GÖKYÜZÜNÜ aydınlatan bir
ışık titremesi oldu ufukta. Ardından evin camlarını sallayan bir gürültü
duyuldu. Önce hava yağmurlu ve şimşek çakıyor sandı. “Uzak bir yere yıldırım
düşmüştür” diye düşündü. Sonra perdeyi aralayıp evin karşısındaki caddeye
baktı, yağmur filan yoktu. Şafak vaktiydi. Halep’in caddeleri ışıl ışıldı.
Yusuf, yatağına gitmeden çocukların odasına yöneldi, kapıdan çocuklara baktı;
mışıl mışıl uyuyorlardı. Kendisi de yatak odasına geçip eşinin yanına uzandı.
Yusuf’un
bir turizm şirketi vardı. İyi de kazanıyordu. Fakat ülkedeki çatışmadan ürküyor
ve her geçen gün durumun kötüye gittiğini düşünüyordu. Bunları düşünürken,
eşinin yanında uykuya daldı. Uyandığında çoktan sabah olmuş ve güneş doğmuştu.
O gün berrak bir hava vardı Halep’te.
Esnaf,
dükkânlarını erkenden açardı. Önce dükkânın içini, sonra da önünü süpürerek
temizlerlerdi. Yusuf, esnafa göre işe biraz daha geç gidiyordu. Her günkü gibi
ayakkabı ustası Muhammed’in dükkânının önünden geçerken selâm verdi. Hayırlı
işler dileğinde bulundu. Selâmı aldı, fakat Muhammed’in yüzü buruktu. Yusuf
sormadan Muhammed, “Duydun mu?” dedi. “Neyi?” diye karşılık verdi Yusuf. “El-Mansura
yakınlarında bir köy bombalanmış” dedi Muhammed...
Yusuf,
sabaha karşı gökyüzünü aydınlatan ışığın ve gürültünün ne olduğunu o anda
anladı. “Kim yapmış, niye yapmış?” diye sormadan, “Allah sonumuzu hayreylesin!”
duasıyla ayrıldı.
Esnaf
arasında kulaktan kulağa bombalama olayı çoktan yayılmıştı. Yusuf ofisine
vardı, masasına oturdu, fakat kafası hiç rahat değildi. Ailesine söylemediği
bin bir çeşit plân vardı aklında, ancak eşinin hamile ve Ferit’in düzenli
doktor kontrolünde olması, yaptığı plânlardan geri adım atmasına neden
oluyordu.
Yusuf,
son zamanlarda Halep sokaklarında tanımadığı garip tipli insanların dolaştığını
görüyordu. Bir hafta önce de büyük oğlu Ali’ye “Baban ne iş yapıyor?” diye
sormuşlar ve işyeri adresini öğrenmeye çalışmışlardı. Esnaftan bazılarının
dükkânlarının soyulduğunu ve haraç istendiğini duyunca Halep’te güvenliğin
kalmadığını düşünmeye başladı Yusuf. Bu yabancılar KGB’den mi, CIA’dan mı,
MOSSAD’dan mı, yoksa SAVAK’tan mıydı? Hepsinden de olabilirlerdi. Artık
Halep’te insanlar hayatla ölüm arasında, âdeta diken üstünde yaşıyorlardı.
Yusuf,
bir sabah yine ofisine gidip radyosunu açtı. Spiker şöyle bir haber okuyordu:
“Halep'e bağlı Hareytan beldesinde bomba yüklü araçla düzenlenen saldırı sonucu
20 kişi yaşamını yitirdi, onlarca kişi de yaralandı. Durumu ağır olan 10 yaralı,
Türkiye'deki muhtelif hastanelere gönderildi. Belde hastanesinde acil kan ve
tıbbî malzemeye ihtiyaç var…”
Saldırı,
halkın yoğun olarak alışveriş yaptığı pazaryerinde meydana gelmiş ve çok sayıda
işyeri, ev ve araçta yangın çıkmış, itfaiye ve sivil savunma ekiplerinin
müdahalesiyle yangın güçlükle kontrol altına alınmıştı. Artık her gün gelen onlarca
ölü ya da yaralı haberi sıradanlaşmıştı. Her geçen gün kirli savaş, kanlı
yüzünü iyice hissettiriyordu. Bir tarafta iktidar, bir tarafta iktidarı
istemeyenler, bir tarafta da işinde gücünde fakat bir yudum huzur arayan halk
vardı.
Ancak
bombanın yağmadığı bir gün geçmiyordu. Daha yeni El-Bab beldesine düşen bomba,
en az 28 kişinin canını almıştı. Yağan bombaların barut kokusuna anaların
ağıtları karışıyordu.
Halep
yaşanacak gibi değildi. Yusuf önce Avrupa’ya gitmeyi hayâl ediyordu, sonra
ondan vazgeçti. Çünkü gidenlerin nelerle karşılaştığını televizyon haberlerinde
görüyordu. Hele Macarların ve Almanların “Dininizi değiştirirseniz sizi
ülkemize kabul ederiz” tekliflerini hatırlamak bile istemedi. Hem de Müslüman
olarak Hıristiyanların merhamet ve himayelerine sığınmak çok ağırına gidiyordu.
