SON günlerde
gökyüzündeki değişimleri izliyoruz. Güneş her gün biraz daha uzaklardan
doğuyor, gün boyu yolculuğunu tamamlayıp akşama teslim oluyor. Her bulut,
serinliği rüzgârla harmanlayıp gezintiye çıkıyor. Yağmur olup yağmasa da
gökyüzünde varlığını hissettiriyor.
Gündüzleri
yirmi iki dereceye kadar düşen sıcaklıkların akşama ulaştığı saatlerdeki serinliği
balkona yansıyor. Kazaksız, hırkasız, yeleksiz üşütüyor. Yavaş yavaş sonbahar
yerleşiyor; önümüzdeki günlerde kış mevsiminin ayak izlerini görecek,
belirtilerini hissedeceğiz.
On
beş dereceye kadar düşen gecelerde yürüyüş saatlerimiz dahi değişiyor. Rüzgârsız
bir günümüz yok… Karayel, ağ yel, poyraz gibi kelimelerin nesilden nesle
aktarımı devam ediyor. Beyaz saçlılar ata babalarından kalan bilgilerle yarım
yamalak birkaç cümle ile açıklama yapsalar da bunlar, çocukluğumdaki köy
bilgelerinin yerini tutmuyor.
Gece
ve gündüz giydiklerimize dikkat etmemizin vakti geldi. Mevsim normallerinin
üzerinde sıcak günleri yaşadığımız yaz geride kaldı. Toprağın dahi kış
hazırlığını görebiliyoruz. Doğada var olan ağaçlar ve bitkilerin çoğu sararmaya,
kurumaya, tohum bırakmaya başladı. Yapraklar dalından kopmaya, kendini rüzgâra
bırakıp kaderin elinde nereye savrulursa oraya konmaya başladı.
Her
sabah yaptığımız bahçe gezimizde çise yağdığını ayaklarımızın ıslanışından
anlıyoruz. Bütün mevsimleri seviyorum. Baharda yeniden doğuşa, dirilişe, yazda
sebze ve meyvelerin bolluğuna, sonbaharın duygusal günlerine, kışın kar yağışı
ve tertemiz havasına bayılıyorum. Hepsi bu kadar değil elbette, o kadar çok şey
var ki bayıldığım…
Yağmurunda
ıslandığım, sularında yıkandığım, dalından kopan yapraklar üzerinde yürüdüğüm, kayak
yaptığım güzellikler, farklı mevsimlerin hayatımıza ikramlarıdır. Mart
ortasından itibaren yaşadığım yazlık evimde ilk kez sonbaharı yaşıyorum. On bir
yaşında ayrıldığım köyde, yıllar sonra dört mevsim heyecanım ve mutluluğum
günbegün bizi etkisi altına alıyor.
Köyden
Erbaa ve Tokat’a günübirlik ve birkaç günlük ziyaretler Koronavirüs tehlikesi
ve baskısı altında istenen tadı vermiyor. Sınırlı ve sinirli dakikalar,
kontrollü gülüşlerin de merkezine oturuyor.
Şehirlerde
yaşamak mecburiyetinde olanlara göre çok şanslıyım. Sokağa çıkma yasağı yok.
Bahçemizdeki günlük çalışmalar ve Kelkit kıyısında rutin yürüyüşler rahat nefes
almamızı sağlıyor. Akşamların semaver çay keyfi de katma değer olarak mevcût
durumu destekliyor, besliyor.
Kelkit
vadisinden dört mevsim rüzgâr hiç eksiz olmuyor. Yazın serinletiyor, kışın
üşütüyor. Bazen gökten ateşler çıkıyor, peşinden şiddetli sesler çoluk çocuğu
korkutuyor. Köyün asil sahipleri sürekli dinleniyor. Emeklilik günlerinin
tadını çıkarıyor, dünya hayatlarının son günlerinde huzurlu, mutlu yaşamanın
rahatlığıyla günlerini gün ediyorlar. Hemen hemen her eve mutlaka maaş giriyor.
