DARYUSLU
Shayegen, “Modernlik, Hıristiyanlık dediğimiz dinin eleştirisinden doğmuştur”
diye yazar. Gerçekten de modern Batı düşünce ve sanatına baktığımızda bunu daha
bariz bir şekilde görürüz. Özellikle Ortaçağ aydınlanması, Kilise kökenli
düşünür ve sanatçıların Hıristiyanlığı eleştirisiyle başlamış ve kendilerinden
sonra gelenler de bu yolu takip etmişlerdir. Ortaçağ düşünür ve sanatçıları,
başta din olmak üzere her şeye akılcı yaklaşmış ve eleştirel bir dil
kullanmışlardır. Bu bağlamda Erasmus ve Martin Luther, ilk akla gelen
isimlerdir.
Batı dünyasında din ve tanrı,
her zaman bir problem olarak zihni meşgul etmiştir. Diyebiliriz ki, Batılı
yazarların büyük bir çoğunluğu bu problemi çözmek için (düşünce ve sanat)
eserlerini araç yapmışlardır. Son iki yüz yıldır Hıristiyan âleminde yazılan ve
şiir başta olmak üzere düşünce ve sanat eserlerinin büyük çoğunluğu, bazen
doğrudan, bazen de dolaylı olarak hep bu konu etrafında dönüp durmuştur.
Nietzsche’nin nihilizmi, Kafka’nın romanlarındaki yabancılaşma, Heiddigger’in “Varlık
ve Zaman”ı, Soren Kierkegaard’ın “Korku ve Titreyiş”i, Sartre’nin “Varlık ve
Hiçlik”i, Dostoyevski ve Tolstoy’un romanları, Camus’un “Başkaldıran İnsan”ı,
Andre Gide’nin din ve ahlakı sorgulayan romanları ilk akla gelen örneklerdir.
Bu yazarlara baktığımızda, ortaya koydukları eserlerde din ve tanrı olgusunu
bir problem olarak aşamadıklarını görürüz.
Batı’da dinin sorgulanır
olması, Ortaçağ din anlayışı ve engizisyona bağlı olduğu kadar, Hıristiyanlığın
ortaya çıktığı Roma’nın pagan anlayışına da dayanmaktadır. Bilindiği gibi pagan
Roma inancı, mitolojik tanrı ve tanrıçalar üzerine kurgulanmıştır. Savaşan ve
sevişen tanrı ve tanrıçaların içinde boğulan Roma’ya, İsa getirdiği mesaj ile
bir nefes aldırmış, sanki “Ben babasız doğdum” diyerek, cinsel perhiz tutan
Meryem’in şahsında Roma’yı aşk ve şehvet savaşlarından kurtarmıştır.
Bir kabulle teslim alınan
din
Hazreti İsa, inanışa göre çok
tanrılı pagan inancını tevhit anlayışına çevirmek istemiş ve bu uğurda çarmıha
gerilerek bedel ödemiştir. Roma’nın Hıristiyanlığı kabulüyle birlikte, kendisini
İsa’ya teslim edeceği yere İsa’yı teslim almış ve mitolojik kahramanlarının
birçok hasletini de ona yüklemiştir. Bugün Hıristiyanlığın içinden çıkamadığı
babasız İsa ve tanrı problemi de burada düğümlenmektedir. Renan gibi önemli bir
fikir adamı dahi İsa’nın babasız doğduğuna inanmamış, Marangoz Yusuf’u işaret
etmiştir.
Bütün hayatını akılcılık
üzerine oturtan Batı insanının babasız İsa’ya inanması elbette zordur. Bundan
dolayı Batı, Hıristiyanlığı kabul ettiği günden bu yana İsa’ya “baba”
aramaktadır. Bu baba arayışı Kilise’nin de bulmakta zorlandığı bir durum
olduğundan, İsa’ya somut baba bulmak yerine soyut bir baba bulunmuş ve onun
tanrının oğlu olduğu fikri üzerinde bir inanç oluşturulmuştur.
