1912 yılında
"hileli" olarak tarihe geçen seçimler sonucu İttihatçılar ezici
bir çoğunlukla yeniden iktidara geldi, ancak istifaya zorlanarak liberal
yönetim iktidara getirildi. Bu yönetim İttihatçıları yok etmekte kararlıydı.
“Liberallerin daha fazla zamanları olsaydı ve büyük
güçlerden, özellikle İngiltere'den Balkan Savaşı sonrası yeteri kadar destek
görselerdi, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni yok ederek yenilgiden sonra ayakta
kalabileceklerdi (sf. 71).
Ancak Balkanlardaki ülkeler, Osmanlı içerisindeki bu
siyâsî karmaşadan faydalanarak birlik olup Osmanlı'ya saldırdı ve bu savaş
Balkanların kaybedilmesine yol açtı. Osmanlı, bozgunu Çatalca yakınlarında
durdurulabildi. Edirne'nin ısrarla istenmesinden dolayı bir anlaşmaya
varılamadı. Hazine boştu. 1913'te yeniden iktidarı ele geçiren İttihatçılar,
büyük güçlerin devreye girmesindense Edirne'nin verilmesine karar verdi. Yeni
kabine, Damat Salih Paşa gibi birtakım komplocuları idam etti. Balkanlarda
Sırpların Yunanlara, Romanya'nın Bulgaristan'a savaş açmasını fırsat bilen
Osmanlılar, durumdan istifade, kaybettikleri toprakları geri almaya başladılar.
Özellikle Edirne'nin geri alınması, İttihatçıların yeniden
güven kazanmasını sağladı. Büyük güçler, Osmanlı'ya karşı ortak bir cephe
ortaya koyamadılar. Buna rağmen Balkanlardaki yenilgilerden sonra İttihatçılar
kendi içinde, büyük güçlerin üzerlerindeki etkinliğinden kurtulmak için ağır
sanayiye yöneldiler. Zira Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-ı Müslimleri
bahane ederek sürekli yaptırımlar uyguluyorlardı.
Doğu Sorunu, alınacak kararlarla hafifletilmeliydi.
Rusya'nın isteği üzerine Ermeniler silahlandırıldı. Ancak yine Rus ajanların
kışkırtmasıyla Kürtler, Ermeni katliamına giriştiler. Daha sonra çıkabilecek
şiddet olaylarının önüne geçilmesi için cezalandırılarak on bir suçlu halk
önünde idam edildi.
Avrupa iki bloğa ayrılmıştı. İttihatçılar, bu iki bloktan
biriyle ittifak kurmaya karar verdiler. Sırbistan'ın Almanya'ya saldırmasına
kadar durum belirsizdi. İlk adım, Hilâfetin de kendisine yarar
sağlayacağını düşünen Almanya'dan geldi. Boğazdaki gemi olayından sonra
Osmanlı, bilfiil Birinci Dünya Savaşı’na girmiş oldu. Savaş, Osmanlılar
açısından iki temel aşamaya bölünebilir: Kasım 1914'ten Rusya'da devrimin
başladığı Mart 1917'ye kadar olan 'kriz ve canlanma yılları' olarak
nitelendirilebilecek süreç, Mart 1917'den Ekim 1918'e kadar süren 'umutların
belirmesi ve yenilgi' dönemi (sf. 81).”
1915'te Amerika'nın da savaşa dâhil olmasıyla Çanakkale Boğazı'nda, büyük kayıplar verilmesine rağmen başarılı bir savunma gerçekleşti.
Churcill'in Çanakkale Boğazı’ndaki bombardımanı, öncelikle
Yunanistan ve Bulgaristan'ı da İtilaf Devletleri safında savaşa çekmeyi
amaçlıyordu. Diğer yandan da başkentteki Rum ve Ermenilerin ayaklanmasına yol
açacağını ve İngiliz propaganda metinlerinde 'Osmanlı Yahudilerinin etkisi
altındaki ateistler ve Masonlar' olarak tanımlanan İttihatçılara karşı bir
Müslüman hareket başlatılacağını ummaktaydı. Olmadı. Bu arada düşman tarafına
geçeceğine inandırılan Ermeniler tehcir edildi. Bu, büyük katliamlara da sebep
oldu Ahmad'a göre.
