Cemile

Horoz sesleri duyuldu. “Kurtulduk” der gibi buruk bir bakışla Cemile ve Yusuf birbirinin yüzüne baktı. Dağlardan tahmin üzere yola devam ettiklerinden, gitmeyi düşündükleri yere değil de Akrabate’nin Türkiye’ye yakın sınırına ulaşmışlardı. “Kurtulduk” diye birbirlerine sarıldılar, fakat insanı sağır eden gürültü ve patlama seslerini duydular. Kıyametin koptuğunu sandılar. Bir hava operasyonunun altında kalmışlardı…

GÖKYÜZÜNÜ aydınlatan bir ışık titremesi oldu ufukta. Ardından evin camlarını sallayan bir gürültü duyuldu. Önce hava yağmurlu ve şimşek çakıyor sandı. “Uzak bir yere yıldırım düşmüştür” diye düşündü. Sonra perdeyi aralayıp evin karşısındaki caddeye baktı, yağmur filan yoktu. Şafak vaktiydi. Halep’in caddeleri ışıl ışıldı. Yusuf, yatağına gitmeden çocukların odasına yöneldi, kapıdan çocuklara baktı; mışıl mışıl uyuyorlardı. Kendisi de yatak odasına geçip eşinin yanına uzandı.

Yusuf’un bir turizm şirketi vardı. İyi de kazanıyordu. Fakat ülkedeki çatışmadan ürküyor ve her geçen gün durumun kötüye gittiğini düşünüyordu. Bunları düşünürken, eşinin yanında uykuya daldı. Uyandığında çoktan sabah olmuş ve güneş doğmuştu. O gün berrak bir hava vardı Halep’te.

Esnaf, dükkânlarını erkenden açardı. Önce dükkânın içini, sonra da önünü süpürerek temizlerlerdi. Yusuf, esnafa göre işe biraz daha geç gidiyordu. Her günkü gibi ayakkabı ustası Muhammed’in dükkânının önünden geçerken selâm verdi. Hayırlı işler dileğinde bulundu. Selâmı aldı, fakat Muhammed’in yüzü buruktu. Yusuf sormadan Muhammed, “Duydun mu?” dedi. “Neyi?” diye karşılık verdi Yusuf. “El-Mansura yakınlarında bir köy bombalanmış” dedi Muhammed...

Yusuf, sabaha karşı gökyüzünü aydınlatan ışığın ve gürültünün ne olduğunu o anda anladı. “Kim yapmış, niye yapmış?” diye sormadan, “Allah sonumuzu hayreylesin!” duasıyla ayrıldı.

Esnaf arasında kulaktan kulağa bombalama olayı çoktan yayılmıştı. Yusuf ofisine vardı, masasına oturdu, fakat kafası hiç rahat değildi. Ailesine söylemediği bin bir çeşit plân vardı aklında, ancak eşinin hamile ve Ferit’in düzenli doktor kontrolünde olması, yaptığı plânlardan geri adım atmasına neden oluyordu.

Yusuf, son zamanlarda Halep sokaklarında tanımadığı garip tipli insanların dolaştığını görüyordu. Bir hafta önce de büyük oğlu Ali’ye “Baban ne iş yapıyor?” diye sormuşlar ve işyeri adresini öğrenmeye çalışmışlardı. Esnaftan bazılarının dükkânlarının soyulduğunu ve haraç istendiğini duyunca Halep’te güvenliğin kalmadığını düşünmeye başladı Yusuf. Bu yabancılar KGB’den mi, CIA’dan mı, MOSSAD’dan mı, yoksa SAVAK’tan mıydı? Hepsinden de olabilirlerdi. Artık Halep’te insanlar hayatla ölüm arasında, âdeta diken üstünde yaşıyorlardı.

Yusuf, bir sabah yine ofisine gidip radyosunu açtı. Spiker şöyle bir haber okuyordu: “Halep'e bağlı Hareytan beldesinde bomba yüklü araçla düzenlenen saldırı sonucu 20 kişi yaşamını yitirdi, onlarca kişi de yaralandı. Durumu ağır olan 10 yaralı, Türkiye'deki muhtelif hastanelere gönderildi. Belde hastanesinde acil kan ve tıbbî malzemeye ihtiyaç var…”

Saldırı, halkın yoğun olarak alışveriş yaptığı pazaryerinde meydana gelmiş ve çok sayıda işyeri, ev ve araçta yangın çıkmış, itfaiye ve sivil savunma ekiplerinin müdahalesiyle yangın güçlükle kontrol altına alınmıştı. Artık her gün gelen onlarca ölü ya da yaralı haberi sıradanlaşmıştı. Her geçen gün kirli savaş, kanlı yüzünü iyice hissettiriyordu. Bir tarafta iktidar, bir tarafta iktidarı istemeyenler, bir tarafta da işinde gücünde fakat bir yudum huzur arayan halk vardı.

Ancak bombanın yağmadığı bir gün geçmiyordu. Daha yeni El-Bab beldesine düşen bomba, en az 28 kişinin canını almıştı. Yağan bombaların barut kokusuna anaların ağıtları karışıyordu.