Özellikle 2 ve 3. yüzyılda Doğu kadim Hıristiyanlığının monofizit[i] ve diofizit[ii] anlayışı üzerine inşa edilmesi anlamlıdır. Tarih boyunca bazen birlik (monofizit), bazen ikicilik (diofizit) ve bazen teslis (üçleme) arasında gidip gelen Hıristiyanlık, gerçek imanı hiçbir zaman bulamamıştır. Gerçek imanı bulabilmesi için, önce kafasındaki İsa ve tanrı problemini çözmesi gerekmektedir. İşte bu bağlamda Batılı düşünür ve sanatçılar kafa yormuş, birçok eser kaleme almışlardır. Çok zeki olanları bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu anladıklarından ya ateizme kaymış ya da dini bir aksesuar olarak görmüşlerdir. Arayışta olanlar ise hep arafta kalmışlardır.
Arayışın adamı Dostoyevski
Batı edebiyatında arafta
kalan sanatçılar içinde en dikkat çekici yazar, hiç kuşkusuz Dostoyevski’dir.
Dostoyevski, inanmak için çırpınan ama bir türlü gerçek imanı elde edemeyen bir
muzdariptir. Çağdaşı Tolstoy ise ona göre daha şanslıdır, zira sorgulamaktan
daha çok iman etmeyi, felsefe yapmaktan daha çok vaaz etme yolunu seçmiştir.
Romanlarını şiir söyler gibi
büyük bir coşkunluk içinde, güçlü bir ilhamla yazan Dostoyevski, birçok
eserinde var oluş ve tanrıyı problem edinmiştir. İsa ve tanrı algısı, içinde
doğup yaşadığı Ortodoks Hıristiyanlığı etrafında şekillendiğinden, dine hep bu
çerçevede bakmış, arayışını roman kahramanlarının diliyle vermeye çabalamış,
bazen Raskolnikov gibi vicdana, bazen de sıradan
bir Rus gibi tanrıya sığınmıştır.
Çocukluğu kuralcı bir babanın
sıkı disiplini altında, içe kapanık bir şekilde geçen Dostoyevski’nin çok
dindar bir ailede yetiştiği söylenemez. Daha çok İncil’den sayfaların okunduğu
bir evde, Puşkin ve Walter Scott’un eserleriyle büyüyen Dostoyevski’nin tanrı
inancı güçlü değildir ki daha sonra örgüt kurmaktan yakalanmasına neden olan
arkadaşlarına baktığımızda dini inançlarının pek güçlü olmadığı, devrimci
fikirlerle yetiştiklerini görürüz.
Garaudy merceğinden
Dostoyeski’ye bakınca
Dostoyevski’nin, kurşuna dizilmesine
ramak kala yaşadığı ruh hali, onun daha sonraki hayatında ve dini düşünce
üzerine yoğunlaşmasında belirleyici rol oynamıştır. Ondaki tanrı arayışını,
onun genç yaşta kurşuna dizilmesine ramak kala bir afla ölümden kurtulması
olayında aramalıyız. Onun kıl payı kurşuna dizilmekten kurtulması, ondaki
arayışın temel noktasıdır. Zira bu olaydan önce kendisinin böyle bir sorunu
yoktur. Zira bunu Scott, Puşkin ve Googol gibi yazarları okumasından
anlayabiliyoruz. Peki, ondaki tanrı arayışı, İsa sorunsalı nasıl nüksetmiştir?
Bu soruya cevap verebilmek
için, gençliği sosyalist olarak geçen, devrimci bir Zabata hayaliyle yaşayan ve
60 yaşında Müslüman olan Roger Garaudy’e bakmak gerekir. Bilindiği gibi
Garaudy, Fransa’nın Cezayir’i işgali sırasında, muhalif bir sosyalist olarak,
esir bulunduğu kampta Fransız komutanın “Çadırlarınızdan çıkarsanız sizi
vururum” emrine rağmen arkadaşlarıyla özgürlük marşı okuyarak çadırlarından
çıkıp yürümüşler, onların bu isyancı tavrına karşılık Fransız komutanın emri
altındaki Müslüman Cezayirli askerlere “Bunları öldürün” emri verilmiş ve
Cezayirli Müslüman askerlerse “Silahsız insanlara kurşun sıkmayız” diyerek
verilen emri dinlememiştir. Bu Müslümanca tavır, ölümün sıcak nefesini
ensesinde hisseden Garaudy’i etkilemiş, uzun yıllar kafasını meşgul etmiştir.
