BİLHASSA Katolikler
açısından önemli olan bugünkü Sol ve Sağ terminolojilerine neden karşı
çıktığımı açıklama fırsatına sahip olmaktan ötürü son derece mutluyum.
Bugün
barbarlığa dönüş olasılığıyla karşı karşıya olduğumuz açıktır. İnanç, özgürlük
ve hukukun üç sütunu üzerine kurulu olan eski Batı Hıristiyanlık geleneği,
gözümüzün önünde solmakta ve yerine totalitarizm olarak bilinen, son derece
güçlü, ancak tamamen insanlık dışı toplumsal örgütlenme sistemleri yükselmekte.
Bu
sistem, bin yıldan fazla süren, sürekli ve meşakkatli bir çabayla geliştirilen
uygar yaşamın ve ahlâkî davranışın bütün biçimlerini işlevsiz hale getirmekte
ve yalnızca barbarlığın eski şeytanlıklarını –kölelik ve soykırım ve işkence
gibi– geri getirmekle kalmayıp, aynı zamanda eski barbarlığın hayal dahi
edemeyeceği örgütlü şeytanlık ve adaletsizliğin yeni türlerini ortaya
çıkarmaktadır.
Bu
barbarlık seline karşı var olan her dalgakıranı korumak için elimizden geleni
yapmak hepimizin görevi!
Eğer
medeniyet adalarını koruyup muhafaza edebilirsek, o zaman medcezirin geriye
dönmesiyle birlikte Hıristiyan kültürünün gizli güçleri yeniden ortaya çıkma şansı
bulacaktır.
Bu
görev siyasetin boyunu aşar, ancak işin siyasî bir boyutu vardır ve eğer biz
siyasî duruşumuzdan vazgeçer, totalitarizmin siyasî taktikleri ile oyuna
getirilmeye ve körleştirilmeye göz yumarsak, daha da önemli konulara dair
dayanma gücümüzü kaybederiz.
Bugün
geleneksel Batı siyasî düzeni, hukuk ve özgürlük üzerine kurulmuştur. Devlete
sadakatin ortak bağı, daha küçük seviyedeki aidiyetleri ve Batı kültürünün
zengin çeşitliliğini meydana getiren topluluk haklarını dışlamaz. Ve bu iki
ayaklı gelenek, benim soyut bir ideoloji olmaktan çok, basitçe özgür seçimlere
ve özgür tartışmaya dayalı, temsilî kurumlar ve vekâlet sorumluluğu
aracılığıyla işleyen tarihi öz-yönetim biçimi olarak anladığım, modern zamanlarda
şu veya bu Batılı ülkede hüküm sürmüş olan Batı demokrasisinin mirasıdır.
Kendisinden
türediği daha eski sistemlerde olduğu gibi bu sistem, tüm anlaşmazlık ve fikir
ayrılıklarına rağmen ortak bir aidiyet bağı ve temel değerlerde mutabakat iradesi
olmadan işlemez. Bu mutabakat, özgür bir toplumun varlığı açısından önemlidir
ve sonuç olarak bu, Batı kültürüne yönelik totaliter saptırmaya karşı direnişin
kilit noktasıdır.
Totaliter
taktik
Totaliterliğin
taktikleri, görüş ve gelenek farklılığını ve ekonomik çıkarlarla ilgili bütün
anlaşmazlığı, toplumu birbirine zarar veren düşmanca gruplara ayıran mutlak bir
ideolojik muhalefetle kaynaştıracaktır. Sağ-Sol mitolojisinin parçalandığı bu
kampanya, imha güçleri için mükemmel bir lütuftur. Bu, onlara ham ve basit, ama
neredeyse bütün durumlara uygulanabilen ve pek çok farklı konunun kitlesel bir
karmaşa ve ideolojik palavra içinde bir araya getirilebildiği son derece etkili
bir araç temin etmektedir.
Örneğin
liberaller ve muhafazakârlar var, cumhuriyetçiler ve monarşistler var, ruhbanlar
ve ruhban sınıfına karşı olanlar var, komünistler ve faşistler var, sosyalistler
ve bireyciler var, Yahudiler ve Yahudi aleyhtarları var… Bunların hepsi, bir
diğeri ile gerekli bağlantısı olmayan farklı karşıtlıklardır; yine de hepsi
Sağ-Sol başlığı altına getirilmekte ve böylece gereksiz ve absürt olabilen
ideolojik düşmanlıklara zorlanmaktadırlar.
Dahası,
iyi etiketlenmiş düşmanlarınız varsa, siz de aynı işlemi -onları kargaşa ve
dağılmanın aynı sürecine sokmak amacıyla sosyalistleri “aşırı sol” veya “merkez
sol” diye, liberalleri de “ılımlı” veya “yenilikçi” diye kamplara ayırarak- başkalarına
uygulayabilirsiniz.