Halep yaşanacak gibi değildi. Yusuf önce Avrupa’ya gitmeyi hayâl ediyordu, sonra ondan vazgeçti. Çünkü gidenlerin nelerle karşılaştığını televizyon haberlerinde görüyordu. Hele Macarların ve Almanların “Dininizi değiştirirseniz sizi ülkemize kabul ederiz” tekliflerini hatırlamak bile istemedi. Hem de Müslüman olarak Hıristiyanların merhamet ve himayelerine sığınmak çok ağırına gidiyordu. Bir ara Türkiye’ye gitmeyi düşündü, “Ne de olsa hem dindaş, hem de kavim kardaştır” dedi. Sonra ondan da vazgeçerek Termanin kırsalında bulunan akrabalarının yanına gitmeye karar verdi. Oranın daha güvenli olabileceğini düşündü. Türkiye sınırına yakın olması da önemliydi. Bu kararında, eşinin bildik tanıdık bir yerde doğum yapma isteği etkili olmuştu.

Sonunda her şeyi göze alarak Halep’ten ayrılmaya karar verdi Yusuf. Artık Suriye iyice karışmıştı ve istikbâl vadetmiyordu. Semalarında Rus, ABD, Fransız, İngiliz uçakları cirit atıyor ve kimin kimi vurduğu belli olmuyordu. Bir gerçek vardı, o da her gün onlarca suçsuz günahsız insanın ölmesi...

Yusuf’un korktuğu başına gelmişti. Halep’te kalıp ölümü beklemenin bir anlamı olmadığını düşündü. Eğer kalırsa, ailesinin hepsi ya da bir kısmı bombaların hedefi olacaktı. Umuda doğru yola çıkmanın daha doğru bir karar olacağını düşündü ve o günün akşamında Yusuf, Cemile’ye düşüncelerini anlattı.

Cemile’nin yükü her geçen gün artıyordu. O hâliyle bir ay parçası gibiydi. O, Yusuf’un ta liseden aşkıydı. Gelecek için ne hayâller kurmuşlardı!

Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1243 yılında Moğollarla yaptığı Kösedağ Savaşı'nı kaybetmesi üzerine Kayseri ve Sivas'tan Suriye’ye kitleler hâlinde göç eden Türkmen ailelerden birinin kızıydı Cemile. Oğuzların bir Türkmen güzeliydi. Yüzü çillendiği için, komşular çocuğunun kız olacağını söylüyorlardı…

Cemile, Yusuf’una hiç itiraz etmezdi. Yusuf da onu hep el üstünde taşırdı; Cemile’nin saçının bir teline zarar gelmesine gönlü razı olmazdı.


Ağustos akşamıydı. Kısa sürede toparlandılar, havanın biraz serinlemesini beklediler ve sonra yollara düştüler. Zeynep, Ferit ve Cemile arka koltuğa otururken, Yusuf’un yanına da Ali oturdu. Ali daha 10, Zeynep, 8 Ferit de 6 yaşındaydı. Yollarda başlarına ne geleceğini bilmiyorlardı. Halep’i çıkıp epeyce ilerledikten sonra, Ferit’in astım ilaçlarını almadıklarını fark ettiler. Geri dönemezlerdi, çünkü Halep’in üzerini toz bulutları kaplamıştı. Muhtemelen yine bombalanmıştı.

Termanin’e yaklaşmışlardı ki, kendilerini bir çatışmanın ortasında buldular. Sabahın alacakaranlığında Yusuf sürekli “Az kaldı, sıkı tutunun, sakin olun!” diyerek Cemile’ye ve çocuklara moral vermeye çalışıyordu. Bu arada arabanın lastiklerinin patladığını kimseye söylemiyordu.

Yusuf bir dağ yoluna girdi ve patlamış lastikler üzerinde o hâliyle bir müddet daha arabayı sürdü. Lastiklerden gelen koku ve çıkan dumanlar arabanın içini doldurdu. Bir taraftan Ferit’i astım krizi tutar diye de korkuyordu. Mecburen arabadan indiler. Ali ve Zeynep de indiği hâlde Ferit’ten bir ses yoktu.

Cemile, “Ferit, oğlum! Kalk kuzum, haydi geldik, kalk yavrum!” diyerek uzandı. Kucağına almak için ellerini Ferit’in koltuğunun altına götürdü, sağ elinde ılık bir şey hissetti. Elini çekiverdi ve baktı…

Cemile’den bir çığlık yükseldi ki etraftaki kayalarda yankılandı: “Feriiit! Kuzuuum!”

Sabahın sessizliğinde o çığlık göğü çınlattı, dağlara doğru dalga dalga yayıldı. Yusuf hemen koştu, “Oğlum, Ferit’im!” diyerek uzandığı gibi kucağına aldı yavrusunu. Aldı ama Ferit’in boynu yana düşüverdi.

Daha sıcacıktı, fakat can kafesten uçmuştu. O çatışma sırasındaki gürültü patırtıdan ne olup bittiğini anlayamamışlardı. Sol kürek kemiğinden aldığı kör kurşunun hedefi olmuştu Ferit.