Bu olay, yıllar sonra (60 yaşında) Müslüman olmasına neden olmuştur.
Istırap denizinde yüzerken
Kurşuna dizilmesine ramak
kala kurtulan Dostoyevski de böyle bir hal yaşamış olmalıdır ki hep bir tanrı
arayışı içinde olmuştur. Onun bu arayışı, Garaudy gibi onu huzura
erdirmemiştir. Çünkü Garaudy İslam’ı tanıma imkânı bulmuş, Dostoyevski ise
Yunan ve Roma mitolojisinden kopya bir zavallı İsa’nın anlatıldığı İncil’le
karşılaşmıştır. Scott’un şövalyelik romanlarıyla büyüyen Dostoyevski’yi,
çarmıha gerilen zavallı bir İsa kurtaramazdı. Çünkü kafasının içinde
kahramanlar ve şövalyeler olan Dostoyevski, elleri ayakları çivili, ıstırap
çeken bir tanrıyı kutsayamazdı.
Böyle olmasına karşın
Dostoyevski, yine de inanmak isteyecek ve romanlarının tümünü İsa’nın acı
çekmesinden ilham alarak, günah ve acı çekmeyi yüceltecek ve bu konu etrafında
karakterler oluşturacaktır. Kahramanlarını hep ezilmişlerden, katillerden,
yoksul ve hastalıklı insanlardan seçer. İsa’nın zavallı ve acı çeken
kişiliğiyle Dostoyevski’nin marazi ruhu, saralı bedeni örtüşür adeta. Aslında o,
İsa’yı yüceltirken gerçekte kendi acı çeken marazi ruhunu yüceltmektedir.
Stefan Zweig, Karamazov
Kardeşler’de İvan’ın kendi kendine sorduğu bir sorudan yola çıkarak, “Dostoyevski’nin
bütün kahramanları, hepsinden önce de kendisi, tanrı problemini ortaya atan ama
cevaplandırmadan bırakan bu şeytanı kendi içlerinde taşırlar”[iii] der ve ardından ekler: “Bu gibi
sorularla kendi kendine eziyet eden ‘yüce bir kalpleri’ vardır. Stavrogin,
insan kılığına girmiş olan bu şeytan, alçakgönüllü Şatov’a birden şunu sorar: Tanrıya
inanır mısınız?”[iv]
Bu noktada herkes Şatov’un ya
inanıyorum ya da inanmıyorum diye kesin bir cevap vereceğini zanneder. Oysa
Şatov, ‘Rusya’ya inanıyorum ben’ diyerek kaçamak bir cevap verir. Çünkü ne Dostoyevski, ne diğer bütün Batılı
yazarların tanrıya inanma bağlamında ellerinde güçlü bir mesnet yoktur. Tanrı
diye tapındıkları İsa, kendileri gibi yiyip içen, geğiren, kusan, ağlayan ve
acı çeken bir insandır. Hem bunu görmek, hem böyle bir tanrıya inanmak mümkün
mü?
Hatta İsa, babasız olduğu
için eksiktir, anaerkildir. Bu yüzden Sezar’ın kılıcını almaktan imtina etmiş
İsa. Roma’nın mirasını İsa üzerinden sürdüren Batı, güçlü olmayan bir tanrının
(İsa’ya) eline, kılıç veremediği için sevgi ve erdem metinleri tutuşturmuştur.
Bu yüzden “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” diye bir seküler
düşünce ve inanç formüle edilmiştir. Roma mirasını sürdüren Batı düşüncesinde
“Sezar’ın hakkını Sezar’a veren” bir İsa, yenilmeye mahkûmdur.
