Duygu yüklü dakikalar

Bir tas ayran, su, bir sıcak çay, bir Tokat yazması, çorap, ilif, bir demet çiçek, mutluluk için yetiyor da artıyor bile. Dünya hayatından hiçbir beklentileri yok. Mâkâm, mevki, rüşvet, araba, çok para diye bir gündemleri de yok.

SON günlerde gökyüzündeki değişimleri izliyoruz. Güneş her gün biraz daha uzaklardan doğuyor, gün boyu yolculuğunu tamamlayıp akşama teslim oluyor. Her bulut, serinliği rüzgârla harmanlayıp gezintiye çıkıyor. Yağmur olup yağmasa da gökyüzünde varlığını hissettiriyor.

Gündüzleri yirmi iki dereceye kadar düşen sıcaklıkların akşama ulaştığı saatlerdeki serinliği balkona yansıyor. Kazaksız, hırkasız, yeleksiz üşütüyor. Yavaş yavaş sonbahar yerleşiyor; önümüzdeki günlerde kış mevsiminin ayak izlerini görecek, belirtilerini hissedeceğiz.

On beş dereceye kadar düşen gecelerde yürüyüş saatlerimiz dahi değişiyor. Rüzgârsız bir günümüz yok… Karayel, ağ yel, poyraz gibi kelimelerin nesilden nesle aktarımı devam ediyor. Beyaz saçlılar ata babalarından kalan bilgilerle yarım yamalak birkaç cümle ile açıklama yapsalar da bunlar, çocukluğumdaki köy bilgelerinin yerini tutmuyor.

Gece ve gündüz giydiklerimize dikkat etmemizin vakti geldi. Mevsim normallerinin üzerinde sıcak günleri yaşadığımız yaz geride kaldı. Toprağın dahi kış hazırlığını görebiliyoruz. Doğada var olan ağaçlar ve bitkilerin çoğu sararmaya, kurumaya, tohum bırakmaya başladı. Yapraklar dalından kopmaya, kendini rüzgâra bırakıp kaderin elinde nereye savrulursa oraya konmaya başladı.

Her sabah yaptığımız bahçe gezimizde çise yağdığını ayaklarımızın ıslanışından anlıyoruz. Bütün mevsimleri seviyorum. Baharda yeniden doğuşa, dirilişe, yazda sebze ve meyvelerin bolluğuna, sonbaharın duygusal günlerine, kışın kar yağışı ve tertemiz havasına bayılıyorum. Hepsi bu kadar değil elbette, o kadar çok şey var ki bayıldığım…

Yağmurunda ıslandığım, sularında yıkandığım, dalından kopan yapraklar üzerinde yürüdüğüm, kayak yaptığım güzellikler, farklı mevsimlerin hayatımıza ikramlarıdır. Mart ortasından itibaren yaşadığım yazlık evimde ilk kez sonbaharı yaşıyorum. On bir yaşında ayrıldığım köyde, yıllar sonra dört mevsim heyecanım ve mutluluğum günbegün bizi etkisi altına alıyor.

Köyden Erbaa ve Tokat’a günübirlik ve birkaç günlük ziyaretler Koronavirüs tehlikesi ve baskısı altında istenen tadı vermiyor. Sınırlı ve sinirli dakikalar, kontrollü gülüşlerin de merkezine oturuyor.

Şehirlerde yaşamak mecburiyetinde olanlara göre çok şanslıyım. Sokağa çıkma yasağı yok. Bahçemizdeki günlük çalışmalar ve Kelkit kıyısında rutin yürüyüşler rahat nefes almamızı sağlıyor. Akşamların semaver çay keyfi de katma değer olarak mevcût durumu destekliyor,  besliyor.

Kelkit vadisinden dört mevsim rüzgâr hiç eksiz olmuyor. Yazın serinletiyor, kışın üşütüyor. Bazen gökten ateşler çıkıyor, peşinden şiddetli sesler çoluk çocuğu korkutuyor. Köyün asil sahipleri sürekli dinleniyor. Emeklilik günlerinin tadını çıkarıyor, dünya hayatlarının son günlerinde huzurlu, mutlu yaşamanın rahatlığıyla günlerini gün ediyorlar. Hemen hemen her eve mutlaka maaş giriyor.