Bir ara Türkiye’ye gitmeyi düşündü, “Ne de olsa hem dindaş, hem de kavim
kardaştır” dedi. Sonra ondan da vazgeçerek Termanin kırsalında bulunan
akrabalarının yanına gitmeye karar verdi. Oranın daha güvenli olabileceğini
düşündü. Türkiye sınırına yakın olması da önemliydi. Bu kararında, eşinin
bildik tanıdık bir yerde doğum yapma isteği etkili olmuştu.
Sonunda
her şeyi göze alarak Halep’ten ayrılmaya karar verdi Yusuf. Artık Suriye iyice
karışmıştı ve istikbâl vadetmiyordu. Semalarında Rus, ABD, Fransız, İngiliz
uçakları cirit atıyor ve kimin kimi vurduğu belli olmuyordu. Bir gerçek vardı,
o da her gün onlarca suçsuz günahsız insanın ölmesi...
Yusuf’un
korktuğu başına gelmişti. Halep’te kalıp ölümü beklemenin bir anlamı olmadığını
düşündü. Eğer kalırsa, ailesinin hepsi ya da bir kısmı bombaların hedefi
olacaktı. Umuda doğru yola çıkmanın daha doğru bir karar olacağını düşündü ve o
günün akşamında Yusuf, Cemile’ye düşüncelerini anlattı.
Cemile’nin
yükü her geçen gün artıyordu. O hâliyle bir ay parçası gibiydi. O, Yusuf’un ta
liseden aşkıydı. Gelecek için ne hayâller kurmuşlardı!
Anadolu
Selçuklu Devleti’nin 1243 yılında Moğollarla yaptığı Kösedağ Savaşı'nı
kaybetmesi üzerine Kayseri ve Sivas'tan Suriye’ye kitleler hâlinde göç eden
Türkmen ailelerden birinin kızıydı Cemile. Oğuzların bir Türkmen güzeliydi.
Yüzü çillendiği için, komşular çocuğunun kız olacağını söylüyorlardı…
Cemile, Yusuf’una hiç itiraz etmezdi. Yusuf da onu hep el üstünde taşırdı; Cemile’nin saçının bir teline zarar gelmesine gönlü razı olmazdı.
Ağustos
akşamıydı. Kısa sürede toparlandılar, havanın biraz serinlemesini beklediler ve
sonra yollara düştüler. Zeynep, Ferit ve Cemile arka koltuğa otururken,
Yusuf’un yanına da Ali oturdu. Ali daha 10, Zeynep, 8 Ferit de 6 yaşındaydı.
Yollarda başlarına ne geleceğini bilmiyorlardı. Halep’i çıkıp epeyce
ilerledikten sonra, Ferit’in astım ilaçlarını almadıklarını fark ettiler. Geri
dönemezlerdi, çünkü Halep’in üzerini toz bulutları kaplamıştı. Muhtemelen yine
bombalanmıştı.
Termanin’e
yaklaşmışlardı ki, kendilerini bir çatışmanın ortasında buldular. Sabahın
alacakaranlığında Yusuf sürekli “Az kaldı, sıkı tutunun, sakin olun!” diyerek
Cemile’ye ve çocuklara moral vermeye çalışıyordu. Bu arada arabanın
lastiklerinin patladığını kimseye söylemiyordu.
Yusuf
bir dağ yoluna girdi ve patlamış lastikler üzerinde o hâliyle bir müddet daha
arabayı sürdü. Lastiklerden gelen koku ve çıkan dumanlar arabanın içini
doldurdu. Bir taraftan Ferit’i astım krizi tutar diye de korkuyordu. Mecburen
arabadan indiler. Ali ve Zeynep de indiği hâlde Ferit’ten bir ses yoktu.
Cemile,
“Ferit, oğlum! Kalk kuzum, haydi geldik, kalk yavrum!” diyerek uzandı. Kucağına
almak için ellerini Ferit’in koltuğunun altına götürdü, sağ elinde ılık bir şey
hissetti. Elini çekiverdi ve baktı…
Cemile’den
bir çığlık yükseldi ki etraftaki kayalarda yankılandı: “Feriiit! Kuzuuum!”
Sabahın
sessizliğinde o çığlık göğü çınlattı, dağlara doğru dalga dalga yayıldı. Yusuf hemen
koştu, “Oğlum, Ferit’im!” diyerek uzandığı gibi kucağına aldı yavrusunu. Aldı
ama Ferit’in boynu yana düşüverdi.
Daha
sıcacıktı, fakat can kafesten uçmuştu. O çatışma sırasındaki gürültü patırtıdan
ne olup bittiğini anlayamamışlardı. Sol kürek kemiğinden aldığı kör kurşunun
hedefi olmuştu Ferit.