Dostoyevski, bu problemle
karşılaştığı her noktada kaçar ama bu kaçış, onu rahatlatmaz. Zira “Tanrı,
hayatım boyunca bana azap verdi” diyerek bu kaçışı dile getirir. Aslında ona
azap veren tanrı değil, inanacağı bir tanrının olmayışıdır. Bazı düşünür ve
sanatçılar inanmamak için can atarken, Dostoyevski inanmak için can atar ve
onun coşkun satırlarından bize kalan tanrı fikri şudur: “Keşke inanabileceğim
bir tanrım olsaydı…”
Zweig, Dostoyevski’nin tanrı
probleminden kurtulamamasının, onun için azap verici olduğunu belirtir. Ama
neden inanamadığı üzerinde de durmaz. Çünkü o da aslında “Üç Büyük Usta”,
“Kendi Hayatının Şarkısını Söyleyenler” ve “Kendi İçindeki Şeytanla Savaşanlar”
adlı biyografik çalışmalarında anlattığı bütün yazar ve sanatçıların yerine
kendini koyarak anlatmıştır. Üç Büyük Usta’da anlattığı Dostoyevski, aslında
Zweig’in kendisidir. Bu yüzden anlattığı yazarlarla özdeşleşen Zweig, tıpkı
onlar gibi din ve tanrı problemi yaşamış, tıpkı onların hayatı gibi kendisinin
de hayatı azaba dönüşmüştür. Hatta o bir adım daha ileri giderek intihar
etmiştir. Bu yüzden Dostoyevski’nin inançsızlık veya arayışını, arafta kalışını
çok iyi anlamakla birlikte, cevap vermekte de zorlanmıştır.
Bu bağlamda Dostoyevski’nin
en önemli romanı, hiç kuşkusuz Karamazov Kardeşler’dir. Dostoyevski, bu hacimli
eserinde kafasını patlatırcasına inanç konusunda yoğunlaşmış, tanrı, İsa ve
Hıristiyanlığa ciddi eleştiriler getirmiştir. Buna karşın ne inkâr edebilmiş,
ne de iman etmiştir. Edward Hallett Carr, “Karamazov Kardeşler’in sorunları,
Hıristiyanlığı savunan herkesin karşılaştığı sorunlardır”[v]
diye yazar. Karamazov Kardeşler’in en can alıcı bölümü, hiç kuşkusuz Büyük Engizisyoncunun
anlatıldığı bölümdür. Burada en dikkat çekici şey, hiç kuşkusuz İsa’nın tekrar
yeryüzüne iniş sahnesidir. Bu bölüm üzerine yüzlerce yorum yapılmıştır. Shyegan,
bu bölüm için “Dünya edebiyatının en allak bullak edici bölümü” der.
Batı, Hıristiyanlığı kabul ettiği günden bu yana İsa’ya “baba” aramaktadır. Bu baba arayışı Kilise’nin de bulmakta zorlandığı bir durum olduğundan, İsa’ya somut baba bulmak yerine soyut bir baba bulunmuş ve onun tanrının oğlu olduğu fikri üzerinde bir inanç oluşturulmuştur.
Büyük Engizisyoncu
Bu sahnede İsa ile
Engizisyoncu arasında uzun bir diyalog geçer. Bölüm şöyledir: 16. yüzyılda,
engizisyonun, gücünün ve eyleminin doruğunda olduğu sırada Seville’de İsa
yeryüzüne iner, tanınır ve tutuklanır. Engizisyoncu, onu kaldığı zindanda
ziyaret eder. “Engizisyoncu, çölde İsa’nın, onu doğru yoldan çıkarmak için
musallat olan üç iğvayı reddetmiş olmasını kınamaktadır. Oysa o üç teklif, tam
da insan mutluluğunun üç anahtarıdır. İncil’e göre ilk iğva, taşları ekmek
yapma çağrısıydı, fakat İsa reddetmiştir. Zira ekmekle satın alınan itaatin pek
bir değeri olmadığını düşünmektedir. Yalnız ekmekle yaşanmaz, ona ruh da
lazımdır. Ekmek mucizesine rıza göstermiş olsaydın” der Büyük Engiszisyoncu, “İnsanların
ezeli endişelerini de dindirmiş olacaktın”.