Bu arada belirtmek gerekir ki, devlet tarafından
desteklenen ideoloji pan-İslâm ve Osmanlıcılıktı; genelde belirtildiği gibi
Türk milliyetçiliği değildi. (Ahmad, 2007:83). Müslümanlar halkın çoğunluğunu
ifade ediyordu ve halen hâkim olan dinî dayanışmaydı.
Rus cephesinde askerleriyle ağır bir yenilgi yaşadığı
Sarıkamış'tan Enver Paşa, yıkılmış bir adam olarak döndü. 2016'da İtilaf
Devletleri'nin Gelibolu'dan, Rusya'daki devrimle de Rusya'nın savaştan
çekilmesi, zoraki barış şartlarına razı olmaya yatkın Osmanlı için kaybedilen
toprakları geri alma ümidini sağladı. Ancak bu, büyük güçlerin hesaplarına
uymuyordu. Almanya'nın da…
Almanya'ya bağımlı olan Osmanlı, Almanya ile Rusya
arasındaki anlaşmadan sonra yeniden ümitsizliğe düştü. Hük^ymet, Almanya'yla
ittifakla lekelenmemiş yeni bir hükûmetin kurulması için istifa etti. Yerine
kurulan hükûmet, savaşı sürdürmenin yararsızlığını kabul etti ve 1918'de savaşı
sonlandıran Mondros Mütarekesi imzalandı: "İşte bu olay, Osmanlı İmparatorluğu
için Birinci Dünya Savaşı'nın bittiğine bir işaret oldu. Savaş yenilgiyle sona
ermişti, ama on yıllık Meşrutiyet yönetimi, özellikle de savaş yıllarında
Osmanlı toplumunu değiştirmişti. Savaş, İttihatçılar için toplumsal olan her
şeyi ve bizzat toplumu belirlemişti. Dinamikleri gereği savaş, tüm diğer
toplumsal, siyasal ekonomik ve kültürel süreçleri boyunduruğuna alarak en
kapsamlı olay hâline gelmiş ve doğrudan ya da dolaylı olarak toplumun her
bireyini etkilemişti. Ancak savaşın bu özelliği bizleri farklı gruplar ve
kişilerin de etkilendiği gerçeğini görmezden gelmeye yöneltmemeli; çoğunluk
için yıkımı temsil eden şeyler, bazı Müslümanlar için bir nimet olmuştu."
(sf. 87)
Ahmad'ın burada bahsettiği nimet, zenginleşen
Müslümanların da baskısıyla “millî ekonomi”nin kurulmasının altyapısını
oluşturacaktı: "Özetle, Meşrutiyet dönemi Osmanlı halklarının, özellikle
de kendilerini Osmanlı yerine Türk olarak görmeye başlayanların zihniyetini
değiştirdi." (sf. 89).
Ahmad, bu bölümü yazar Vâlâ Nurettin'in, devrimden kırk
yıl sonra yazdığını alıntılayarak sonlandırıyor: "Eğer Türkler İkinci
Meşrutiyet dönemini yaşamasaydı, vatan ve millet kavramları
yaygınlaşmayacaktı... Bu şartlar altında bir Millî Mücadele mümkün olmazdı.
Büyük ihtimâlle bugün ortada bir Türkiye Cumhuriyeti olmaz ve Türkiye,
Ortadoğu'da ancak bir krallık olabilirdi." (sf. 89)
Kemalist Dönem
Feroz Ahmad’ın, kitabının adını "Bir Kimlik Peşinde
Türkiye" diye koymasının en bariz sebebi, dördüncü bölümde işlediği
Kemalist Dönem'den geldiği söylenebilir. 1919-1938 yılları arasındaki
gelişmeleri yazdığı bu bölümde, Türk kimliğinin günümüz anlamının tam olarak
yerleştiği dönem ifade ediliyor. Bu yüzden, kitabın yazılış amacını
temellendiren bölümün dördüncü bölüm olduğunu söyleyebiliriz.
Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı
İmparatorluğu, Sevr Anlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştı: "Ancak Jön
Türkler döneminde tüm eksikliklerine rağmen bir Müslüman seçkin-karşıtı ve yeni
canlanan burjuva sınıfı yaratmıştı ki bunlar, haklarını korumak amacıyla
savaşmaya, yeni bir vatanseverler ülkesi kurmaya hazırdı." (sf. 93)
Mustafa Kemal, Selanik'te doğmuş ve burada askerî
ortaokula gitmiş, Manastır'daki askerî liseden sonra İstanbul'daki Harp
Okulu'na devam etmiştir. Askerlerin siyasetle uğraşmasına karşı olan Mustafa
Kemal, İttihatçıların ana kadrosunda yer almadı. Farklı cephelerdeki başarılı
askerî tecrübesi sayesinde ön plâna çıktı. Şehzade Vahdeddin tarafından resmî
Almanya gezisine davet edildi. Bu, iyi anlaşmalarına ve Vahdeddin'in tahta
çıkmasından sonra Mustafa Kemal'i Anadolu'daki birliklerin terhisini denetlemek
için görevlendirmesine vesile oldu. Sevr'den sonra, "başlangıçta İstanbul
odaklı, ülkenin bağımsızlığını genelde diplomatik yöntemlerle sağlayacak bir
strateji izlenebileceğini umdu" (sf. 97).
Yeni kurulan kabine, Sultan'a bağlı ve muhafazakâr bir
politika izleyecekti. "Askerî şöhreti ve İttihatçılara karşı olduğu
bilinmesine karşın" kabinede kendisine görev verilmemesi, onu hayâl
kırıklığına uğrattı. Ancak İngiltere'nin de onayıyla, silah bırakmamış
Osmanlıları silah bıraktırmak üzere görevlendirilerek Anadolu'daki 9’uncu
Ordu'ya gönderildi. Samsun'a 19 Mayıs 1919'da vardığında, İzmir Yunanlılar
tarafından beş gün önce işgal edilmişti.
Mustafa Kemal, aldığı görevi bir kenara bırakarak,
bölgedeki komutanlarla anlaşıp Amasya'dan bir direniş genelgesi yayınladı.
İstanbul'un buna karşı çıkmasıyla görevinden istifa ederek Erzurum ve Sivas'ta
kongreler yaptı. Kongre Başkanı seçilen Mustafa Kemal, merkezi Ankara'ya
taşıdı. Bu, kenti ulusal direnişin merkezine dönüştürdü. Ahmad'ın bu noktada
dikkat çektiği, İngilizcede “nation, national ve nationalist” gibi terimlerin
Türkçe karşılığı olan millet, millî ve milliyetçi kelimeleridir: "Bu
kelimeler bağımsızlık savaşı boyunca ve sonrasında milliyetçiden çok
vatanperver, dışlayıcıdan çok bütünleştirici anlamlarda kullanılmışlardır. Bu
terimler, Anadolu'nun tüm İslâmî unsurlarını -Türkleri, Kürtleri, Çerkezleri,
Arapları ve Lazları- kapsıyordu ve her birinin kendi benlikleri vardı. Mustafa
Kemal, 1919'un Ekim ayında, Mîsak-ı Millî'nin buna göre belirlendiğini
belirtmişti (sf. 99)… Bütün farklı Müslüman unsurları barındıran Türk kavramı,
‘Osmanlı veya Kemalist’ vatandaşlık anlayışı, asla etnik olmamıştır (sf.100).”
Ankara ve İstanbul arasındaki mücadele, Vahdeddin'in bir
İngiliz savaş gemisiyle gidişinin ardından Meclis'in Abdulmecid Efendi'yi
Halîfe ilân etmesiyle de devam etti. Padişahlık kaldırılmıştı ama Halîfelik
devam ediyordu. Dolayısıyla toplum üzerinde İstanbul'un etkisi vardı. Sevr
Anlaşması’nı tanımayan Ankara, Büyük Millet Meclisi’ni kurdu. Mustafa Kemal,
bazı muhafazakâr silah arkadaşlarına rağmen Halk Fırka’sını kurarak liderliğini
ilân etti. Kurtuluş Savaşı'nın kahramanı oldu. Ağustos 1923'te Meclis Başkanı
seçildi. Meclis, Hilâfet makâmı olarak İstanbul'u tanıdığını, ancak devletin
başkentinin de Ankara olduğunu ilân ediyordu. Bu, siyasal ağırlığı Ankara'ya
çeken bir darbeydi. Yasal kabul ediliyordu.
1924'te Hilâfet kaldırıldı. Mustafa Kemal'in desteği ile
kurulan muhalefet partisi, Menemen Olayı'ndan sonra kapatıldı. Mustafa Kemal,
inkılaplarını hızlandırdı. 1926'da önce kendi heykelini diktirdi. Sonra 1928'de
devletin dinini İslâm olarak belirleyen maddeyi kaldırdı. Harf İnkılâbı ile bir
anda Osmanlı’yla geçmişini sildi.
