1471 yılının güzel bir
sonbahar sabahı idi. Denizin masmavi sularında hiçbir kıpırtı yoktu. Gökyüzü
açık ve berrak olup, sanki denizle birleşmiş gibiydi. Sadrazam Mahmut Paşa, av
için gerekli hazırlıkları tamamlamıştı. Kafile Pâdişah’ı bekliyordu. Pâdişah
kendisini uğurlamaya gelen kalabalık Saray erkânı ile Cümle Kapısı’nda
görülünce, herkes saygı duruşuna geçmişti.
Hükümdar,
sarı ve mavi renklerin hâkim olduğu, yakası kürklü kaftanı ile zümrüt sorguçlu
beyaz sarığını giymişti. Altında lacivert bir şalvar ve sarı çizmeleri vardı.
Kendinden emin ve ağır adımlarla beyaz atına bindi. Yan yana üçerli sıra
hâlinde dizilen süvâriler, büyük bir disiplin ve düzen içinde Hükümdar’ı
izlemeye başladılar.
Altın
ve gümüş işlemeli eyer takımlarıyla dünyanın en iyi cins atlarından, rengârenk
bayrak ve flamalardan oluşan kafile göz kamaştırıyordu. Pâdişah yaklaşık on beş
yirmi metre kadar önden giderken, sağ ve soldaki korumaları onu birkaç metre
kadar geriden izliyorlardı. Güzergâh belirlenmişti. Topkapı’dan geçerek Kâğıthane’ye
gidilecekti. Pâdişah çok neşeli ve mutlu görünüyordu. Birkaç yüz metre ancak
gitmişlerdi ki, ileride Topkapı surları görüldü. Fâtih, gözleri surlara takılı hâlde
bir süre daldı. Güneşin aydınlattığı hisarlar kendisine gülümsüyor gibiydi. On
sekiz yıl önce bu surları ele geçirmek için yaptığı destansı mücadeleyi
hatırladı. Surlara bayrak dikerken şehit düşen Ulubatlı Hasan’ları, Karıştıran
Süleyman Beyleri ve daha nice kahramanları düşündü. Görevlendirdiği Şehremini
ve mimarları, kentin siluetini değiştirmeyi başarmışlardı. Daha yapılacak çok
iş vardı.
Büyük
hükümdarı beklenmedik bir olay daldığı düşüncelerden uyandırdı. Her nasılsa korumaların
dikkatini çekmeden Fâtih’e yaklaşabilen bir dilenci, “Pâdişahım, Allah rızası
için şu fakiri sevindirin!” diye yakarmaya başladı.
Pâdişah
atını durdurup bir altın vermişti ki tam yoluna devam edecekken, dilenci sesini
yükselterek, “Pâdişahım, sizin kardeşiniz olduğum hâlde bana yalnızca bir altın
vermeniz revâ mıdır?” diye seslendi.
Başta
Pâdişah olmak üzere olaya tanık olanlar şaşırmışlardı. Gözleri çukurlarında
kaybolmuş, avurtları çökmüş, perişan, sarıklı, yalın ayaklı bu ihtiyar dilenci
çılgın ya da deli olmalıydı. Bütün dünyanın çekindiği ve saygı duyduğu Fâtih
Sultan Mehmet Han’la bu şekilde konuşmak görülmüş ve duyulmuş bir şey değildi.
Ayrıca Fâtih, “kardeş” sözcüğünden de rahatsız olmuştu. Geçmişte ortaya çıkan
sahte şehzâdelerin zararlarını çok iyi biliyordu. Bu nedenle ülkenin birlik ve
beraberliği için yaptırdığı kanunnâmede pâdişahlara gerektiğinde kardeşlerini
öldürme yetkisi vermişti. Kardeşi olduğunu söyleyen bu garip dilenciye dikkatle
baktı. Düzmece Mustafa olacak birine benzemiyordu ama kardeşlik iddiasını da
merak etmişti. Bu nedenle kaşlarını çatarak dilenciye hitâben tok bir sesle,
“Bu ne biçim söz böyle, nereden kardeşin oluyorum senin?” dedi.
Dilenci gâyet sakin bir sesle, “Pâdişahım, bu ne gaflet böyle! Kardeşiniz olduğumu nasıl bilmezsiniz?” dedi. Pâdişah bu cevaba iyice kızarak, “Bre adam, anlatsana bu kardeşliğin aslını!” diye karşılık verdi. Dilenci işin ciddiyetini anlayınca sözü uzatmadan “Pâdişahım, ikimiz de Âdem Ata’nın evlatları değil miyiz?” deyince, Fâtih’in yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Bu espriden hoşlandığı belliydi. Adama birkaç altın daha verirken şöyle ilâve etti: “Dikkat et, diğer kardeşlerimiz duymasınlar! Yoksa hissene bunlar bile düşmez!”