan uzak kalarak
Marmara kıyılarında oluşu, ona avantaj sağladı. Öncelikle Selçuklu Sultanı
Üçüncü Keykubat’a sadakatini sürdürdü. Sultan’ın azledilmesinden sonra ancak
bağımsızlığını ilân etti. Osmanlı’nın diğer bir avantajı da Bizans’a komşu
olmasıydı. Bu ona, savaşlarının dinî savaş niteliği -yani gazâ- yüklemesini
sağlıyordu.
Osmanlı, Osman Bey’den sonra Orhan Bey'le Çanakkale’yi
geçerek Trakya’da ilerlemeye başladı. Bizans’ın içlerine doğru ilerleyen
Osmanlı, Kantakuzenos’un rakibine karşı taht mücadelesinde ona destek oldu.
Buna karşılık Orhan Bey, İmparator’un kızı Theodora’yı eş olarak aldı (syf:5).
Osmanlı'da ilk devşirmeler, Orhan Bey zamanında toplandı.
1330 yılında on iki ile yirmi beş yaş arası toplanan Hıristiyan gençlere önce
İslâm'ı benimsetmeye, sonra da bu gençleri 'yeni birlikler' olarak eğitmeye
başladı (Ahmad, 2007:6). Bu gençler önce çiftliklerde Türk-İslâm gelenek ve
göreneklerine göre çırak olarak eğitiliyor, sonra da devletin yönetimine
katılarak seçkinler arasına giriyorlardı. Bu askerî birliği Hacı Bektaş-ı Velî'nin
de kutsadığına inanılır. Bu yüzden “Yeniçeri Pîri” olarak kabul edilmiştir
kendisi.
Yeniçeriler, sultanın kulları olarak kabul edilirdi ve
onların ölmelerine ya da yaşamalarına karar verme yetkisi sultanındı.
Yeniçeriler Müslümanlaştırıldıkları için, onların çocukları devşirilemez ve
dolayısıyla Yeniçerilerin ayrıcalıklarından da faydalanamazlardı. Devlet
içerisinde yüksek makamlara gelmeleri, bazı başka Hıristiyan aileleri de kendi
çocuklarını gönül rızasıyla birliğe teslim etmelerini sağlıyordu:
"Devşirme olarak toplanmak o kadar çekici bir uygulamaydı ki bazen bir
Müslüman aile, Hıristiyan komşularından kendi çocuklarını da Hıristiyanmış gibi
göstererek devşirilmelerini sağlamalarını isteyebilmekteydi!" (syf:7)
Liyakat yani hak ederek bir yere gelme ilkesi yerleşen
Osmanlı sisteminde Yeniçerinin kurulmasıyla birlikte ilk kurumsallaşma
gerçekleşmiştir.
Askerî gücü Ahmad, dönemin kaynaklarından hareketle şöyle
verir: "14 ve 15’inci yüzyıllarda 12 bin yeniçeriden oluşan piyade, 8 bin
civarında iyi eğitimli sipahi yani süvari ve 'dirlik' sahipleri tarafından
sağlanan 40 bin kişilik eyalet askerleri ile on binlerce başıbozuktan oluşan
iyi örgütlenmiş ve disiplinli bir güce sahipti." (syf:8)
Birinci bölümün devamında Ahmad, Osmanlı'nın gelişimini ve
sırayla tahta geçen sultanlardan bahsederken, kardeş katlini ilk Birinci Bayezid'in
başlattığına dikkat çeker. Fatih Sultan Mehmed ise, devletin bekâsı
gerekçesiyle ulemadan aldığı fetvayla, "eğer Tanrı sultanlığı oğullarından
birine ihsan ederse, bu koşulda söz konusu oğul, düzenin dirliği için
kardeşlerini öldürtebileceğini ilân etti" (syf:10).
1402'de Timur'un Anadolu'ya müdahalesi kısa ancak etkili
olmuştu. Birinci Bayezid'in yenilgisiyle Osmanlı gücünü kaybetmiş ve Anadolu
yeniden beyliklere bölünmüştü. Bu, "Bizans'ın ömrünün bir 50 yıl daha
uzamasına sebep" (syf:11) olmuştu. Osmanlılarda Bayezid'in oğulları
arasında yaşanan taht kavgasının ardından tahta geçen Birinci Mehmed ile Fetret
Devri son buldu. Birinci Mehmed, kısa sürede kaybedilen toprakları almakla
kalmayıp, bir de donanma kurdu.