1930'da yeniden bir partinin kurulmasıyla muhalefete kapı
aralandı. Ancak, kurulan Serbest Fırka'nın başında bulunan ve Mustafa Kemal'in
yakın arkadaşı olan Fethi Bey, “Mustafa Kemal'e açıktan meydan okumaya
zorlanmaktansa partisini feshetme kararı verdi” (sf. 108).
Menemen Olayı, "reformların sığ, köksüz tabiatını
gözler önüne serdi ve kendiliklerinden toplumda kök salamayacağının işaretini
verdi" (Ahmad, 2007:108). Bir milliyetçiden çok bir vatansever olan
Atatürk, lâikliğin din düşmanlığı olmadığını ve dinin sadece devletin
kontrolünde olduğunun açıklanmasının gerektiğini fark etti. İtalya ve
Almanya'daki faşist rejimlerin aksine daha ılımlı bir politika izlemeye özen
gösterdiğine dair işaretleri paylaşan Ahmad, solcuların bile kendilerini
Mustafa Kemal'i överken bulduklarını aktarır (sf. 111).
Kurulduğunda kibrit üretemeyen Türkiye, hızla
sanayileşmeye başladı. Kendini doyurabilir hâle geldi. Halk meslek sahibi
olmaya başladı. "Her ne kadar yaşamı boyunca bunların hepsini tam olarak
kullanmadıysa da, Atatürk siyâsî partiler, sendikalar, hür bir basın, ifade
özgürlüğü gibi liberal kurumların mantığını kabul etti" (sf. 113).
Çok partili yıllar
“Çok Partili Siyaset ve Demokrasiye Doğru” başlığı,
1938-1960 yıllarını içeriyor beşinci bölümde. Celal Bayar'ın Atatürk tarafından
Başbakan seçilmesi, Atatürk'ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanının Bayar olmasını
düşündürmüştü. İnönü, Fevzi Çakmak'ın desteğiyle Türkiye'nin İkinci
Cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk'ün karizmatik kişiliğinin yanında İnönü sönüktü.
İnönü, öncelikle siyâsî sürgünleri Türkiye'ye döndürdü.
Böylece siyâsî bir güç edinecekti. Liberalleşmeyi sürdürdü, Meclis içerisinde
Hükûmet'e sâdık yeni bir oluşuma izin verdi. Ancak bu, kâğıt üzerinde kaldı.
Hitler ve Stalin, Atatürk'ten sonra İnönü'nün siyâsî otoriteyi
sağlayamayacağını düşünmüşlerdi, ancak İnönü bu konuda
ihtiyatlıydı. İkinci Dünya Savaşı başladığında tarafsız kalarak
Cumhuriyet'i tehlikeye atmamaya karar verdi. Avrupa'daki savaş, Türkiye
ekonomisini de etkiledi.
İnönü, Millî Koruma Kanunu’nu yürürlüğe koydu. Ancak bu
yeterli olmayınca çıkardığı Vergi Kanunu ile tartışma yarattı. Amaç, savaştan
kazanç elde edenlerden vergi almaktı. Ancak vergi miktarları tüccarların
dinlerine göre farklılık arz ediyordu. Gayr-ı Müslimler varlıklarını satmak
zorunda kaldılar. 1942'de ekmek karneye bağlanacak kadar darboğaza girildi.
Bürokrasi hariç tüm sınıfların memnuniyetsizlikleri artıyordu:
"Ocak 1945'te Toprak Reformu Tasarısı ülkedeki düşünce sahiplerini iki kutba ayırdı. Devletçiler toprağın yeniden dağıtılmasını, toprak ağalarının siyâsî ve iktisadî güçlerini kırmak, Türkiye'yi Balkan devletlerine benzer bir bağımsız küçük toprak cumhuriyetine dönüştürmek istiyordu. Kanun yasalaşsa da, CHP'de işadamı ve bankacı Celal Bayar, bir bürokrat olan Refik Koraltan, bir profesör olan Fuat Köprülü, toprak ağası olan Adnan Menderes, özel mülkiyetin çiğnenmesine karşı çıkarak çok partili siyasal sistemin kurulması ve demokrasinin uygulanması çağrısı yaptılar. Muhaliflerden üçü ihraç edildi, Bayar ise istifa etti. Ayrılanlar, Demokrat Parti’yi kurdu.