Artık
bölünme yönteminin temel çarpıtması (ya da dilerseniz avantajı), bunun herhangi
bir rasyonel dayanağı olmamasıdır. Bu, insanları ve fikirleri kural olarak
muhayyel bir merkez nokta ile olan ilişkilerine göre sınıflandırır.
Tüm
bu akıldışı niteliğe rağmen Sol ve Sağ, insanları akıl ve muhakemeden yoksun
kılarak, onları bir yamyam kabilesini utandıracak türden şiddete ve insanlık
dışı eylemlere sürükleyen vahşi bir ideolojik aidiyet ve düşmanlığın merkezi
haline gelebilmektedir.
Siyasî
ayrışma yoluyla toplumsal parçalanma, modern toplumda bir salgın gibi
yayılmaktadır.
Bu
süreç Avrupa’yı, dünyanın en uygar bölgesini, Hıristiyan kültürünün vatanını
bir nefret ve şüphe cehennemine çevirmektedir. Bu ancak, henüz bu yıkım
girdabına sürüklenmemiş olanların gösterecekleri ahlâkî çabayla denetlenebilir.
Bu
kötülüklere karşı en etkili çözüm, yeni barbarlıkların yadsıdığı ve kenara ittiği
o eski tabiî siyasî erdemlerde bulunabilir:
Adalet ve iyi niyet, doğruluk ve sabır, hepsinin ötesinde Aristo’nun “insanî
iyiliğin ve kötülüğün alanındaki yegâne akılcı ve nesnel ruh hali” olarak
tanımladığı sağduyu… Toplumu, onu tehdit eden siyasî bölünmeden korumak ve de Sol
ve Sağ’ın düşman barbarlıkları arasında bir toplumsal adayı muhafaza etmek de
ancak bu erdemlerin hayata geçmesi ile mümkündür.
Yüz
yüze olduğumuz şey, akılcı önermelerle karşı çıkabileceğimiz yanlış bir
ideoloji değil, fakat kendi içinde tamamıyla mantıksız olan, ama soğukkanlı
siyasî entrikalarca kasıtlı olarak teşvik edilen türde toplumsal çapta bulaşıcı
bir illettir.
Sağ-Sol
bölünmesinin kaynağı
Sol-Sağ
bölünmesinin ortaya çıkmasının, modern totaliterizmin yükselişinden çok önce
olduğu bir gerçektir. Ancak her ikisi de başından itibaren benzer ahlâkî
kötülüklerle lekelenmiştir. Bu, ilk kez Fransız devrimi sırasında siyasetin iç
savaş batağına saplandığı, temizlik ve tasfiyelerin, tek parti
diktatörlüklerinin totaliter tekniklerinin ilk kez tekâmül edildiği, giyotinin
gölgesi altındaki terör döneminde ortaya çıkmıştır. Her insanın ya bir tarafı
ya da diğerini seçmek zorunda bırakıldığı ve kendi tarafının zaferi uğruna
kelleyi koltuğa almayı göze aldığı koşuların ortaya çıktığı yerde, Sağ ve
Sol’un mantıksız ikiliği doğal hale gelmektedir.
Bugün
Batı uygarlığının dağılma noktasına gelmesi ve Kıta Avrupa'sındaki toplumsal
parçalanma son derece ciddi bir hale gelmiştir. Dolayısıyla bugün kendimize
gelmeye, Sağ ve Sol ile ilgili siyasî kan davaları gütmeyi reddetmeye her
zamankinden çok ihtiyacımız var. Zira güdülen bu yol, yıkımdan başka bir şey getirmemiştir.
Yüzünü ne Sağ’a, ne de Sol’a dönen adalet, yaşamın asıl hakikatidir.
Hıristiyan
Devleti’nin siyasî düzeni, daha güçlü olanın hakkına ya da çoğunluğun isteğine
bağlı olmayan, kralların ve halkın iç hukukta aynı yasalara tâbi olduğu bir adalet
anlayışı üzerine kuruludur. Bu adalet inanışı, manevî temelleri sık unutulsa da
günümüzde devam etmekte, böylece “hukuk ve düzen”, bize bahşedilen sıkıcı bir
kolaylıktan daha fazlası gibi görünmektedir.
Her
şeye rağmen bu, bugün sahip olduğumuz en değerli şey. Ve bugün Avrupa’da
binlerce insan onun eksikliği yüzünden canını veriyor. Partizan şiddete ve
parti propagandasının yalanlarına karşı hak ve adaleti savunan insanlar var
olduğu sürece hem Avrupa, hem de Hıristiyan medeniyeti için hâlâ bir ümit var
demektir.
*Makalenin orijinali ilk kez 1946 yılında Catholic Mind dergisinde yayınlanmıştır.