İkinci Murad Anadolu'ya dönüp Germiyan ve Karaman Beylikleri
tarafından desteklenen saldırıları püskürtüp beylikleri idaresine aldı. Yönünü
tekrar Makedonya'ya çevirip, kaybedilen Selânik'i tekrar kazandı. Hem Anadolu,
hem de Avrupa’daki iki cephede savaşmak durumunda kalan İkinci Murad,
zaferlerle durumu kontrol altına alıp tahtı oğlu İkinci Mehmed'e bıraktı. Henüz
çocuk olan İkinci Mehmed'in toyluğundan istifade ederek Macarlar, Osmanlı
topraklarına girdi. Yeniçeri, Baba Murad'ı yeniden göreve çağırdı. 1448'e kadar
süren düşmanı püskürtme, Kosova sınırlarına kadar dayandı. Murad'ın Edirne'de
vefat etmesi üzerine İkinci Mehmed (Fatih) yeniden tahta geçti.
Fatih Sultan Mehmed'in 1453'teki İstanbul'u fethi, tarih
boyunca “bir çağın kapatılması ve yeni bir çağın açılması” olarak anılmış ve
İstanbul'un Fethi ile birlikte devlet yapılanmasında gerçekleştirilen düzenlemeler
gölgede kalmıştır: “Fetih çok önemli olsa da, hükümdarlığında nihayet
çevresindeki Anadolu beylerinin gücünü kırma ve beylerden farklı olarak
hizmetinde bulunan, dolayısıyla kendine tamamen sadık ve hayatları konusunda
tüm karar kendine ait olan devşirmelerin egemenliğini kurması, Osmanlı tarihi
açısından daha önemlidir. Böylece Sultan’ın günlük işleri ve hatta ordunun
yönetimi konularının sadrazama bırakmasıyla Osmanlı İmparatorluğu daha
otokratik ve daha bürokratik bir yönetim sistemine geçti." (Ahmad,
2007:12)
Ayanlar sınıfının da devlete bağımlı hâle gelmesi,
"toprak sahibi soylu sınıfının" Osmanlı İmparatorluğu'nda Avrupa'daki
feodalite gibi bir oluşumu engelledi: "Kısa süre içinde devlet ile dinî
cemaatler arasında, 18’inci yüzyılda millet sistemine yani gerçekte özerk dinî
toplumlara dönüşecek olan bir ilişki kuruldu... İnsanlar konuştukları dile veya
ait oldukları etnik gruba değil, doğdukları kiliseye göre tasnif ediliyorlardı.
Her topluluğun dinsel ve toplumsal yaşamı geleneklere göre ayarlanıyordu ve
bireyler o toplumun yasalarına uymak durumundaydı." (syf:13)
Asimilasyona gitmeyen Osmanlı İmparatorluğu, devletin
işleyişini sağlayacak pratik eklemlenmelere yöneldi. Tarihçiler, İkinci Bayezid'in
tahta çıkmasından önce kardeşi Cem ile yaşadığı mücadele ve ardından tahta
geçtikten sonra Cem'in kaçarak Rodos Şövalyelerine sığınmasıyla patlak veren
esir krizinin sebep olduğu o yılları şaşkınlıkla değerlendirir. Onlara göre, “Cem'in
tahtta hak iddiası ve Batılı güçlerin bunu kullanmasıyla dikkati dağıtılmamış
olsaydı, Bayezid'in neler yapabileceği” tartışılmıştır (syf:14).
Birinci bölümde Ahmad'ın dikkat çektiği önemli noktalardan
biri de Kanunî Sultan Süleyman'ın batıya seferleridir: “Kanunî, 1521'de
Belgrad'ı aldı, 1529'da Viyana'yı kuşattı. Osmanlılar, Kutsal Roma-Germen
İmparatoru Beşinci Karl ile Fransa Kralı Birinci François arasındaki Avrupa
çatışmasına aktif olarak katıldılar; Osmanlıların rolü, Karl'ın, Martin
Luther'in Protestan reform hareketini yok edememesi bağlamında hayatîdir.”