İnönü, Demokrat Parti'nin Anadolu örgütlenmesine fırsat
vermeden Seçim Kanunu da değiştirerek, 1947'deki seçimi öne çekip 1946'da erken
seçime gitti. Beklediği gibi oldu ve çoğunluğu elde ederek hükûmeti kurdu. Ekonomik
krizler birbirini takip etti. Enflasyonun başlaması hükûmeti zor durumda
bıraktı. Ezan Türkçe okunuyordu. İnönü, Müslümanlara karşı daha ılımlı
olabileceğine dair bir profil çiziyordu. 1950'de yapılacak seçimde üstünlük
sağlayacağını düşünerek girdi seçimlere. Ancak seçmenler “CHP'ye
kahredici bir darbe indirdiler ve Demokratları ezici bir çoğunlukla iktidara
getirdiler” (sf. 126).
"Müdahaleci devleti sınırlandırmak, bireysel hak ve
özgürlükleri geliştirmek" amacıyla iktidara gelen Demokrat Parti,
kısıtlayıcı 1924 Anayasası'nı kullanıyordu ve Soğuk Savaş’ın tüm olumsuz
etkileri Türkiye'de de görülüyordu.
1952'de NATO'ya tam üye olan Türkiye'de, Demokratların
iktidara gelmesiyle doğan büyük umutlar kısa sürede yerini hayâl kırıklığına
bıraktı. Demokrat Partililer, çoğunluğun desteğini alarak her şeyi
yapabileceklerine inanıyorlardı. Politikaları, "Kemalist 'Halk için halka
rağmen' düsturu ile uyumluydu" (sf. 132).
Halk Partililer, partinin mal varlığına el konulması
tehdidiyle baskı altında tutuldular. Soğuk Savaş gerekçe gösterilerek tüm sol
girişimlere yasak getirildi. Anayasa metni Osmanlılaştırılarak Osmanlı’nın
geçmişiyle yakınlık kuruldu. Ezanın yeniden Arapça okunmasına izin verildi.
Menderes'in önceliği, Türkiye'nin hızlı büyümesiydi ve bunun için her şeyden
önemli olan siyâsî iktidar otoritesinin gücünü korumaktı. Bundan dolayı
anti-demokratik uygulamaları değiştirmek gibi işlerle uğraşmak
istemedi. Böylece ne muhalefeti, ne de muhalefetin eleştirilerini ciddiye
aldı. Onu asıl tedirgin eden, parti içi muhalefetti: “Gücü artıkça eleştirileri
görmezden gelmeye başladı ve kendi partisi içindeki demokrasiyi boğdu.”
1950'deki yenilgisinden sonra İnönü siyaset sahnesinden
ayrılsaydı, Ahmad'a göre her çok farklı olabilirdi. Ancak devletin aygıtlarının
-bürokrasi, yargı, ordu- hâlâ İnönü'nün etkisinde olduğundan şüphelenerek,
Demokratlar, "İnönü muhalefet lideri olduğu sürece iktidarda rahat
olamayacakları fikrine dayalı mantıksız bir korkuya kapıldılar" (sf. 135).
Menderes, Rusya ile ilişkilerini düzeltmesi gerektiğini
geç fark etti. Daha liberal bir politika izlemesini bekleyen aydınların
desteğini yitirdi. Diğer yandan, "askerî harcamaları, bütçe daha büyük bir
artı verene kadar bekletmek durumundaydı" (sf. 142). “Ordu, hem ekonomik anlamda
sıkıntı yaşıyor, hem de toplum içerisinde itibarsızlaştırılıyor” gerekçesiyle
rahatsızlığını dile getiriyordu. Sorunlar bir türlü aşılamadı. Aydınların da
desteği ile asker devrim yaptı ve gayr-i hukukî bir mahkeme tarafından
yargılanan Menderes, asılarak idam edildi.
