Dostoyevski, İsa ve Tanrı

Batı’da dinin sorgulanır olması, Ortaçağ din anlayışı ve engizisyona bağlı olduğu kadar, Hıristiyanlığın ortaya çıktığı Roma’nın pagan anlayışına da dayanmaktadır. Roma inancı, mitolojik tanrı ve tanrıçalar üzerine kurgulanmıştır. Savaşan ve sevişen tanrı ve tanrıçaların içinde boğulan Roma’ya, İsa getirdiği mesaj ile bir nefes aldırmış, sanki “Ben babasız doğdum” diyerek, cinsel perhiz tutan Meryem’in şahsında Roma’yı aşk ve şehvet savaşlarından kurtarmıştır.

DARYUSLU Shayegen, “Modernlik, Hıristiyanlık dediğimiz dinin eleştirisinden doğmuştur” diye yazar. Gerçekten de modern Batı düşünce ve sanatına baktığımızda bunu daha bariz bir şekilde görürüz. Özellikle Ortaçağ aydınlanması, Kilise kökenli düşünür ve sanatçıların Hıristiyanlığı eleştirisiyle başlamış ve kendilerinden sonra gelenler de bu yolu takip etmişlerdir. Ortaçağ düşünür ve sanatçıları, başta din olmak üzere her şeye akılcı yaklaşmış ve eleştirel bir dil kullanmışlardır. Bu bağlamda Erasmus ve Martin Luther, ilk akla gelen isimlerdir.

Batı dünyasında din ve tanrı, her zaman bir problem olarak zihni meşgul etmiştir. Diyebiliriz ki, Batılı yazarların büyük bir çoğunluğu bu problemi çözmek için (düşünce ve sanat) eserlerini araç yapmışlardır. Son iki yüz yıldır Hıristiyan âleminde yazılan ve şiir başta olmak üzere düşünce ve sanat eserlerinin büyük çoğunluğu, bazen doğrudan, bazen de dolaylı olarak hep bu konu etrafında dönüp durmuştur. Nietzsche’nin nihilizmi, Kafka’nın romanlarındaki yabancılaşma, Heiddigger’in “Varlık ve Zaman”ı, Soren Kierkegaard’ın “Korku ve Titreyiş”i, Sartre’nin “Varlık ve Hiçlik”i, Dostoyevski ve Tolstoy’un romanları, Camus’un “Başkaldıran İnsan”ı, Andre Gide’nin din ve ahlakı sorgulayan romanları ilk akla gelen örneklerdir. Bu yazarlara baktığımızda, ortaya koydukları eserlerde din ve tanrı olgusunu bir problem olarak aşamadıklarını görürüz.

Batı’da dinin sorgulanır olması, Ortaçağ din anlayışı ve engizisyona bağlı olduğu kadar, Hıristiyanlığın ortaya çıktığı Roma’nın pagan anlayışına da dayanmaktadır. Bilindiği gibi pagan Roma inancı, mitolojik tanrı ve tanrıçalar üzerine kurgulanmıştır. Savaşan ve sevişen tanrı ve tanrıçaların içinde boğulan Roma’ya, İsa getirdiği mesaj ile bir nefes aldırmış, sanki “Ben babasız doğdum” diyerek, cinsel perhiz tutan Meryem’in şahsında Roma’yı aşk ve şehvet savaşlarından kurtarmıştır.

Bir kabulle teslim alınan din

Hazreti İsa, inanışa göre çok tanrılı pagan inancını tevhit anlayışına çevirmek istemiş ve bu uğurda çarmıha gerilerek bedel ödemiştir. Roma’nın Hıristiyanlığı kabulüyle birlikte, kendisini İsa’ya teslim edeceği yere İsa’yı teslim almış ve mitolojik kahramanlarının birçok hasletini de ona yüklemiştir. Bugün Hıristiyanlığın içinden çıkamadığı babasız İsa ve tanrı problemi de burada düğümlenmektedir. Renan gibi önemli bir fikir adamı dahi İsa’nın babasız doğduğuna inanmamış, Marangoz Yusuf’u işaret etmiştir.