Ferit’in cesedini bir çarşafa sararak kucağına aldı Yusuf. Kestirmeden köye ulaşmak için dağ yollarından yürümeye başladılar. Gökdağ’a doğru ilerliyorlardı. Patikadan yürüyorlardı. Bazen önlerine geçilmesi imkânsız fundalıklar, bazen de aşılmaz büyük kayalar çıkıyordu. Onların etrafını dolanarak, kan ter içinde aşmaya çalışıyorlardı. Ancak bu yollarını daha da uzatıyordu. Güneş yükseldikçe sıcak bunaltıyor, zaman ilerledikçe Ferit’in ağırlığı kurşun gibi artıyor ve yarasından sızan kan kokusu Yusuf’u mecnuna çeviriyordu.

Ali ile Zeynep şoka girmişti, ağızlarını bıçak açmıyordu. Sadece melül melül bakıyorlardı. Cemile hamile olduğundan, bir çantadan başka şey taşıyamıyordu. Yusuf da yavrusunun ölü bedenini ancak taşıyabiliyordu. Yanlarına aldıkları yiyecek ve içecekleri arabada bırakmak zorunda kalmışlardı. Küçük bir tepede, bir ardıç ağacının dibinde mola verdiler.

Cemile, çantasına koyduğu bir ekmeği paylaştırdı. Kimse konuşmuyordu. Yorgunluktan zaten bitkin düşmüşlerdi. Yusuf köye yaklaştıklarını tahmin ediyordu; gidecekleri yer, kuş uçuşu gözle görülebilecek uzaklıktaydı, fakat vadilere inip tekrar tepelere çıkmak, bir de yolda çıkan engeller bu ilerlemeyi çok yavaşlatıyordu. Yusuf etrafı kolaçan etti. Ferit’i daha fazla taşımayı gözü kesmedi. Cebindeki bıçağı çıkardı, meşe ağacından bir metre kadar düz ve ince bir dal kesti, ucunu sivriltti.

Oturdukları ağacın altında toprağı yumuşak bir yer tespit etti ve orayı eşmeye başladı. Önce toprağı gevşetiyor, sonra çukurun içindeki toprağı elleriyle dışarı atıyordu. Durumu Cemile ve çocuklar anlamışlardı. Çaresizdiler, hiçbir şey söylemiyorlardı, sadece hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Yusuf ise gözyaşlarını içine akıtıyordu. Ferit’in sığabileceği derinlik ve genişlikte bir çukur oluşturdu, çocuğu sarılı çarşafıyla birlikte öylece yerleştirdi. Sonra direkt üzerine toprak gelmesin diye küçük dallar koydu ve üzerini toprakla kapattı. Ayak ve başucuna da birer taş dikti. Sonra ayağa kalktı, gözyaşları içinde bildiği bütün duaları okudu…

Kalktılar, bir vadiye indiler ve tekrar bir tepeye çıktılar. Çok uzaklardan bir ezan sesi duydular. Bir köye yaklaştıklarını anladılar, fakat deneme-yanılma yoluyla ilerledikleri için akşam vaktine kadar ancak köye varabileceklerini tahmin ediyorlardı. Su ihtiyaçlarını dağ zirvelerinden inen küçük derelerden karşılıyorlardı. Dere tepe sürekli yürüyorlardı, güneş tepelerden süzülüyordu.

Horoz sesleri duyuldu. “Kurtulduk” der gibi buruk bir bakışla Cemile ve Yusuf birbirinin yüzüne baktı. Dağlardan tahmin üzere yola devam ettiklerinden, gitmeyi düşündükleri yere değil de Akrabate’nin Türkiye’ye yakın sınırına ulaşmışlardı. “Kurtulduk” diye birbirlerine sarıldılar, fakat insanı sağır eden gürültü ve patlama seslerini duydular. Kıyametin koptuğunu sandılar. Bir hava operasyonunun altında kalmışlardı…

Yaklaşık bir ay sonra Yusuf, Cilvegözü Devlet Hastanesi’nde gözünü açtı. Fakat dünya kapkaranlıktı. Eşinden ve çocuklarından hiçbir haber yoktu…

Bir adam dolaşıyordu çadırkentte. Meczup bir hâli vardı. Her gördüğü kadına “Cemile” diye sesleniyor, kadın dönüp baktığında “Cemile’yi gördün mü?” diye soruyordu. Yusuf’tu o! Hayatta sadece kendisi kalmıştı. Arada duruyor, ya bir yere yaslanıyor ya da yere çömelerek şunları mırıldanıyordu: “Cemilem, Cemilem/ Nerdesen bir bilem/ Söyle yerin nolur/ Uçup men de gelem/ Cemilem, evdeşim/ Özüm, canım eşim/ Ah menim yüz akım/ Artık onmaz işim/ Kanatsız meleğim/ Hakk’tan tek dileğim/ Bu dünya boş artık/ Men de tez geleyim/ Heç gokmuyor güller/ Hep getti bülbüller/ Yas dutar dağ daşlar/ Ağlar ehli diller…”