Askerî vâsiler
1960-1980 yılları arası, “Askerî Vâsiler” olarak ayrılan
altıncı bölüm, cunta yönetimi ile başlıyor. Seri bir şekilde Millî Birlik
Komitesi'nin kurulmasının ardından radikallerin Komite içinden temizlenmesiyle
27 Mayıs Hareketi'nin nasıl bir “Aydınlar Devrimi”ne dönüştüğü anlatılıyor.
“Demokrat Parti etkinliğini yitirmiş, CHP ise iktidar
dışında kaldığı süre içerisinde yapacağı reformları tasarlamıştı. Yasaların
yasallığını denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi kurulacak ve özgürlükler
arttırılacaktı. Millî Birlik Komitesi, geçici bir anayasa ile 1960'ta
meşrulaştırılan bir geçici hükûmete dönüştü. Radikallerin uzaklaştırılması,
burjuvaziyi memnun etmişti.
Uzaklaştırılanlar, iki başarısız darbe girişiminde
bulundular. Hazırlanan yeni anayasa 1961'de halka sunuldu ve halkın yüzde
kırkının karşı çıkmasına rağmen çoğunlukla kabul edildi. Millet Meclisi ve Üst
Senato'dan oluşan Meclis, Cemal Gürsel'i Cumhurbaşkanı seçti. Silahlı Kuvvetler
özerkliğe kavuşturulurken, devlet de sosyal devlete dönüşmüştü. Generaller,
sistemi tehdit ettikleri gerekçesiyle sol hareketlerden hoşlanmıyorlardı.
Ekonomik tedbir ve kararlarla ülke ekonomisinin gelişmesi için seri ancak orta
vadeli kararlar alınıyordu. Sanayileşmeyle birlikte kentleşme oranı artıyor, bu
da toplumsal yapıyı değiştiriyordu.
Burjuvazinin desteği ve baskısıyla Türk Sanayiciler ve
İşadamları Derneği kuruldu. Radyo ve televizyon yaygınlaştı. Tekelciliğin
ekonomik anlamda verdiği zararlar sonucu iflaslar artıyor ve ekonomik
istikrasızlık, beraberinde siyasal durumu da olumsuz etkiliyordu. Siyâsî
partilerin kurulması ve ilk seçimlerden sonra tek başına hükûmet kuracak
yeterliliğe sahip olunamaması, koalisyonlar dönemini başlattı. 1960-1961
yılları arasında üç koalisyon hükûmeti kuruldu, ancak başarı sağlanamadı.
1961 Anayasası, Türkiye'nin dışa doğru siyasal pratikleri
beraberinde getirdi. 1960 yılında ortaya çıkan Kıbrıs Sorunu, o yıllarda çözüme
kavuşturulmuş görünse de, 1963-1964 yıllarında adadaki Rumlar ve Türkler
arasında şiddetli çatışmalar başladı. Çözüme dair öneriler sonuçsuz kaldı.
Amerika'nın özellikle müdâhil olup baskınlık kurması, Türkiye'de değişik
gösterilerin yapılmasına sebep oldu. Olaylar 1971 Askerî Müdahalesi’ne kadar
sürdü. Ancak bu gelişmeler, halkın milliyetçi duygularını kabarttı. Amerikan
karşıtı solcularla sağa yönelen milliyetçiler arasında sürekli çatışmalar
çıktı.
1965'te iktidara gelen Demirel, Amerika ile ilintili
olduğu hâlde tüm bu sorunlarla baş etmek durumunda kaldı. Diğer yandan
Avrupa'daki işçi hareketleri Türkiye'deki işçileri de cesaretlendirmiş ve
sendikalardan ayrılan işçiler, hükûmete karşı bir tehdit olarak baş gösterir
olmuşlardı.
1969 Seçimleri’nden sonra siyâsî bölünmeler yaşandı. Türkeş (MHP'de) hem tekelci kapitalizme, hem komünizme karşı olduğunu söyleyen bir aşırı milliyetçiydi, Feyzioğlu (GP'de) basitçe ortanın sağındaydı ve sundukları, Demirel'den çok farklı değildi, Erbakan (MNP'de) sermaye tekellerini Hıristiyan/Yahudi Batı'nın uşakları olarak tanımlayan 'İslâmî' jargonu kullanıyordu (sf. 163)”.
“Bu küçük partiler, bu yıllarda sadece birer koalisyon
ortağı olarak işlev gördüler. Özellikle üniversitelerdeki gençlerin taşkın
hareketleri gerginliği gittikçe tırmandırıyordu. 1970'de solun asker
içerisindeki ilişkileri biliniyordu. Bazı askerlerin tasfiyesi sonucunda
generaller, “emir-komuta zinciri”nin dışındaki subaylardan bir müdahale tehdidi
vardı ve generaller önce davranarak kendi reform programlarını uygulayıp radikalleri
bastırmaya karar verdiler (sf. 165)”.