Bütün hayatını akılcılık üzerine oturtan Batı insanının babasız İsa’ya inanması elbette zordur. Bundan dolayı Batı, Hıristiyanlığı kabul ettiği günden bu yana İsa’ya “baba” aramaktadır. Bu baba arayışı Kilise’nin de bulmakta zorlandığı bir durum olduğundan, İsa’ya somut baba bulmak yerine soyut bir baba bulunmuş ve onun tanrının oğlu olduğu fikri üzerinde bir inanç oluşturulmuştur.

Özellikle 2 ve 3. yüzyılda Doğu kadim Hıristiyanlığının monofizit[i] ve diofizit[ii] anlayışı üzerine inşa edilmesi anlamlıdır. Tarih boyunca bazen birlik (monofizit), bazen ikicilik (diofizit) ve bazen teslis (üçleme) arasında gidip gelen Hıristiyanlık, gerçek imanı hiçbir zaman bulamamıştır. Gerçek imanı bulabilmesi için, önce kafasındaki İsa ve tanrı problemini çözmesi gerekmektedir. İşte bu bağlamda Batılı düşünür ve sanatçılar kafa yormuş, birçok eser kaleme almışlardır. Çok zeki olanları bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu anladıklarından ya ateizme kaymış ya da dini bir aksesuar olarak görmüşlerdir. Arayışta olanlar ise hep arafta kalmışlardır.


Arayışın adamı Dostoyevski

Batı edebiyatında arafta kalan sanatçılar içinde en dikkat çekici yazar, hiç kuşkusuz Dostoyevski’dir. Dostoyevski, inanmak için çırpınan ama bir türlü gerçek imanı elde edemeyen bir muzdariptir. Çağdaşı Tolstoy ise ona göre daha şanslıdır, zira sorgulamaktan daha çok iman etmeyi, felsefe yapmaktan daha çok vaaz etme yolunu seçmiştir.

Romanlarını şiir söyler gibi büyük bir coşkunluk içinde, güçlü bir ilhamla yazan Dostoyevski, birçok eserinde var oluş ve tanrıyı problem edinmiştir. İsa ve tanrı algısı, içinde doğup yaşadığı Ortodoks Hıristiyanlığı etrafında şekillendiğinden, dine hep bu çerçevede bakmış, arayışını roman kahramanlarının diliyle vermeye çabalamış, bazen Raskolnikov gibi vicdana, bazen de sıradan bir Rus gibi tanrıya sığınmıştır.

Çocukluğu kuralcı bir babanın sıkı disiplini altında, içe kapanık bir şekilde geçen Dostoyevski’nin çok dindar bir ailede yetiştiği söylenemez. Daha çok İncil’den sayfaların okunduğu bir evde, Puşkin ve Walter Scott’un eserleriyle büyüyen Dostoyevski’nin tanrı inancı güçlü değildir ki daha sonra örgüt kurmaktan yakalanmasına neden olan arkadaşlarına baktığımızda dini inançlarının pek güçlü olmadığı, devrimci fikirlerle yetiştiklerini görürüz.

Garaudy merceğinden Dostoyeski’ye bakınca

Dostoyevski’nin, kurşuna dizilmesine ramak kala yaşadığı ruh hali, onun daha sonraki hayatında ve dini düşünce üzerine yoğunlaşmasında belirleyici rol oynamıştır. Ondaki tanrı arayışını, onun genç yaşta kurşuna dizilmesine ramak kala bir afla ölümden kurtulması olayında aramalıyız. Onun kıl payı kurşuna dizilmekten kurtulması, ondaki arayışın temel noktasıdır. Zira bu olaydan önce kendisinin böyle bir sorunu yoktur. Zira bunu Scott, Puşkin ve Googol gibi yazarları okumasından anlayabiliyoruz. Peki, ondaki tanrı arayışı, İsa sorunsalı nasıl nüksetmiştir?