(syf:16)
Kanunî döneminde Osmanlı, askerî ve bürokratik yöneticiler
tarafından idare edilen istikrarlı bir yönetime sahip oldu. Birinci bölümde
Ahmad, Kanunî ile kapanan yükselişe ve duraklamaya dair siyâsî ve ekonomik
gelişmeler ile bir devrim çağını anlatmaya devam eder. Osmanlı'nın ekonomik
politikası, kent ekonomisi ve kırsaldaki toprak rejimine dayalıdır. Önceliği,
statükoyu sürdürecek etkin kontrolleri sağlamaktır.
Nüfus artışı ve kentleşmeye dayalı ekonomik sorunlar ve
sosyal kargaşa, İstanbul'daki Yeniçerilerin maaşlarının azalmasına sebep olmuştur.
Diğer yandan Anadolu'da Celâli İsyanları gibi ayaklanmalar gerçekleşmiştir.
Şiddetli memnuniyetsizlikler otoritenin sarsılmasına sebep olmuştur. Bu krizler
beraberinde yapısal reformları gerekli kılmıştır. Ancak Ulema ve Yeniçerinin
ittifakı ile köklü reformlara girişilememiştir. İstikrarsızlığın bir sebebi de
sultanların yetkin olmayışlarıdır. Bu açığı sadrazamlar kapatmaya çalışmıştır.
Böylelikle sadrazamların yönetim üzerindeki etkileri artmıştır.
Savunmacı bir politika izlemeye başlayan Osmanlı, Avrupa'nın
gelişmiş bazı yöntemlerini önemsemeye başladı. Böylece yenileşme hareketleri ve
yenileşmeye karşı çıkan Ulema ve Yeniçeri sorunu bitmemek üzere Osmanlı'ya yerleşti:
“Rusya'nın Kırım'ı işgal etmesiyle İkinci Katerina, İstanbul'daki Ortodoks Kilisesi’ni
himaye etme hakkına, dolayısıyla da Rusya'yı Osmanlı içişlerine karıştırma
bahanesine kavuştu." (syf:27)
Osmanlı tarihi boyunca Batılı güçlerin Osmanlı İmparatorluğu'nun
içişlerine karışması, Rusya'yla yapılan anlaşmanın ardından başlamıştır ki bu,
"Doğu Sorunu" olarak tekrar tekrar karşımıza çıkmıştır. Son olarak bu
bölümde, reform hareketlerinin Üçüncü Selim'le başladığı belirtilmiştir.
İkinci Bölüm, 1789 - 1908 yılları arası olarak
"Reform'dan Devrim'e" başlığıyla ayrılmıştır. Yeniliklere karşı çıkan
Yeniçeri-Ulema sınıfının gücünün nasıl törpüleneceği, bir sorun olarak sürekli
karşımıza çıkmaktadır. Meşruiyetini dine dayandıran sınıfın direnişi, Osmanlı'nın
gerilemesine en büyük sebeptir. Üçüncü Selim'in Yeniçeriyi etkisiz hâle getirmek
için kurduğu Nizam-ı Cedid Ordusu da Yeniçerilerin kazan kaldırmasıyla
başarısızlığa uğramıştır: “Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'nın Ayanların hak ve
görevlerini yeniden düzenleyen ve bir anlamda Ayanı dizginlemek amacıyla
‘Osmanlı’nın Magna Carta’sı’ olarak adlandırılan Sened-i İttifak belgesi
doğdu." (syf:33)
Ahmad'ın kitaptaki en önemli değerlendirmelerinden biri,
kendisinin de ısrarla altını çizdiği şu paragrafıdır: "Bir ülkenin
tarihinde, ender zamanlarda toplum dengesini ve statükoyu sürdüren güçler
tökezleyince tarihî rastlantılar ortaya çıkar. Savaş ve yenilgi, bu tür
çöküntülerin kaynağıdır. Ki bu, Mısır'da, 1798'de bu Osmanlı eyaleti Napoleon
tarafından işgal edildiğinde yaşananın ta kendisidir. Napoleon, Memlukları
yenmiş ve onların toplumsal gücünü yok etmişti. Ki bu da diğer toplumsal
muhafazakârlık gücü olan ulemayı korumasız ve iktidardan uzak bırakmıştı. Dolayısıyla
1805 yılında Mehmed Ali Paşa siyâsî iktidarı ele geçirdiğinde, üzerinde kendi
programını yazabileceği tam bir siyâsî tabula rosa elde etmişti. Rejimine
gelebilecek bir tehdidi de 1811'de, Kahire Kalesi’nde ayaklanmacı Memluk beylerini
idam ettirerek ortadan kaldırmıştı." (syf:33)
İkinci Mahmud bu sayede elde ettiği güçle Vaka-ı Hayriye
olarak anılan olayda Yeniçerileri öldürttü. İlk gazetenin kurulmasını sağladı.