Yine ihtiyaç fazlası köpek ve kediler var. Sahipsiz… Düzenli yaşantıları ve beslenmeleri yok. İyi niyetlilerin ve hayvan severlerin insafına kalmışlar. Zayıf ve kontrolsüzler...

Yazlık evler çoğalıyor. İnsanlar zor günlerde sadece kendilerine ait, sığınabilecekleri, izole olabilecekleri mekân yapmak için âdeta yarış hâlindeler. Yazlık veya bağ evleri sayısı süratle çoğalıyor. Müstakil evlerde rahat oturuyor, gülünüyor, oyunlar oynanıyor, çocuklar istedikleri gibi hareket ediyor, ziyafetler birbirini izliyor…

Yaz başında dolu vurmasına rağmen, meyve ve sebzede çok bol bir sezon geçirdik. Karpuz, domates, biber, patlıcan, salatalık, fasulye, lahana, çilek, elma, şeftali, erik, incir, üzüm ve daha neler neler! Sabahları insanlar tarlaya, bağa ve bahçeye gidiyorlar. Birçoğunun gidiş ve geliş saatleri hemen her gün aynı, yaptıkları işler de. Selâmlaşıyor, hâl hatır soruyoruz.

Bir sabah köydeki mahalleden komşumuz, köy büyüğümüz Hatice nine, sırtında çuval, tarladan geliyor… Ben de bahçe içinde geziniyorum… Yorulmuş olacak ki, duyabileceğim kadar bir “Of!” çekip bizim bahçe kapısının önüne oturdu. Bir bardak su alarak hemen yanına koştum. Bir elini başına koydu. Besmele çekti. Suyu içti. “Su gibi aziz ol oğul, su verenlerin çok olsun!” dedi, derin bir nefes aldı. “Oh!” deyiverdi. Çuvalı evlerine kadar götürebileceğimi söyledim. Kabul etmedi. “Yavaş yavaş giderim. Bu benim yetmiş yıl boyunca yaptığım iş, rahat ol!” dedi. Bir isteği olup olmadığını sordum. Gülümsedi. “Yok” dedi. “Sağ ol, var ol” diye de ekledi.

Çok hafif ve kısa adımlarla yaklaştığınız insanların mutluluğu size de yansıyor. “Sabır, şükür, iyi niyet, bölüşmek, paylaşmak, birlikte çalışmak” ve nicesi…

Bir tas ayran, su, bir sıcak çay, bir Tokat yazması, çorap, ilif, bir demet çiçek, mutluluk için yetiyor da artıyor bile. Dünya hayatından hiçbir beklentileri yok. Mâkâm, mevki, rüşvet, araba, çok para diye bir gündemleri de yok. Çocukları ve torunları ile sadece huzur ve mutlu yuvanın devamı, duâlarının ana merkezini oluşturuyor.

“Huzurlu, mutlu ve neşeli olmanın merkezlerinden biri de yaşadığımız mekân” diyebiliriz. Doğal olmak, sade yaşamak, ayakkabısız, çorapsız toprağa basmak, bazen çocuklaşmak, hortumla karşılıklı ıslanma ve ıslatma şakaları yapmak… Kuşların muhabbetini, sular altında yıkanışlarını izlerken sevginin tarifini yeniden yapıyorsunuz.

Bir akşam eşi ile semaver çayı için davet ediyorum. Gözlerinin içi gülüyor: “Herife söylerim, keyfi yerinde olur, diz ağrıları da müsaade ederse geliriz.” 

Kelkit ırmağı üzerindeki demir köprüden geçip eve doğru, çuval sırtında, belini hafif bükmüş, yoluna devam ediyor.

Kim bilir, eşimin bahçemizden topladığı çiçekleri elli iki yıllık eşine sunacağı dakikaların heyecanı, bize gönderdiği duâlara karışıyordur.

Duygu yüklü dakikalar ve saatlerim her gün çoğalıyor. Ne çok özlemişiz!