Bu soruya cevap verebilmek için, gençliği sosyalist olarak geçen, devrimci bir Zabata hayaliyle yaşayan ve 60 yaşında Müslüman olan Roger Garaudy’e bakmak gerekir. Bilindiği gibi Garaudy, Fransa’nın Cezayir’i işgali sırasında, muhalif bir sosyalist olarak, esir bulunduğu kampta Fransız komutanın “Çadırlarınızdan çıkarsanız sizi vururum” emrine rağmen arkadaşlarıyla özgürlük marşı okuyarak çadırlarından çıkıp yürümüşler, onların bu isyancı tavrına karşılık Fransız komutanın emri altındaki Müslüman Cezayirli askerlere “Bunları öldürün” emri verilmiş ve Cezayirli Müslüman askerlerse “Silahsız insanlara kurşun sıkmayız” diyerek verilen emri dinlememiştir. Bu Müslümanca tavır, ölümün sıcak nefesini ensesinde hisseden Garaudy’i etkilemiş, uzun yıllar kafasını meşgul etmiştir. Bu olay, yıllar sonra (60 yaşında) Müslüman olmasına neden olmuştur.

Istırap denizinde yüzerken

Kurşuna dizilmesine ramak kala kurtulan Dostoyevski de böyle bir hal yaşamış olmalıdır ki hep bir tanrı arayışı içinde olmuştur. Onun bu arayışı, Garaudy gibi onu huzura erdirmemiştir. Çünkü Garaudy İslam’ı tanıma imkânı bulmuş, Dostoyevski ise Yunan ve Roma mitolojisinden kopya bir zavallı İsa’nın anlatıldığı İncil’le karşılaşmıştır. Scott’un şövalyelik romanlarıyla büyüyen Dostoyevski’yi, çarmıha gerilen zavallı bir İsa kurtaramazdı. Çünkü kafasının içinde kahramanlar ve şövalyeler olan Dostoyevski, elleri ayakları çivili, ıstırap çeken bir tanrıyı kutsayamazdı.

Böyle olmasına karşın Dostoyevski, yine de inanmak isteyecek ve romanlarının tümünü İsa’nın acı çekmesinden ilham alarak, günah ve acı çekmeyi yüceltecek ve bu konu etrafında karakterler oluşturacaktır. Kahramanlarını hep ezilmişlerden, katillerden, yoksul ve hastalıklı insanlardan seçer. İsa’nın zavallı ve acı çeken kişiliğiyle Dostoyevski’nin marazi ruhu, saralı bedeni örtüşür adeta. Aslında o, İsa’yı yüceltirken gerçekte kendi acı çeken marazi ruhunu yüceltmektedir.

Stefan Zweig, Karamazov Kardeşler’de İvan’ın kendi kendine sorduğu bir sorudan yola çıkarak, “Dostoyevski’nin bütün kahramanları, hepsinden önce de kendisi, tanrı problemini ortaya atan ama cevaplandırmadan bırakan bu şeytanı kendi içlerinde taşırlar”[iii] der ve ardından ekler: “Bu gibi sorularla kendi kendine eziyet eden ‘yüce bir kalpleri’ vardır. Stavrogin, insan kılığına girmiş olan bu şeytan, alçakgönüllü Şatov’a birden şunu sorar: Tanrıya inanır mısınız?”[iv]

Bu noktada herkes Şatov’un ya inanıyorum ya da inanmıyorum diye kesin bir cevap vereceğini zanneder. Oysa Şatov, ‘Rusya’ya inanıyorum ben’ diyerek kaçamak bir cevap verir.  Çünkü ne Dostoyevski, ne diğer bütün Batılı yazarların tanrıya inanma bağlamında ellerinde güçlü bir mesnet yoktur. Tanrı diye tapındıkları İsa, kendileri gibi yiyip içen, geğiren, kusan, ağlayan ve acı çeken bir insandır. Hem bunu görmek, hem böyle bir tanrıya inanmak mümkün mü?

Hatta İsa, babasız olduğu için eksiktir, anaerkildir. Bu yüzden Sezar’ın kılıcını almaktan imtina etmiş İsa. Roma’nın mirasını İsa üzerinden sürdüren Batı, güçlü olmayan bir tanrının (İsa’ya) eline, kılıç veremediği için sevgi ve erdem metinleri tutuşturmuştur. Bu yüzden “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” diye bir seküler düşünce ve inanç formüle edilmiştir. Roma mirasını sürdüren Batı düşüncesinde “Sezar’ın hakkını Sezar’a veren” bir İsa, yenilmeye mahkûmdur.