İsa’nın reddettiği ikinci
iğva ise mucize olmuştur. Burada da insanların daima daha fazla mucize
istediklerini anlamamıştır. Üfürükçüler, büyücüler, kocakarılar önünde dize
gelir. Yüz kere asi, dinsiz ya da din sapığı olsa da yapar bunu: “Halk, ‘Çarmıhtan
inersen sen olduğuna iman getiririz’ diye haykırışıp seni alaya alırken
çarmıhtan inmedin. İnsanların imanını mucizeye bağlamak istedin. Özgür, açık
bir iman peşindeydin. Ama bunda bile insanlara hak ettiklerinden daha büyük
değer vermiştin. Yaratılıştan isyancı oldukları halde sadece köledir onlar…”
İsa’nın karşı koyduğu üçüncü
iğva ise Sezar’ın kılıcı olmuştur. Bunu reddeden İsa, insanlığın en büyük
hayali olan, önünde eğilinecek kadir-i mutlak bir efendinin tahta geçişini
gerçekleştiremez ve “Böylece Sezar kılıcı bizim elimize geçti” der Engizisyoncu,
“Böylece seni reddederek ötekinin peşinden gittik”.[vi]
Özellikle Engizisyoncunun
İsa’yı itham ettiği üç iğva, gerçekte Dostoyevski’ye göre insanın mutluğunun
saklı olduğu üç şeydir ve İsa, bunları reddederek insanın özgürlüğünü
engellemiş ve onun acı çekmesine neden olmuştur. Zira İsa, taşları ekmek
yapsaydı, çarmıhtan sağ salim inseydi ve Sezar’ın kılıcını almış olsaydı,
insanların hem iman, hem de mutluluk bağlamında bir şüphesi olmayacaktı.
Dostoyevski’nin bu bölümde
ortaya sürdüğü fikirlerin bir başka yönü ise, salt insanın özgürlüğü noktası
değildir. Aynı zamanda 16. yüzyılda müesseseleşmiş olan ve iktidarla ilişki
kuran Kilise’ye eleştiri yöneltir. İsa, Roma’ya başkaldırdığı için çarmıha
gerilmiştir, Engizisyoncu da iktidarla ilişki kurduğu için varlığını
sürdürmektedir. Engizisyoncu, 16. yüzyılda, Seville’de muktedirdir. Zira
İsa’nın geri döndüğünü görmüş, gerçek İsa olduğunu tasdik etmesine rağmen onu
yakalatmış, zindana atmıştır. İsa’ya yaptığının yanlış, kendisinin de doğru
olduğunu kanıtlama peşindedir. Dostoyevski, Kilise ve papazlara pek inanmaz,
İsa ve tanrı konusunda ise hep şüphecidir.
Örneğin Karamazov Kardeşler’de Alyoşa ile İvan arasında, inanç
bağlamında bir tartışma olur. Tanrıya inanıp inanmadığını sorar Alyoşa İvan’a.
İvan, “Tanrının varlığını kabul ettiğimi farzet” der. Alyoşa güler, “Şaka yapmıyorsun?”
diye sorar. İvan, “Şaka yapmıyorum” der ve “Tanrı olmasaydı, onu icat etmek
gerekirdi”[vii] diye cevap verir. Devamında ise “İnsan tanrıyı icat etti. İşin
garip, şaşmaya değer yanı, tanrının gerçekten var olması değil, böyle bir
fikrin, tanrı ihtiyacı fikrinin, insan gibi vahşi, zararlı yaratığın kafasında
yer edebilmesi”[viii] ifadesini kullanır.
Karamazov Kardeşler’in toplamından
doğan Dostoyevski
Aslında Dostoyevski, çocukluk
ve gençliğinde okuduğu Scott’un şövalyeleri gibi tanrı ve İsa’yı bir kahraman
olarak tasavvur ediyordu. İnanmıyordu, kurşuna dizilmekten kıl payı kurtulunca
bu olay, kendisinde birtakım mistik duygular oluşturdu ve bu, Hıristiyan
mistisizmi ile birleşerek daha güçlü bir şekilde kafasını meşgul etti.
Yarattığı her karakterde inanmadığı ama inanmak zorunda kendini hissettiği İsa
ve tanrıyı yüceltti. Yaratılıştan tutkulu ve coşkun bir insandı ve büyük
günahkâra (İsa)[ix] benzemek istiyordu. İsa’yı yüceltirken,
gerçekte günahını yüceltmiştir.