Bektaşî tarikatını yasakladı. “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adıyla yeni bir
ordu kurdu, onları modern üniformalarla donattı. Yeninin simgesi “fes” oldu. Ay
yıldız, ilk kez Osmanlı kimliğini sembolize eden bir simge olarak kullanıldı.
Tercüme Odası kurularak millîleşme hareketlerine önem verdi. Batılı ülkelerle
iktisadî politikaların belirlendiği anlaşmalar imzaladı. Batılılaşma hareketlerine
ağırlık verdi. 1858 Arazi Kanunnamesi, özel mülkiyet için önemli bir adımdı,
ancak köylünün aleyhine işledi.
İkinci Mahmud'un ölümüyle "girişim gücü tamamen
bürokratlara geçti" (Ahmad, 2007:40). Hukukun üstünlüğünü koruyan ve “Gülhane
Hatt-ı Hümayun”u diye bilinen ferman, Müslim ve gayr-ı Müslim herkes için
eşitlik içeren bir çağın başlangıcı oldu. Ferman, lâikleşme açısından önemli
bir adımdı. Cemaatlerse ayrıcalıklarından vazgeçmek istemediler. Böylece büyük
güçler reformların garantörü oldu. Kırım Savaşı ve Paris Anlaşması gibi önemli
tarihî olayların ardından 17 yıl sürdürülen dönem, 1856'da rafa kaldırıldı.
Toplumsal memnuniyetsizliğin bir sonucu olarak Yeni
Osmanlılar hareketi doğdu: "Bu, rejimi eleştiren ilk modern muhalefet
hareketti." (syf:45)
Sona doğru
Yeni Osmanlıların amacı yıkmak değil, düzeni daha kapsayıcı
ve Avrupa'nın genişlemesine daha dayanıklı hâle getirmekti. Seçkin değillerdi;
fikir adamı olup halktan ayrıydılar. Bu yüzden fikirlerine sempati ile yaklaşan
bir hükümdarı tahta çıkarmak istiyorlardı. Sultan İkinci Abdülhamid, Yeni Osmanlıların
desteğiyle tahta çıktı: "Reformcular, artık bir yandan Batılı fikir ve
kurumları benimserlerken, diğer yandan Batılı emperyalizme karşı savaşma
ikilemiyle yüz yüze kalmışlardı." (syf:52)
1877'deki Rus saldırısı başarılı bir Meşrutiyet girişimini
engelledi: "Rus ordusu ertesi yıl başkente doğru ilerlerken, Sultan,
Meclis'i kapatmak için gereken mazerete kavuştu. 1878 Şubat'ında Meclis
faaliyetleri durduruldu ve sonraki otuz yılda, Temmuz 1908'de anayasanın işlerliğe
kavuşturulmasına kadar bir daha toplanmadı." (syf:52)
Bütün yaşananlara rağmen Abdülhamid, hükümdarlığı boyunca
anayasaya uygun davrandığı kurgusunu korudu. Sultan, 'yeryüzünün halifesi'
konumunu Batı'ya karşı güçlendirmek için kullandı. Batı'nın Osmanlı'ya karşı taraflı
tutumu reformcuları hayâl kırıklığına uğrattı. Osmanlı topraklarını bir arada
tutmak ve halkın motivasyonunu sağlamak amacıyla Osmanlıcılık ve Türkçülük akımları
doğdu. Avrupa'daki milliyetçilik fikrinin gelişmesine rağmen Türkçülük,
beklenen etkiyi gösteremedi.