Dostoyevski, bu problemle karşılaştığı her noktada kaçar ama bu kaçış, onu rahatlatmaz. Zira “Tanrı, hayatım boyunca bana azap verdi” diyerek bu kaçışı dile getirir. Aslında ona azap veren tanrı değil, inanacağı bir tanrının olmayışıdır. Bazı düşünür ve sanatçılar inanmamak için can atarken, Dostoyevski inanmak için can atar ve onun coşkun satırlarından bize kalan tanrı fikri şudur: “Keşke inanabileceğim bir tanrım olsaydı…”

Zweig, Dostoyevski’nin tanrı probleminden kurtulamamasının, onun için azap verici olduğunu belirtir. Ama neden inanamadığı üzerinde de durmaz. Çünkü o da aslında “Üç Büyük Usta”, “Kendi Hayatının Şarkısını Söyleyenler” ve “Kendi İçindeki Şeytanla Savaşanlar” adlı biyografik çalışmalarında anlattığı bütün yazar ve sanatçıların yerine kendini koyarak anlatmıştır. Üç Büyük Usta’da anlattığı Dostoyevski, aslında Zweig’in kendisidir. Bu yüzden anlattığı yazarlarla özdeşleşen Zweig, tıpkı onlar gibi din ve tanrı problemi yaşamış, tıpkı onların hayatı gibi kendisinin de hayatı azaba dönüşmüştür. Hatta o bir adım daha ileri giderek intihar etmiştir. Bu yüzden Dostoyevski’nin inançsızlık veya arayışını, arafta kalışını çok iyi anlamakla birlikte, cevap vermekte de zorlanmıştır.

Bu bağlamda Dostoyevski’nin en önemli romanı, hiç kuşkusuz Karamazov Kardeşler’dir. Dostoyevski, bu hacimli eserinde kafasını patlatırcasına inanç konusunda yoğunlaşmış, tanrı, İsa ve Hıristiyanlığa ciddi eleştiriler getirmiştir. Buna karşın ne inkâr edebilmiş, ne de iman etmiştir. Edward Hallett Carr, “Karamazov Kardeşler’in sorunları, Hıristiyanlığı savunan herkesin karşılaştığı sorunlardır”[v] diye yazar. Karamazov Kardeşler’in en can alıcı bölümü, hiç kuşkusuz Büyük Engizisyoncunun anlatıldığı bölümdür. Burada en dikkat çekici şey, hiç kuşkusuz İsa’nın tekrar yeryüzüne iniş sahnesidir. Bu bölüm üzerine yüzlerce yorum yapılmıştır. Shyegan, bu bölüm için “Dünya edebiyatının en allak bullak edici bölümü” der.

Batı, Hıristiyanlığı kabul ettiği günden bu yana İsa’ya “baba” aramaktadır. Bu baba arayışı Kilise’nin de bulmakta zorlandığı bir durum olduğundan, İsa’ya somut baba bulmak yerine soyut bir baba bulunmuş ve onun tanrının oğlu olduğu fikri üzerinde bir inanç oluşturulmuştur. 

Büyük Engizisyoncu

Bu sahnede İsa ile Engizisyoncu arasında uzun bir diyalog geçer. Bölüm şöyledir: 16. yüzyılda, engizisyonun, gücünün ve eyleminin doruğunda olduğu sırada Seville’de İsa yeryüzüne iner, tanınır ve tutuklanır. Engizisyoncu, onu kaldığı zindanda ziyaret eder. “Engizisyoncu, çölde İsa’nın, onu doğru yoldan çıkarmak için musallat olan üç iğvayı reddetmiş olmasını kınamaktadır. Oysa o üç teklif, tam da insan mutluluğunun üç anahtarıdır. İncil’e göre ilk iğva, taşları ekmek yapma çağrısıydı, fakat İsa reddetmiştir. Zira ekmekle satın alınan itaatin pek bir değeri olmadığını düşünmektedir. Yalnız ekmekle yaşanmaz, ona ruh da lazımdır. Ekmek mucizesine rıza göstermiş olsaydın” der Büyük Engiszisyoncu, “İnsanların ezeli endişelerini de dindirmiş olacaktın”.