“Her bir aşırı grubun taşkınlıklarıyla baş edemeyen
Demirel'in kendi grubundan açıktan destek istemesi, askeri harekete geçirdi. 12
Mart 1971'de dört önemli general (Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava
Komutanları)i dönemin Cumhurbaşkanı’na, Meclis ve Senato Başkanlarına birer
muhtıra sundular. Demirel, mecburen istifa etti. Böylece yeni cunta, partiler
üstü sivil ve muhafazakâr bir meclisle çalışmaya karar verdi (sf. 166)”.
Prof. Dr. Nihat Erim, 1973'teki seçimlere kadar iki kez
kabine kurdu. Yedi ilde sıkıyönetim ilân edildi. Siyâsî hayat devre dışı
bırakıldı. Toplantı ve seminerlere izin verilmedi. Bazı gazetelerin yayını
durduruldu ve yetkililerin belirlediği kitapların satışına yasaklar getirildi. Tehdit
olarak görülen gazeteci ve aydınlar tutuklanarak işkence gördüler. İşkence
sıradanlaştı. 61 Anayasası'nda değişiklikler yapılarak seçime gidildi.
6 Nisan 1973'te Fahri Korutürk, Cumhurbaşkanı seçildi.
İsmet İnönü, CHP liderliğini Ecevit'e kaptırdı. Yine 1973'te seçime
gidildiğinde, CHP, kendisinden hiç beklenmedik bir şekilde oyların yüzde 33'ünü
almıştı. AP ikinci, MSP üçüncü parti olmuştu. İlk koalisyon CHP ve MSP arasında
kuruldu. 1974'teki Kıbrıs Sorunu'nun çözüme kavuşturulmasında etkin rol oynayan
Ecevit, bir anda halkın kahramanı hâline geldi. Erken seçime giderse tek başına
iktidar olacağını düşünen Ecevit'in sağ partilerce kabul edilmeyen istifa
girişimi, siyâsî istikrarsızlığın istikrarı oldu âdeta. Ecevit ne reformları
hayata geçirebilmişti, ne de asayişi sağlayabilmişti.
Papa'ya karşı suikast girişimi ve Alevîlere karşı
saldırıların artması, gerilimi tırmandırdı. Güneydoğu Anadolu kontrol altına
alınsa da generaller teröristlere karşı başarılı olamadılar. CHP, 1980
öncesi girdiği iki seçimden oy kaybederek çıktı.
İran İslâm Devrimi ve Sovyet Rusya'nın Afganistan'a
müdahalesi, Türkiye'nin bölgedeki stratejik önemini arttırdı. Ancak Washington,
Türkiye'nin Demirel yönetiminde bölgede istikrarlı bir müttefik olamayacağına
hükmetti. Bunu sadece askerler sağlayabilirdi. Amerika'nın Yunanistan'a
yaklaşması, Türkiye'nin Batı'ya endekslenmesine sebep oldu. Artan ekonomik
krizler, IMF'nin programını gündeme getirdi. Ne var ki, ekonomik danışman
olarak atanan Turgut Özal, askerlere, ekonomik reformların hayata geçirilmesi
için siyasetin engel olduğunu söyledi. Konya'da yaşanan olaylar bahane edilerek
siyasal hayat felç edilmişti. Böylelikle 12 Eylül 1980'de generaller, bir kez
daha duruma müdahale edip yönetime el koydular.
Türkiye’nin küreselleşmeye
ayak uydurması
Yedinci bölüme gelindiğinde, Ahmad 1980-2006 yıllarını
"Ordu, Partiler ve Küreselleşme" başlığı altında aktarıyor. Bu
bölümde, yaşlarımız itibariyle bildiklerimizden farklı bir şey söylemiyor Ahmad.
ABD güdümündeki 80 Darbesi, Özal'ın 83'te tek parti olarak iktidara gelmesi,
siyâsî yasaklıların siyasete dönmesi, yönetimi askere bırakıp ekonomik
gelişmelere odaklanan Özal'ın oy oranının gittikçe düşmesi, Kenan Evren'den
sonra Cumhurbaşkanı olması, kendisinin partisinden ayrıldıktan sonra Anavatan
Partisi'nin eski gücüne bir daha dönememesi, koalisyonlar ve ekonomik
sorunların derinleşmesi konuları enine boyuna işleniyor.