Ferit’in
cesedini bir çarşafa sararak kucağına aldı Yusuf. Kestirmeden köye ulaşmak için
dağ yollarından yürümeye başladılar. Gökdağ’a doğru ilerliyorlardı. Patikadan
yürüyorlardı. Bazen önlerine geçilmesi imkânsız fundalıklar, bazen de aşılmaz
büyük kayalar çıkıyordu. Onların etrafını dolanarak, kan ter içinde aşmaya
çalışıyorlardı. Ancak bu yollarını daha da uzatıyordu. Güneş yükseldikçe sıcak
bunaltıyor, zaman ilerledikçe Ferit’in ağırlığı kurşun gibi artıyor ve
yarasından sızan kan kokusu Yusuf’u mecnuna çeviriyordu.
Ali
ile Zeynep şoka girmişti, ağızlarını bıçak açmıyordu. Sadece melül melül
bakıyorlardı. Cemile hamile olduğundan, bir çantadan başka şey taşıyamıyordu.
Yusuf da yavrusunun ölü bedenini ancak taşıyabiliyordu. Yanlarına aldıkları
yiyecek ve içecekleri arabada bırakmak zorunda kalmışlardı. Küçük bir tepede,
bir ardıç ağacının dibinde mola verdiler.
Cemile,
çantasına koyduğu bir ekmeği paylaştırdı. Kimse konuşmuyordu. Yorgunluktan
zaten bitkin düşmüşlerdi. Yusuf köye yaklaştıklarını tahmin ediyordu;
gidecekleri yer, kuş uçuşu gözle görülebilecek uzaklıktaydı, fakat vadilere
inip tekrar tepelere çıkmak, bir de yolda çıkan engeller bu ilerlemeyi çok
yavaşlatıyordu. Yusuf etrafı kolaçan etti. Ferit’i daha fazla taşımayı gözü
kesmedi. Cebindeki bıçağı çıkardı, meşe ağacından bir metre kadar düz ve ince
bir dal kesti, ucunu sivriltti.
Oturdukları
ağacın altında toprağı yumuşak bir yer tespit etti ve orayı eşmeye başladı.
Önce toprağı gevşetiyor, sonra çukurun içindeki toprağı elleriyle dışarı
atıyordu. Durumu Cemile ve çocuklar anlamışlardı. Çaresizdiler, hiçbir şey
söylemiyorlardı, sadece hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Yusuf ise gözyaşlarını
içine akıtıyordu. Ferit’in sığabileceği derinlik ve genişlikte bir çukur
oluşturdu, çocuğu sarılı çarşafıyla birlikte öylece yerleştirdi. Sonra direkt
üzerine toprak gelmesin diye küçük dallar koydu ve üzerini toprakla kapattı.
Ayak ve başucuna da birer taş dikti. Sonra ayağa kalktı, gözyaşları içinde
bildiği bütün duaları okudu…
Kalktılar,
bir vadiye indiler ve tekrar bir tepeye çıktılar. Çok uzaklardan bir ezan sesi
duydular. Bir köye yaklaştıklarını anladılar, fakat deneme-yanılma yoluyla
ilerledikleri için akşam vaktine kadar ancak köye varabileceklerini tahmin
ediyorlardı. Su ihtiyaçlarını dağ zirvelerinden inen küçük derelerden karşılıyorlardı.
Dere tepe sürekli yürüyorlardı, güneş tepelerden süzülüyordu.
Horoz
sesleri duyuldu. “Kurtulduk” der gibi buruk bir bakışla Cemile ve Yusuf
birbirinin yüzüne baktı. Dağlardan tahmin üzere yola devam ettiklerinden,
gitmeyi düşündükleri yere değil de Akrabate’nin Türkiye’ye yakın sınırına
ulaşmışlardı. “Kurtulduk” diye birbirlerine sarıldılar, fakat insanı sağır eden
gürültü ve patlama seslerini duydular. Kıyametin koptuğunu sandılar. Bir hava
operasyonunun altında kalmışlardı…
Yaklaşık
bir ay sonra Yusuf, Cilvegözü Devlet Hastanesi’nde gözünü açtı. Fakat dünya
kapkaranlıktı. Eşinden ve çocuklarından hiçbir haber yoktu…
Bir
adam dolaşıyordu çadırkentte. Meczup bir hâli vardı. Her gördüğü kadına “Cemile”
diye sesleniyor, kadın dönüp baktığında “Cemile’yi gördün mü?” diye soruyordu.
Yusuf’tu o! Hayatta sadece kendisi kalmıştı. Arada duruyor, ya bir yere
yaslanıyor ya da yere çömelerek şunları mırıldanıyordu: “Cemilem, Cemilem/ Nerdesen
bir bilem/ Söyle yerin nolur/ Uçup men de gelem/ Cemilem, evdeşim/ Özüm, canım
eşim/ Ah menim yüz akım/ Artık onmaz işim/ Kanatsız meleğim/ Hakk’tan tek
dileğim/ Bu dünya boş artık/ Men de tez geleyim/ Heç gokmuyor güller/ Hep getti
bülbüller/ Yas dutar dağ daşlar/ Ağlar ehli diller…”