İsa’nın reddettiği ikinci iğva ise mucize olmuştur. Burada da insanların daima daha fazla mucize istediklerini anlamamıştır. Üfürükçüler, büyücüler, kocakarılar önünde dize gelir. Yüz kere asi, dinsiz ya da din sapığı olsa da yapar bunu: “Halk, ‘Çarmıhtan inersen sen olduğuna iman getiririz’ diye haykırışıp seni alaya alırken çarmıhtan inmedin. İnsanların imanını mucizeye bağlamak istedin. Özgür, açık bir iman peşindeydin. Ama bunda bile insanlara hak ettiklerinden daha büyük değer vermiştin. Yaratılıştan isyancı oldukları halde sadece köledir onlar…”

İsa’nın karşı koyduğu üçüncü iğva ise Sezar’ın kılıcı olmuştur. Bunu reddeden İsa, insanlığın en büyük hayali olan, önünde eğilinecek kadir-i mutlak bir efendinin tahta geçişini gerçekleştiremez ve “Böylece Sezar kılıcı bizim elimize geçti” der Engizisyoncu, “Böylece seni reddederek ötekinin peşinden gittik”.[vi]

Özellikle Engizisyoncunun İsa’yı itham ettiği üç iğva, gerçekte Dostoyevski’ye göre insanın mutluğunun saklı olduğu üç şeydir ve İsa, bunları reddederek insanın özgürlüğünü engellemiş ve onun acı çekmesine neden olmuştur. Zira İsa, taşları ekmek yapsaydı, çarmıhtan sağ salim inseydi ve Sezar’ın kılıcını almış olsaydı, insanların hem iman, hem de mutluluk bağlamında bir şüphesi olmayacaktı.

Dostoyevski’nin bu bölümde ortaya sürdüğü fikirlerin bir başka yönü ise, salt insanın özgürlüğü noktası değildir. Aynı zamanda 16. yüzyılda müesseseleşmiş olan ve iktidarla ilişki kuran Kilise’ye eleştiri yöneltir. İsa, Roma’ya başkaldırdığı için çarmıha gerilmiştir, Engizisyoncu da iktidarla ilişki kurduğu için varlığını sürdürmektedir. Engizisyoncu, 16. yüzyılda, Seville’de muktedirdir. Zira İsa’nın geri döndüğünü görmüş, gerçek İsa olduğunu tasdik etmesine rağmen onu yakalatmış, zindana atmıştır. İsa’ya yaptığının yanlış, kendisinin de doğru olduğunu kanıtlama peşindedir. Dostoyevski, Kilise ve papazlara pek inanmaz, İsa ve tanrı konusunda ise hep şüphecidir.  Örneğin Karamazov Kardeşler’de Alyoşa ile İvan arasında, inanç bağlamında bir tartışma olur. Tanrıya inanıp inanmadığını sorar Alyoşa İvan’a. İvan, “Tanrının varlığını kabul ettiğimi farzet” der. Alyoşa güler, “Şaka yapmıyorsun?” diye sorar. İvan, “Şaka yapmıyorum” der ve “Tanrı olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi”[vii] diye cevap verir.  Devamında ise “İnsan tanrıyı icat etti. İşin garip, şaşmaya değer yanı, tanrının gerçekten var olması değil, böyle bir fikrin, tanrı ihtiyacı fikrinin, insan gibi vahşi, zararlı yaratığın kafasında yer edebilmesi”[viii] ifadesini kullanır.

Karamazov Kardeşler’in toplamından doğan Dostoyevski

Aslında Dostoyevski, çocukluk ve gençliğinde okuduğu Scott’un şövalyeleri gibi tanrı ve İsa’yı bir kahraman olarak tasavvur ediyordu. İnanmıyordu, kurşuna dizilmekten kıl payı kurtulunca bu olay, kendisinde birtakım mistik duygular oluşturdu ve bu, Hıristiyan mistisizmi ile birleşerek daha güçlü bir şekilde kafasını meşgul etti. Yarattığı her karakterde inanmadığı ama inanmak zorunda kendini hissettiği İsa ve tanrıyı yüceltti. Yaratılıştan tutkulu ve coşkun bir insandı ve büyük günahkâra (İsa)[ix] benzemek istiyordu. İsa’yı yüceltirken, gerçekte günahını yüceltmiştir.

Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’de bir kişinin yerine üç kişiyi koymuştur. “Dimitry Karamazov, günahkâr, tutkuları olan insandır. İvan, aydın ve şüphecidir ve bir manastırda büyütülen, Hıristiyanlık ülküsünü günlük hayata geçirmek için dünyaya dönen ise en küçük kardeşleri Alyoşa’dır.”[x]

Aslında bu üç kardeşin toplamı, Dostoyevski’nin kişiliğini ele verir. Dostoyevski, arafta kalmış inancını Alyoşa ve İvan üzerinden, günaha meyilli ruhunu ise Dimitry karakteri üzerinden vermeye çalışır. Hatta buna babaları Fyodor Karamazov’u da ekleyebiliriz. Dostoyevski, aslında bu romanında kahramanlarını iman, şüphe ve günah üzerinden çekiştirirken, gerçekte olmak istediği ise baba Fyodor Karamazov’dur. Çünkü bu adamın defterinde günah, şüphe, iman ve ahlakın yeri yoktur. İsa’nın reddettiği üç iğva, Fyodor Karamazov’un takmadığı bir şeydir ve bu yüzden özgürdür. Kendisini öldürmek isteyen üç oğlu ve gayrimeşru çocuğuna rağmen rahat ve mutludur. Dostoyevski, bütün kahramanlarını sever ama Fyodor Karamazov’u daha çok sever -diye düşünüyorum-. Çünkü hayatı boyunca bilmekten acı çektiğini söyleyen bir adamın kahramanı, İsa değil de ancak Fyodor Karamazov olabilir. Baba Fyodor Karamozov’un öldürense, Sibirya’ya sürgün edilen Dimitri veya şüpheleri üzerine çeken İvan değil, gerçekte gayrimeşru çocuğu Smerdyakov’dur.  Dostoyevsk’nin, Fyodor Karamazov’u Smerdyakov’un eliyle öldürtmesi ise, gerçekte İsa’nın üç iğvayı reddetmesiyle özdeştir. Çünkü İsa da babasızdır, Smerdyakov da. İsa da zavallı ve ezilmiştir, o da. İsa üç iğvayı redderek özgürlüğü öldürmüştür, Smerdyakov da romanda özgürlüğü, günah işlemeyi ve inançsızlığı temsil eden Fyodor’u öldürmüştür.

Sonuç olarak, Dostoyevski İsa’ya inanmamış, ama onun günahı kutsaması ve acı çekmesini sevmiştir. Onun gözünde İsa’nın büyüklüğü, elindeki kılıç ile değil, zavallı oluşu iledir. Çünkü fakir, yoksul, cani, zavallı insanları severek büyük bir coşkunlukla anlatan Dostoyevski için İsa, sevilmesi gereken bir zavallıdır. O, İsa’ya inanmaz, yalnızca sever. Tanrıya inanmaz ama varmış gibi bir algı oluşturulmasını gerekli görür. Hatta “Gerekirse icat etmek gerekir” diye haykırır. Çünkü devingen ruhu ve şüpheci aklı, onun kurşuna dizilmekten son anda kurtuluşunun ardındaki yaratıcı ve gizli gücü açıklayamaz. Bu yüzden tanrıyı ve İsa’yı sever ama inanamaz. Romanlarındaki kahramanları, bu yüzden inanmaktan daha çok sevgiyi kutsarlar.



[i] Hem tanrı hem insan olduğuna inanma

[ii] İsa’nın yarı tanrı yarı insan olduğuna inanma) 

[iii] Stefan Zweig, Üç Büyük Usta, sh.204, Çev. Ayda Yörükan, Doğubatı. Ankara.2011

[iv] Stefan Zweig, sh.214

[v] Edward Hallett Carr, Dostoyevski, sh,274, Çev. Ayhan Gerçeker,  İletişim Yay. İst.2010

[vi] Daryush Shygean,Melez Bilinç, sh.37,38, Çev. Haldun Bayrı, Metis yay. İstanbul, 2013

[vii] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, sh. 305, İş Bankası Yay. İst.2007

[viii] Dostoyevski, age. sh.305

[ix] Hıristiyanlığa göre İsa, insanlığın bütün günahını yüklenerek, bütün insanlığı temize çıkarmak istemiştir. Bu yüzden insan günahkâr doğar,  ama büyük günah İsa’nındır. Âdem günahla düşüşe geçmiştir (yeryüzüne inmiş). İsa günahla gökyüzüne yükselmiştir. İsa’nın günahı yükselişi sembolize eder. 

[x] Edward Hallett Carr, age. sh.271