İkinci Abdülhamid döneminde ilk tarım bankası olan Ziraat
Bankası kuruldu. Büyük küçük toprak sahiplerinin bankadan çektikleri krediyle
tefecilerin önü kesildi. Para getiren ziraat ürünleri yetiştirdiler:
"Bunlar zenginleşerek yerel burjuvalara dönüştüler ve 1908 sonrası siyasette
etkili oldular." (syf:56)
İkinci Abdülhamid'in sonunu getiren, eğitim alanında yapmış
olduğu reformlardı. Abdülhamid'in ortaokul ve lise eğitimine ağırlık vermesiyle
buradan mezun olanlar, askerî ve bürokratik kariyer amaçlı Jön Türk hareketini
başlattılar. Bunlar Abdülhamid karşıtıydı; ancak Sultan, bu subaylara
ihtiyatlıydı. Jön Türkler bir devrim yapmak niyetindeyken, milliyetçi eğitimli
kanat, siyasal ve sosyal sistemi daha kapsayıcı ve modern hâle getirmek
istiyordu.
“Meşrutiyet Devrimi, Reform ve Savaş” olarak adlandırılan
üçüncü bölüm, 1908-1918 yıllarını içermekte. Bu on yıllık süreç, otuz sayfada,
diğer süreçlerin anlatıldığı bölümlerden daha ayrıntılı verilmiştir. Çünkü bu
on yıllık süreç, yaklaşık 800 yıllık bir devletin son anlarıdır.
Ahmad'a göre Osmanlı, 20’nci yüzyıla Sultan Abdülhamid'in 23
Temmuz 1908'de, otuz yıl önce rafa kaldırılan anayasayı tekrar yürürlüğe
koymasıyla girdi. Tüm vatandaşlar için “özgürlük, eşitlik ve adalet” ile yaşama
güvencesi veren bu girişim, her kesim tarafından coşkuyla karşılandı: "Bir
gecede, basın her istediğini sansür tehdidi olmadan basıp yazacak hâle geldi;
insanlar aralarında Saray hafiyeleri bulunmadığından emin olarak kahvehanelerde
bir araya geldiler. Kasaba ve şehirlerde halk, ellerinde pankartlarla,
bando-mızıka eşliğinde hükûmet konaklarına yürüyerek yeni düzeni öven
konuşmalar yaptı. Siyâsî suçlular için af çıkarıldı; sürgündekiler Avrupa'dan,
Mısır'dan ve geniş sınırları olan imparatorluğun çeşitli köşelerinden
İstanbul'a dönmeye başladılar.” (syf:61)
Mutlakiyetçilikten padişah değil, yakınları sorumlu tutuldu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidardaydı ve yasa ile düzen eksikliğini giderecek
yasamaları gerçekleştirmek için eskiye dönmesi durumunda yeniden mücadeleyi
başlatacaklarına dair Abdulhamid'i tehdit ettiler. Amaçları çok dinli ve çok
uluslu toplumun 20’nci yüzyıla ayak uydurması için reformlar yapmaktı. Bunun
önündeki en önemli engelin şeriat olduğunu düşünüyorlardı. Muhafazakârlar ise
öyle olmadığını düşünüyorlardı. Makedonya'dan yönetilen İttihatçılar ile
İstanbul'da Bâb-ı Âli bürokrasisine hâkim olan Ahrar Fırkası arasındaki
sürtüşme, 1908'deki seçimlerde İttihadçıların zaferiyle sonuçlandı.
Saray'ın kontrol altına alındığını düşünen İttihatçılar,
Hüseyin Hilmi Paşa'nın sadrazam olmasıyla hayâl kırıklığına uğradılar.
Muhalefet ise İttihatçılara karşı sert bir basın kampanyası başlattı. 1909'da,
İttihatçılara aleyhindeki devrim girişiminde bulunanlar hakkında "düzeni
sağlamak amacıyla sert önlemler alındı ve Osmanlı tarihinde ilk defa bazı
seçkin Müslümanlar, Ayan katliamındaki rolleri sebebiyle asıldılar"
(syf:67). Devrim karşıtlarının etkisi kırılınca İttihatçılar yeniden radikal
kararlar almaya başladı.