Özal'ın ânî ölümüyle Demirel'in Cumhurbaşkanı olmasının ardından Anavatan'ın olduğu gibi Doğru Yol Partisi'nin de günbegün erimesi sonucu, koalisyonların devam etmesi, Çiller'le Erbakan'ın kurduğu koalisyonda Erbakan'ın Başbakan olduğu dönemde İslâmî ülkelerle girdiği yakın temas ve en son, ticarî işbirliğinin gelişmesi için Tunus'a yaptığı seyahat sonucu çektiği tepkiler aktarılıyor. 28 Şubat 1997 tarihinde, Millî Güvenlik Kurulu’nda, Erbakan'ın, “siyasal İslâm'ın Kürt milliyetçiliğinden bile daha tehlikeli olduğuna dair” hazırlanan yirmi maddelik önlem plânının altını imzalamak durumunda kalması, bundan sonra istifa etmesi, hükûmet kurma görevinin Mesut Yılmaz'a verilmesi, nihayet 1999 Seçimleri’nde yeniden Ecevit başkanlığında ve bu kez üçlü bir koalisyon hükûmetinin kurulması, ülkenin tüm bu istikrarsızlıklardan kaynaklı derinleşen ekonomik krizleri de bir bir işleniyor.
AB üyeliğine ağırlık verilmesi, partilerin kapatılması ve
buna dair tepkiler, AB müzakerelerinde Güneydoğu Anadolu'daki Kürt sorunu ile
baş etmede insanlık dışı muameleler uygulandığına dair yaptırımlar, tüm bu koalisyonların
sonunu getiriyor.
2002 yılında, 3 Kasım Pazar günü yapılan seçimlerde, AK Parti yüzde 34 oy alarak tek başına hükûmet kurma yetkisine de kavuşmuş oluyor. Bu süreci 2006'daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesine kadar kitabına alan Ahmad, son olarak AK Parti Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın Cumhurbaşkanlığı seçimlerine girmesi durumunda AK Parti'nin de akıbetinin Anavatan ve Doğru Yol partileri gibi olacağına dair öngörüsüyle bitiyor çalışmasını.
Sonuç ve değerlendirme
Bu yazı, her ne kadar bir kitap değerlendirmesi olarak
yazılmaya başlanmışsa da, genel anlamda kitabın sadece bir özetini sunmakta.
Başka araştırmacıların, kitapta geçen olaylara ilişkin değerlendirmeleri eksik
kalmıştır. Zira Ahmad bir tarihçidir ve kitabın -arka kapağındaki yorumlarında
da belirtildiği üzere- kendine özgü analitik ve nesnel bir tarih kitabı olduğu
açıktır.
1071'den 2006'ya kadar aktarılan tarihsel süreç, ölmek
üzere olan birinin gözlerinin önünden hayatının bir film şeridi gibi geçtiği
iddiasına benzer bir hızda geçmektedir. Dönem çok geniş olduğu için en önemli
olaylar hızla, ancak yeteri açıklama yapılamadan geçilmiştir. Bu da okuru,
döneme ait etraflı bir bilgiye sahip olmaması durumunda okuduklarını anlama ve
birleştirme konusunda yetersiz bırakmaktadır.
Kitap, Feroz Ahmad'ın akademik yaşamının değil, âdeta
ömrünün birikimini ustaca aktardığı bir eserdir. Sayfalar arasında atıfta
bulunmaya ihtiyaç duymayacak kadar Türk tarihi uzmanıdır. Bu konudaki
yetkinliğinin tartışma götürmeyeceği açıktır. Tarihçiler, tarihle ilgilenen
sosyal bilimciler ve tarihe ilgi duyan kesimler için -abartısız- bir
başyapıttır.
Kitap, Ahmad'ın, yazının başında belirtildiği gibi,
Türkiye'ye yerleştikten sonra çıkardığı ilk kitabıdır. Ardından çıkardığı
kitaplar da, bu kitaptaki bölümlerde verilen dönemleri genişleterek yayıma
hazırladığı kitaplardır.
Yaşı hayli ilerlemiş olan yazarın daha uzun yıllar
yaşamasını ve katkılarının devamını dilerim.