Dostoyevski, Karamazov
Kardeşler’de bir kişinin yerine üç kişiyi koymuştur. “Dimitry Karamazov,
günahkâr, tutkuları olan insandır. İvan, aydın ve şüphecidir ve bir manastırda
büyütülen, Hıristiyanlık ülküsünü günlük hayata geçirmek için dünyaya dönen ise
en küçük kardeşleri Alyoşa’dır.”[x]
Aslında bu üç kardeşin
toplamı, Dostoyevski’nin kişiliğini ele verir. Dostoyevski, arafta kalmış
inancını Alyoşa ve İvan üzerinden, günaha meyilli ruhunu ise Dimitry karakteri
üzerinden vermeye çalışır. Hatta buna babaları Fyodor Karamazov’u da
ekleyebiliriz. Dostoyevski, aslında bu romanında kahramanlarını iman, şüphe ve
günah üzerinden çekiştirirken, gerçekte olmak istediği ise baba Fyodor
Karamazov’dur. Çünkü bu adamın defterinde günah, şüphe, iman ve ahlakın yeri
yoktur. İsa’nın reddettiği üç iğva, Fyodor Karamazov’un takmadığı bir şeydir ve
bu yüzden özgürdür. Kendisini öldürmek isteyen üç oğlu ve gayrimeşru çocuğuna
rağmen rahat ve mutludur. Dostoyevski, bütün kahramanlarını sever ama Fyodor
Karamazov’u daha çok sever -diye düşünüyorum-. Çünkü hayatı boyunca bilmekten
acı çektiğini söyleyen bir adamın kahramanı, İsa değil de ancak Fyodor
Karamazov olabilir. Baba Fyodor Karamozov’un öldürense, Sibirya’ya sürgün
edilen Dimitri veya şüpheleri üzerine çeken İvan değil, gerçekte gayrimeşru
çocuğu Smerdyakov’dur. Dostoyevsk’nin,
Fyodor Karamazov’u Smerdyakov’un eliyle öldürtmesi ise, gerçekte İsa’nın üç
iğvayı reddetmesiyle özdeştir. Çünkü İsa da babasızdır, Smerdyakov da. İsa da
zavallı ve ezilmiştir, o da. İsa üç iğvayı redderek özgürlüğü öldürmüştür,
Smerdyakov da romanda özgürlüğü, günah işlemeyi ve inançsızlığı temsil eden
Fyodor’u öldürmüştür.
Sonuç olarak, Dostoyevski
İsa’ya inanmamış, ama onun günahı kutsaması ve acı çekmesini sevmiştir. Onun
gözünde İsa’nın büyüklüğü, elindeki kılıç ile değil, zavallı oluşu iledir.
Çünkü fakir, yoksul, cani, zavallı insanları severek büyük bir coşkunlukla
anlatan Dostoyevski için İsa, sevilmesi gereken bir zavallıdır. O, İsa’ya
inanmaz, yalnızca sever. Tanrıya inanmaz ama varmış gibi bir algı
oluşturulmasını gerekli görür. Hatta “Gerekirse icat etmek gerekir” diye
haykırır. Çünkü devingen ruhu ve şüpheci aklı, onun kurşuna dizilmekten son anda
kurtuluşunun ardındaki yaratıcı ve gizli gücü açıklayamaz. Bu yüzden tanrıyı ve
İsa’yı sever ama inanamaz. Romanlarındaki kahramanları, bu yüzden inanmaktan
daha çok sevgiyi kutsarlar.
[ix] Hıristiyanlığa göre İsa, insanlığın
bütün günahını yüklenerek, bütün insanlığı temize çıkarmak istemiştir. Bu
yüzden insan günahkâr doğar, ama büyük
günah İsa’nındır. Âdem günahla düşüşe geçmiştir (yeryüzüne inmiş). İsa günahla
gökyüzüne yükselmiştir. İsa’nın günahı yükselişi sembolize eder.
[x] Edward Hallett Carr, age. sh.271