Yine
ihtiyaç fazlası köpek ve kediler var. Sahipsiz… Düzenli yaşantıları ve beslenmeleri
yok. İyi niyetlilerin ve hayvan severlerin insafına kalmışlar. Zayıf ve
kontrolsüzler...
Yazlık
evler çoğalıyor. İnsanlar zor günlerde sadece kendilerine ait,
sığınabilecekleri, izole olabilecekleri mekân yapmak için âdeta yarış hâlindeler.
Yazlık veya bağ evleri sayısı süratle çoğalıyor. Müstakil evlerde rahat
oturuyor, gülünüyor, oyunlar oynanıyor, çocuklar istedikleri gibi hareket
ediyor, ziyafetler birbirini izliyor…
Yaz
başında dolu vurmasına rağmen, meyve ve sebzede çok bol bir sezon geçirdik.
Karpuz, domates, biber, patlıcan, salatalık, fasulye, lahana, çilek, elma,
şeftali, erik, incir, üzüm ve daha neler neler! Sabahları insanlar tarlaya,
bağa ve bahçeye gidiyorlar. Birçoğunun gidiş ve geliş saatleri hemen her gün
aynı, yaptıkları işler de. Selâmlaşıyor, hâl hatır soruyoruz.
Bir
sabah köydeki mahalleden komşumuz, köy büyüğümüz Hatice nine, sırtında çuval, tarladan
geliyor… Ben de bahçe içinde geziniyorum… Yorulmuş olacak ki, duyabileceğim
kadar bir “Of!” çekip bizim bahçe kapısının önüne oturdu. Bir bardak su alarak
hemen yanına koştum. Bir elini başına koydu. Besmele çekti. Suyu içti. “Su gibi
aziz ol oğul, su verenlerin çok olsun!” dedi, derin bir nefes aldı. “Oh!”
deyiverdi. Çuvalı evlerine kadar götürebileceğimi söyledim. Kabul etmedi. “Yavaş
yavaş giderim. Bu benim yetmiş yıl boyunca yaptığım iş, rahat ol!” dedi. Bir
isteği olup olmadığını sordum. Gülümsedi. “Yok” dedi. “Sağ ol, var ol” diye de
ekledi.
Çok
hafif ve kısa adımlarla yaklaştığınız insanların mutluluğu size de yansıyor. “Sabır,
şükür, iyi niyet, bölüşmek, paylaşmak, birlikte çalışmak” ve nicesi…
Bir
tas ayran, su, bir sıcak çay, bir Tokat yazması, çorap, ilif, bir demet çiçek,
mutluluk için yetiyor da artıyor bile. Dünya hayatından hiçbir beklentileri
yok. Mâkâm, mevki, rüşvet, araba, çok para diye bir gündemleri de yok.
Çocukları ve torunları ile sadece huzur ve mutlu yuvanın devamı, duâlarının ana
merkezini oluşturuyor.
“Huzurlu,
mutlu ve neşeli olmanın merkezlerinden biri de yaşadığımız mekân” diyebiliriz.
Doğal olmak, sade yaşamak, ayakkabısız, çorapsız toprağa basmak, bazen
çocuklaşmak, hortumla karşılıklı ıslanma ve ıslatma şakaları yapmak… Kuşların
muhabbetini, sular altında yıkanışlarını izlerken sevginin tarifini yeniden
yapıyorsunuz.
Bir
akşam eşi ile semaver çayı için davet ediyorum. Gözlerinin içi gülüyor: “Herife
söylerim, keyfi yerinde olur, diz ağrıları da müsaade ederse geliriz.”
Kelkit
ırmağı üzerindeki demir köprüden geçip eve doğru, çuval sırtında, belini hafif
bükmüş, yoluna devam ediyor.
Kim
bilir, eşimin bahçemizden topladığı çiçekleri elli iki yıllık eşine sunacağı
dakikaların heyecanı, bize gönderdiği duâlara karışıyordur.
Duygu
yüklü dakikalar ve saatlerim her gün çoğalıyor. Ne çok özlemişiz!